C) İmanın Üçüncü Şubesi
“Meadiyye” yani öldükten sonra dirilme (ba’s) ve ahiret hayatı ile ilgili sekiz iman konusunu içeren bir derecedir.
1) İman bi’l- ba’s (Öldükten sonra dirilmeye inanmak): Bütün ölülerin Allah Teâlâ tarafından diriltilip kabirlerinden çıkartılacağını tasdik (kabul) etmektir.
Nitekim sura birinci üfürülüş (nefha-i ula)ile kıyamet kopup yeryüzünde “Allah, Allah” diye sürekli zikir halinde olan bir “insan-ı kâmil” bile kalmayarak hepsi ahirete göç edince, âlem (evren, kâinat) ruhsuz beden (ceset) haline gelir.
Bundan sonra Cenâb-ı Allah yeryüzüne yaklaşık kırk gün boyunca insan nutfesi (döl suyu, meni) gibi beyaz ve oldukça yoğun bir yağmur yağdırır. Vahşi hayvanların karınlarında ve kuşların kursaklarında dahi olsa insanlara ait ne kadar parça (hücre) varsa bunları asıl parçalarına ekleyerek hepsini bir yere topladıktan sonra da, sura ikinci üfürülüş (nefha-i saniyye) ile onları yeniden canlandırır ki buna “ba’s ve neşir” denir. Daha sonra ise melekler vasıtasıyla onları“mevkıf”e doğru sevk eder ki buna da “haşr” adı verilir.
Kur’ân-ı Kerim haber verdiği için bu şekilde iman etmek kişiye farzdır.
Demek ki ba’s ve haşr, bazı dar görüşlü kimselerin anlayışlarının aksine, yalnızca ruhların diriltilmesi demek olmayıp, aynı zamanda ruhlarla birlikte bedenlerin de diriltilmesi demektir. Bu duruma Hz. Üzeyir (as) kıssasında[1]işaret buyrulmaktadır. Nitekim Allah Teâlâ, Hz. Üzeyr’i öldürüp yüzyıl sonra tekrar dirilttiğinde eşeğini de onunla birlikte öldürmüş ve diriltmiştir. Burada eşek ile Hz. Üzeyir (as)’in bedeni arasında bir benzerlik vardır. Şöyle ki; eşek Hz. Üzeyir (as)’in bineği olduğu gibi, beden de ruhun bineğidir ve ona bağlıdır. İşte bu yüzden ikisi (ruh ve beden) birlikte diriltilir.
Mahsüs (beş duyu ile algılanan)varlık ile ma’kul (beş duyu ile algılanamayıp ancak akıl ile kavranan) varlığın bir arada yaratılması, nimet verme ve azap etmenin birlikte olması gibi hususlar İlahî kudretin yüceliğini ortaya daha iyi çıkarmaktadır.
Yani ruhani (manevi) nimet ve azap olacağı gibi, cismanî (maddi) nimet ve azap da olacaktır. Demek oluyor ki, ahiret hayatı yalnızca akıl ile kavranılan (ma’kul) ruhani bir hayat değildir, çünkü böyle olması işin özüne aykırıdır. Zaten bu şekilde olacağını iddia etmek, peygamberleri yalanlamak anlamına geleceğinden küfrü gerektirir. Kısacası; öldükten sonra dirilmeye (ba’s) iman etmek vacip (zorunlu), inkârı ise küfürdür.
2) Vakfeye iman (Kıyamet günü durdurulup sorgulanacağına inanmak): Kıyamette, insana her birinde ayrı bir konuda soruların sorulacağı; sorulara doğru cevap verenin kurtulacağı, yanlış cevap verenin ise biner yıl açlık, susuzluk, gam ve sıkıntı içerisinde kalacağı elli adet durak (konaklama yeri) bulunmaktadır.
Bunlardan özellikle İlahî durakta (Mevkıf-i İlahî) şu on iki konuda sorular sorulur:
1. Unuk-i rikab (Köle azad etmek),
2. Kur’ân-ı Kerim,
3. Cihad,
4. Gıybet (Mümin kardeşini çekiştirmek),
5. Nemime (Söz getirip-götürmek),
6. Kizb (Yalan söylemek),
7. İlim talebi ve tahsili,
8. Ucub (Kendini beğenmek),
9. Tekebbür (Büyüklenmek),
10. Kunut min rahmetillah (Allah Teâlâ’nın rahmetinden ümit kesmek),
11. Emn min mekrillah (Allah Teâlâ’nın tuzağından emin olmak),
12. Hakku’l car (Komşu hakkı).
Bu duraklarda konaklamak nassla sabit olduğundan, bunlara inanmak vacip yani zorunludur. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de; “Rabbi’nin makamından (huzurunda bulunmaktan) korkanlara iki cennet vardır”[2] buyrulmaktadır.
Âyet-i kerimede geçen “makam” kelimesiyle anlatılmak istenen; Kıyamette kulların hesap vermek üzere konakladıkları, “İlahî divan ve Hakk’ın huzuru” denilen bu durak olsa gerek.
3) Hesaba iman (Dünyada yapılanlardan Kıyamette hesap verileceğine inanmak):
Dünya hayatında iken yapılanların Kıyamette hesabının verileceğinin hak olduğunu kesin bir şekilde tasdik etmektir. Kıyamet günü kişinin her türlü ameli, hayır ve şer (iyi-kötü) diye sınıflandırılarak cezası (karşılığı) takdir olunur. Şöyle ki önce, bütün halk kabirlerinden çıkarılır ve kâmil iman sahibi oldukları için kurtulanların dışındakiler, zillet (aşağılanma, horlanma) içerisinde kabirlerinin önünde bin yıl kadar bekletilirler.
Sonra, bu makamdan Mahşer (toplanma) yerine doğru sevk edilerek burada güneşin kavurucu sıcağı altında bin yıl ayakta tutulurlar.
İhlâs sahibi olanlar, peygamberleri tasdik edenler, Allah’a ortak koşmaktan (şirk), sihirden, büyüden, faldan ve müslüman kanı dökmekten uzak duranlar, Allah Teâlâ’ya ve Peygambere sadık olup ihanet etmeyenler, Cenâb-ı Allah’a ve Peygambere sadık kimseleri sevip onlara ihanet ve düşmanlık edenlerden de nefret edenlere gelince bunlar, sahip oldukları bu güzel hasletleri sayesinde bu dehşet ve şiddetten kurtularak Rahman’ın Arş’ının gölgesinde serinler ve dinlenirler.
Daha sonra ise halk, buradan alınıp nur ve zulmet makamına sevk edilerek bin yıl zulmet (karanlık) bataklığında bekletilir, Cenâb-ı Allah’ın dilediği kadar azap gördükten sonra da nihâyet yüzleri kapkara bir şekilde oradan çıkarılırlar.
Şirkten, nifaktan (münafıklık) ve dini (imani) konularda şüpheden kurtularak hakkı bulan ve hakkı söyleyenler, her hususta insaf sahibi olanlar, gizli olsun açıktan olsun Hakk’a itaat eden ve Cenâb-ı Allah’ın takdir ettiklerine (kader) razı olup verdikleriyle (kaza) yetinenler de aynı şekilde, taşıdıkları bu üstün vasıflar sayesinde zulmet bataklığından bir çırpıda kurtularak nur âlemine çıkarlar.
Bu makamdan sonra da bütün halk, cevap verememeleri halinde her birinde bin yıl misafir edilecekleri büyük hesap çadırlarına (süradikat-i hisab) sevk edilecektir. Sayıları on adet olan bu çadırlarda hesabı görülecek konular şunlardır:
1. Muharremat (Haram kılınanlar),
2. Ehva-i muhtelife (Nefsin her çeşit arzu, heves ve ihtirasları),
3. Hukuk-i valideyn (Anne-baba hakları),
4. Hukuk-i huddam ve etba’ (Emrinde çalışan hizmetli, işçi ve memurların hakları),
5. Hukuk-i abid ve cevari (Köle ve cariye hakları),
6. Hukuk-i karabet (Akrabalık hakları),
7. Sıla-i rahim (Yakın akraba ziyareti),
8. Hased (Kıskançlık, çekememezlik),
9. Mekr (Hile yapmak, tuzak kurmak, düzenbazlık),
10. Hadia (Nitelikli yani profesyonelce yapılan dolandırıcılık, sahtekârlık).
Demek ki, bizde hakkı olanlara ihsânda bulunarak haklarını vermemiz; yani onlara Kur’ân’ı ve İslâm dinini öğretmemiz, onları en güzel bir şekilde terbiye etmemiz, ayrıca kıskançlık, hilekârlık, sahtekârlık, düzenbazlık, dolandırıcılık gibi kötü huy ve davranışlardan da şiddetle kaçınmamız gerekmektedir.
Halk bundan sonra da, amel defterlerini (kütüb-i a’mal) alacakları ve her birinde dinin farklı bir konusundan sorgulanacakları on beş durağın (mevkıf) olduğu makamda toplanırlar ki sorgulanacakları konular şunlardır:
1. Sadakalar ve Zekât,
2. Kul hakkı ve Afv ani’n-nas (İnsanları bağışlamak),
3. Emr-i bi’l ma’ruf (İyiliklerin yapılmasını sağlamak) ,
4. Nehy-i ani’l-münker (Kötülüklerin yapılmasına engel olmak),
5. Hüsn-i hulk (Güzel ahlak),
6. Hubb fi’llah (Allah için sevmek),
7. Mal-i haram (Haram mal),
8. Şurb-i hamr (İçki içmek, uyuşturucu kullanmak),
9. Füruc-i haram (Zina),
10. Kavl-i zur (Yalan söylemek),
11. Yemin-i kazibe (Yalan yere yemin etmek),
12. Ekl-i riba (Faiz alıp-vermek),
13. Kazf-i muhsenat (İffetli kadınlara zina iftirası atarak onları karalamak, lanetlemek),
14. Şehadet-i zur (Yalancı şahitlik yapmak),
15. Bühtan (İftira atmak).
Amel defterini alıp okuyan ve yukarıda sayılan on beş konuda sorgulanan halk, daha sonra “mizan”a sevk olunur.
Muhakkik âlimlerin büyüklerinden bazıları; “Enbiya (as) risalet görevlerini tebliğden, kâfirler Peygamberleri yalanlamaktan, bid’at ehli olanlar sünnetten ve bütün müminler yapıp ettiklerinden sorgulanırlar” demişler ve şu açıklamaları yapmışlardır:
Cennetlikler üç tabaka olarak haşr olunurlar:
1. Sabikun (MukarrEbûn yani Allah Teâlâ’ya yakınlaşmış olanlardır): Kendilerine hesap bile sorulmadan cennete girecek olanlardır.
2. Havass-ı müminin ve salihin (Mümin ve Salih kulların önde gelenleri): Kolayca hesap verdikten sonra cennete girecek olanlardır.
3. Umum-i müminin (Müminlerin geri kalan hepsi): Uzun bir sorgulama ve münakaşadan sonra cennete girecek olanlardır.
Cehennemlikler de üç tabaka olarak haşr olunurlar:
1. Abede-i evsan (Putlara tapanlar), Ye’cuc ve Me’cuc: Doğruca (Sorgulanmadan ve hesaba çekilmeden) cehenneme girecek olanlardır.
2. Ehl-i kebair (Büyük günah işleyenler) ve Münafıklar: Uzun bir sorgu ve münakaşadan sonra cehenneme girecek olanlardır.
3. Ümem-i enbiya-i salife (Önceki Peygamberlerin inkârcı ümmetleri): Yapıp ettiklerinden ayrı ayrı hesaba çekilmeyip, hepsi bir tek sorgu ve bekletmeden (tevkif) sonra cehenneme girecek olanlardır. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de; “Kendilerine Peygamber gönderilen kimseleri de, gönderilen Peygamberleri de mutlaka sorgulayacağız.”[3]buyrulmaktadır.
İşte bu yüzden; Allah Teâlâ’ya yapılacak büyük sunum (arz-ı ekber) için haramlardan ve şüpheli işlerden kaçınıp amellerinizi süsleyerek ve ayne’l-yakin müşahedesi ile yani sanki gözle görüyormuşçasına, Hükümdarlar Hükümdarı (Melik-i ekber) olan Cenâb-ı Allah’tan korkup ürpererek, “Hesaba çekilmeden önce kendinizi hesaba çekiniz, ölçüye vurulmadan önce amellerinizi ölçünüz!”[4] denilmiştir.
4) Mizana iman (Dünyada yapılanların Kıyamette ölçülüp-biçileceğine inanmak):
İmanın şubelerinden birisi de “mizan”ın hak (varlığının gerçek) olduğuna inanmaktır.
Bazı tefsir kitaplarında belirtildiğine göre; Davûd (as) Hakk Teâlâ’dan mizanı kendisine asli şekliyle göstermesini niyaz etmiş, Cenâb-ı Allah da onun bu duasını kabul ederek doğudan batıya ve yerden göğe kadar her yeri kaplamış olarak onu kendisine gösterdiğinde, mizanın heybeti karşısında dehşete kapılarak bayılmış ve uzun bir süre de ayılamamıştır.
Buradan anlaşılmaktadır ki; mizan muhayyel (hayal ürünü) bir varlık olmayıp gerçek bir varlıktır ve aslı halen mevcuttur.
Mizanın, birisi iyiliklerin (hasenat) konduğu “nur kefesi”, diğeri ise kötülüklerin (seyyiat) konduğu “zulmet kefesi” olmak üzere iki kefesi ve bir dili vardır. Allah Teâlâ’nın rahmetinin tecellisiyle nur kefesi, adaletinin tecellisiyle ise zulmet kefesi ağır basar.
Mizanın subhu (terazi taşı, gramlık) Hakk Teâlâ’nın adlidir. Nasıl ki dünyadaki bir esnafın, müşterisinin bir kuruşunun (akçe) bile karşılığını ölçecek kadar gramlığı mevcut ise, Ahirette kulun hardal tanesi kadar, hatta daha küçük bir ameli bile olsa onu ölçecek küçüklükte İlahî bir gramlık da mevcut olacaktır.
İyilikleri kötülüklerine ağır geldiği için kurtulanların haricindeki halk, amelleri veya amel defterleri tartılıncaya kadar†mizanın yanında da bin yıl ayakta bekleşirler.
Sözünü ettiğimiz bu genel mizandan başka, ayrıca her amel sahibi için mizana dâhil olan ve kulak, göz, dil, el, mide, cinsel organ (ferc) ve ayak gibi organlarla işlenen iyiliklerin veya kötülüklerin (a’mal-i mahsüse) tartıldığı hissi mizanlar (mizan-ı mahsüs) vardır. Ancak, manevi ameller (a’mal-i batıne) bu mizanlarda tartılmazlar, çünkü İlahî adaletin sağlanması için bu amellerin tartılacağı hükmi mizanlar (mizan-ı hükmi) vardır. Yani, hissi ameller hissi mizana, manevi ameller de manevi mizana konularak tartılır.
Bundan, yazıcı meleklerin kulların dünyada işledikleri manevi amellere vakıf olmadıkları anlaşılmaktadır. Bu yüzden, kulların amelleri ya bir sûrete (beden) bürünerek mizana konulur veya -muhakkik âlimlerin görüşüne göre- ameller değil, melekler tarafından tutulan ve içinde kulların sevap ve günah şeklinde amellerinin kayıtlı olduğu amel defterleri mizana konulur. Kısacası, mizana dâhil olan ameller kullarım zahiri (hissi) amelleridir.
Mizana son olarak konulan “Elhamdülillah” sözcüğüdür ki, bu kelime konulmadıkça mizan boş kalır. Yani herkesin -ne bir eksik ne de bir fazla- bütün amelleri konulsa mizan dolmaz; ne zaman ki “Elhamdülillah” sözcüğü konulur, mizan ancak o zaman tamamen dolar.
“La ilahe illallah” sözcüğünü alacak (tartacak) mizan ise bulunmamaktadır, çünkü her amel zıddıyla ölçülür. Kelime-i tevhidin zıddı ise şirktir ve şirk ile iman nasıl ki dünyada müminin kalbinde bir araya gelmemiş ise, ahirette de mizanda bir araya gelmez.
Sahih haberlerde bildirildiğine göre; Kıyamet gününde bir asinin kötü amellerine dair doksan dokuz kayıt ortaya konsa ve her bir kaydın uzunluğu doğudan batıya kadar olan alanı kaplasa, iyi amel olarak ise sadece bir defa ihlâsla“La ilahe illallah” dediği tespit edilmiş olsa, bu sözcük parmak kadar bir kâğıt üzerine yazılarak doksan dokuz günahın bulunduğu kefenin karşısındaki diğer kefeye konulacak ve bu küçücük kâğıt hepsinden ağır gelerek o asinin kurtuluşuna sebep olacaktır.
Ne mutlu tevhid ehline!.
Müşriklere ve Hakk Teâlâ ile yüzleşmeyi inkâr edenlere ise Ahirette hiçbir mizan yoktur. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de; “Biz onlar için Kıyamet gününde hiçbir ölçü (mizan) tutmayacağız”[5] buyrulmaktadır. Yani, müşrik ve inkârcıların Allah Teâlâ katında hiçbir kıymet ve saygınlıkları olmadığından, amelleri de tartıya değer görülerek mizana konulmaz. Çünkü onların iyi amelleri şirkleri sebebiyle geçersiz (batıl) hale gelmiş v geriye mizana konulmaya değer hiçbir amelleri kalmamıştır.
5) Sırata iman (Sıratın hak yani varlığının gerçek olduğuna inanmak): Klasik dini kaynaklarda “kıldan ince kılıçtan keskin” şeklinde vasıflandırılan Sırat, cehennemin üzerine kurulmuş olup; müminlerin ayaklarının sabit kalacağı ve oradan cennete gitme imkânı bulacakları, kâfir ve münafıkların ise ayaklarının takılarak cehenneme yuvarlanacakları bir geçit yeri (köprü) olsa gerek.
Ahiretteki Sırat, dünyadaki “sırat-ı müstakim” in yani dinin yansıması (sûreti) olup, genişliği (zuhuru) herkesin amellerinin nuru kadardır; salih amelleri az olanlara dar, çok olanlara ise geniş görünür.
Bu nedenle, dünyada dini hayatı düzgün olmayan (imanı ve salih amelleri bulunmayan) Ahirette tamamen karanlıkta (zulmet-i mahza) kalır, dini hayatı düzgün olan ise salih amelleri ölçüsünde karşılık (mükâfat) bulur.
Cehennem üzerinde, her birinin uzunluğu kırk bin yıl olan ve cehennemde son bulan yedi adet cisr (sırat, köprü) vardır ki, bunların etrafından alevler fışkırmakta ve üzerlerinde de ateşten engeller bulunmaktadır. Bu engeller, insanın dünyadaki kötü amellerinin (a’mal-i kabiha) şekillenmiş halleri olup, onu yakalayıp orada hapsederler de, Cenâb-ı Hakk’ın lutfu (İnâyet-i Hakk) ve Hz. Peygamberin (sas) şefaati imdadına yetişene kadar insan orada azap görür.
Bu yedi cisrin her birinin üzerinde de, bini tırmanışta (süud), bini inişte (hübut) ve bini de düzlükte olmak üzere aşılması üç bin yıl süren üç bin adet sarp geçit (akabe) ve ayrıca halkı gözetleyen melekler bulunmaktadır.
Gözcü melekler, ilk cisrde Cenâb-ı Allah’a imanla ilgili sorgulama yaparlar; kişi şâyet samimi ve gerçek mümin (mümin-i muhlis) ise diğer cisre geçer, değilse orada bin yıl hapsedilir. İkincide namaz, üçüncüde zekât, dördüncüde oruç beşincide hacc, altıncıda temizlik (taharet) ve yedincide yaptığı haksızlıklardan (mezalim) sorgulanır; verilen cevaplar doğru ve yeterli değilse buralarda da “devr-i sünbüle” yılları kadar (yedi bin yıl) mahpus kalır.
“Bu âlem ezeli ve ebedidir” diyerek kâinatın bir yaratıcısı olduğunu inkâr eden Muattıla, varlık yolundan bile sapmıştır. Müşrikler ise, aslında Cenâb-ı Hakk’ın varlığını kabul ettikleri için varlık yolunda (sırat-ı vücudda) olmuşlar fakat Hakk Teâlâ’ya ortak koşmaları sebebiyle tevhid yolundan (sırat-ı tevhidden) sapmışlardır.
Bundan dolayı, müşriklerin sadece isbat-ı vücud (Cenâb-ı Hakkın varlığını kabul) etmelerine itibar edilmeyerek tevhid yolunda ayak izlerinin hiç olmaması nedeniyle, Muattıla ve diğer kâfirler ile birlikte cehenneme sevk olunacaklardır.
Muattıla ile diğer kâfirlerin yolları dünyada düzgün olmadığından, Sırat’a ulaştıklarında doğrudan cehenneme yuvarlanacaklar ve onlar için artık cennete herhangi bir dönüş yolu olmayacaktır.
Dünyada kalben tasdik etmedikleri halde iman ettiklerini sözlü olarak belirten münafıklar ise, cenneti ve cennet nimetlerini görünce onları şiddetle arzulayarak ümitlenecekler, fakat İlahî adaletin tecellisiyle dünyadaki kötü amellerinin karşılığını görmek üzere cehenneme döndürüleceklerdir.
“Sırat-ı müstakim” ok gibi dosdoğru olduğundan, bu yoldaki yolculuğu kolaylaştırması için namazların her rekâtında Cenâb-ı Allah’a; “Bizi doğru yola (sırat-ı müstakim) ulaştır!”[6] şeklinde dua etmek emrolundu.
Kim dünyada bir suçlunun suçunu affederse, Cenâb-ı Allah da Ahirette onun suçunu affeder. Kim dünyada borçlu bir fakirin borcunu ödemesinde kolaylık sağlar veya alacağını ona hediye ederse, Hakk Teâlâ da Ahirette ona kolaylık gösterir veya hakkından vazgeçer. İnsanlara dünyada zorluk çıkarana, Allah da Ahirette zorluk çıkarır.
Yani insan dünyada halka ne denli güzel muamele ederse, Ahirette o oranda kazançlı çıkar ve asla kaybetmez.
6) Şefaate iman (Şefaatin hak olduğuna inanmak): İmanın şubelerinden biri de şefaatin varlığına inanmak ve gerçekliğini kabul etmektir ki, kişinin imanı böylece kemale erer.
Peygamber (sas) Efendimiz sahih bir hadislerinde; “Ben Kıyamet gününde insanların efendisiyim”[7]buyurmaktadırlar. Hadis-i şerifin açıklaması şöyle olsa gerek: Kıyamette şefaate ihtiyaç duyduğunuzda benden başkasına başvurmayın, zira bu isteğinizi ancak ben karşılayabilirim. Çünkü Adem (as)’den son insana kadar bütün insanların en şereflisi ve efendisi benim.
Nitekim Hesap günü bekleşmekte olan halk, makam sahibi Peygamberlere (Enbiya-i ızam) şefaat talebiyle gittiklerinde her biri bir şekilde mazeret beyan edecekler de insanlar nihayet Resûlullah (sas)’in kapısında arzularına kavuşacaklardır.
Çünkü rivayet edildiğine göre; Allah Teâlâ, şiddetli gazabı (kahr-ı şedid) ve ürkütücü kudreti (ceberut-i azim) ile Ahirette tecelli ettiği vakit, insanların Allah indinde en saygın olanlarının (havass) bile bu heybet ve azametten solukları kesilip dilleri tutulduğunda, Hatemü’l- Enbiya (sas) Efendimiz halkın bu büyük ihtiyacı ve çaresizliği karşısında, Allah Teâlâ’yı O’na mahsus en güzel hamd ve senalarla överek Arş’ın altında secdeye kapanacak ve şefaat talebinde bulunacaktır.Bu yakarış üzerine, Cenâb-ı Allah vermeyi va’d ettiği “Makam-ı Mahmud”u ihsân ederek kendisine şefaat kapısını açacaktır.
Şefaat hususunda insanların olduğu kadar meleklerin de kendisine muhtaç oldukları gerçeğini dikkate aldığımızda, Resûlullah (sas)’ın meleklere olan üstünlüğü ve onların da sultanı ve efendisi olduğu hemen anlaşılacaktır.
Şefaat kapısı bir kere açılmaya görsün, artık meleklere, nebilere, Resûllere ve müminlerin seçkinlerine halka şefaat etmeleri için izin verilir de herkes makamları ölçüsünde bu hizmete koşar ve böylece cehennemde bir tek mümin (mümin-i şer’i) kalmaz. En sonunda, Rahman ismi gereği Cenâb-ı Erhamü’r- Rahimin’in şefaati de gerçekleşir ki, yalnızca akli deliller ile Allah Teâlâ’nın birliğine kanaat getirmiş olanlar (Muvahhidler) bile Cehe?nemden çıkarılır.
Muvahhid; tahkik (şer’i deliller) ile değil de te’vil (akli deliller) ile “illallah” (Allah vardır) diyen kimsedir ki, bu yüzden bunlara “mümin-i şer’i”değil, “muvahhid-i akli” denir.
Şefaat, asi ve günahkârları azaptan kurtarmak ve Mahşer’deki (Arasat) sorgulamayı hafifletmek için olacağı gibi, halkın derecelerini yükseltmek için de olabilir. Nitekim dünyada yapılan birtakım şefaatler ile bazı kimselerin suçlarının cezası hafifletilirken bazı kimseler de unvanlar veya yüksek makam ve mevkiler verilerek ödüllendirilir. Ancak dünyada şefaatin geçerli (meşru’) olması, henüz davanın yargıca (hâkim, kadı) götürülmemiş olmasına, ya da dava yargıca götürülmeden önce cezayı gerektirecek unsurların ortadan kalkmasına bağlıdır. Aksi takdirde şefaat cezaları (hadler) kapsar ki bu geçerli (meşru’) değildir.
Büyük günah işleyenler (Ehl-i kebair) tevbe etmeden Ahirete göçerlerse, durumları Allah Teâlâ’ya kalmış olup, onlara da şefaat caizdir. Bunlara şefaati caiz görmeyenler, yanıldıklarını anlayınca Ahirette yüzleri kızaracaktır.
Yetmiş üç fırka içinde sayılan[8] “Fırka-i Naciye” den maksat azaptan bila-şefaat (şefaate ihtiyaç olmaksızın) kurtulacak olanlardır ki, diğerleri ancak şefaatle kurtulurlar. İnançlarında küfrü gerektiren bir unsur olanlara gelince; bunların kurtulmaları imkânsızdır, çünkü kâfire şefaat olmaz.
Dağ başlarında veya dinin yaşandığı yerlerden uzak bölgelerde hayat süren Muvahhidler, zaten cehenneme girmeyeceklerinden şefaate de ihtiyaç duymayacaklardır. Şefaate ihtiyaç duyacak kimseler, tevhid ehlinden olup da kendilerine Peygamber daveti ulaşmış günahkârlar ve asilerdir.
Buradan anlaşılmaktadır ki; hangi çeşit muvahhid olursa olsun, cehenneme bir kez girmiş olması, orada ebediyyen kalmasını gerektirmez. İşin en güzel yanı da; şefaatle bile olsa bütün iman sahiplerinin cehennemden kurtularak cennette bir araya gelmeleridir.
İblis’in (Şeytan) ve Cenâb-ı Allah’a ortak koşmada ona uyan müşriklerin, Allah Teâlâ’nın varlığını ve birliğini kabul etmeleri (vahdet-i vücud etmeleri), cehennemden kurtulmalarına yetmeyecektir. Çünkü mümin ve muvahhid olmak için, Allah Teâlâ’nın dışında başka ilahlar kabul etmemek ve Peygamberlere iman etmek de lazımdır.
Resûlullah (sas)’in, Müslümanların günahkâr ve asilerine şefaat edecek olmasından, ümmetinden nice kemal sahiplerinin de, doğru yoldan sapanlara (münkir-i tarikat olanlar) şefaat edebileceklerini anlıyoruz.
Bu konuda en doğru davranış şekli, batın ilmini ehline teslim etmek ve bilip bilmeden ileri geri konuşmamaktır. Aksini yapmak kötü bir ölüme (su-i hatime) sebep olur ki Allah Teâlâ muhafaza buyura.
Bu nedenle, Allah’tan başkasına ihtiyacı olmayan gerçek fakirlerle (fukara-i hakikiyye) yani kemal sahipleriyle tanışmak lazımdır. Çünkü bunlar, Kıyamette şefaat kapısında şanları yüce, kudretli ve sözleri dinlenir (nazları geçer) kimselerdir.
7 ) Cennete iman: Cennet, Cenâb-ı Allah tarafından müminler için yaratılmış (halen mevcut olan) gerçek bir varlıktır.
Allah Teâlâ’nın bir ihsanı (fazl-ı İlahî) olarak müminlere vaadedilmiş olan cennet nimetleri ile salih amellere bağlı olarak Kıyamete kadar sürekli artmakta olan cennet dereceleri ve makamları ise, şu anda mevcut olmayıp peyderpey yaratılmaktadır. Cennetin sekiz adet olması da aynı şekilde İlahî bir ihsândır.
Cennet nimetleri baki (sürekli, daimi, artıcı) olup, sapkın fırkalardan (fırak-ı dalle) Cehmiyye Mezhebi mensuplarının iddialarının aksine olarak, cennet ehli, amelleri ölçüsünde onlardan faydalandıktan sonra bitip tükenmezler. Nitekim hadis-i şerifte: “Cennet nimetlerinin sonu yoktur ki hissedilebilsin (hayal edilebilsin)” buyrulmaktadır Aynı şekilde cehennem azabı da kâfirler için bakidir. cennet nimetleri ile cehennem azabının bekası (sürekliliği) ise, mümin ve kâfirin inancı ölçüsünde olacaktır.
Yedi cehennemin yüzer derekesinin (tabaka) olması gibi, sekiz cennetin her birinin de yüzer derecesi ve her bir dereke ve derecenin de binlerce dereke ve dereceleri vardır.
Sekiz cennet şunlardır:
1. Vesile (Makam-ı Muhammedi): Cennetlerin en yücesi olup, dünyadaki sûreti “Ravza-i Mutahhara” dır.
2. Adn Cenneti (Makam-ı Ru’yet)
3. Firdevs Cenneti
4. Huld Cenneti
5. Na’im Cenneti
6. Me’va Cenneti
7. Darü’s- Selam
8. Darü’l Makam
Cennet ehli; Enbiya (Peygamberler), Evliya (Veli kullar), nazar ve istidlal ehli Âlimler ile bunları taklit eden diğer Müminler olmak üzere dört kısımdır.
Bu dört sınıf cennet ehli, “ru’yet makamı”nda farklı konumlarda bulunurlar ve ru’yetleri (basiretleri) ölçüsünde kendilerine gelen İlahî tecellilere muhatap olurlar.Bu tecelliler arasında ma’nevi cennet (cennet-i ma’neviyye) de bulunmaktadır ki ru’yet, dışarıdan bakıldığında her ne kadar hissi (beş duyu ile ilgili) görünse de, hakikatte manevi cennet meyvelerindendir.
Yani cennet ehlinin maddi yönü ağır basanları, cennet nimetlerinin maddi olanlarından (na’im-i cennet-i suveriyyeden), manevi yönü güçlü (nasib-i ruh) olanları ise cennetin manevi nimet ve zevklerinden (zevk-i cennet-i ma’neviyyeden) nasipleneceklerdir. Cennet içinde cennet bu olsa gerek.
Bu yüzden insanlar, Ahirette hem bedeni (maddi) hazları, hem de ruhi (manevi) lezzetleri elde etmek için, dünyada iken var güçleriyle çalışmalıdırlar. Yani bir yandan İlahî ru’yet için gönül gözlerini (çeşm-i basiret) en iyi şekilde parlatırken, diğer yandan da dinin emrettiği salih amelleri (a’mal-i şer’iyyeyi) yapmaya büyük gayret göstermelidirler. Tabii ki insanların asıl gayesinin, cennetlere değil cennetlerin Rabbi’ne kavuşmak olması lazımdır.
8 ) Cehenneme iman: Cehennem, Cenâb-ı Allah tarafından kâfir, müşrik ve münafıklar için yaratılmış (halen mevcut olan) gerçek bir varlıktır.
Cehennemdeki azap vasıtaları (alat-ı azab) ise, halen mevcut olmayıp, insan ve cinler kötü ameller (a’mal-i seyyie) işledikçe sûret bulmakta yani yaratılmaya devam etmektedirler.
Yakıtı, insanların cimrileri, put yapımında kullanılan taşlar ve cinler olan cehennem, Cenâb-ı Allah’ın kâfirler için yarattığı ebedi bir hapishanesidir. Öküz tabiatlı ve manda (camız, su sığırı) kılıklı olarak yaratılmış en büyük ve iri varlıklardan birisidir.
Kıyamet gününde zincirlere vurulmuş bir şekilde çekilerek getirilmesi, hakikatte Peygamberlerin övüncü (Fahru’l-Enbiya sas)’den utancından ve Cenâb-ı Allah’ın Muhammed ümmetine olan merhametinden dolayıdır.
Allah Teâlâ’nın gazap sıfatından yaratıldığı için, zorbalara (cebabire) ve büyüklük taslayanlara (mütekebbirin) karşı da müthiş bir kini ve saldırma güdüsü vardır.
Şiddetli ateşte kaynayan etlerin parçalanarak dağılması gibi, cehennemde azap gören insan ve cinlerin asileri de, cehennemin bu son derece şiddetli ateşi karşısında parçalanıp altüst olacaklardır.
Cehennem ateşinin sıcaklığı dünyadaki ateşten altmış dokuz kat fazladır. Buna rağmen zebaniler (cehennemde görevli melekler) bu ateşten asla etkilenmezler. Çünkü onlar, Allah Teâlâ’nın rahmeti ile kuşatılmış olduklarından ya cehennem ateşi onlara hiçbir şekilde zarar vermemekte ya da “semender”in (ateşte yanmayan mitolojik bir hayvan) ateşten hoşlanması gibi onlar da ateşten zevk almaktadırlar.
Cehennem ahalisi Allah Teâlâ’nın Cemalini göremeyecek olmalarının yanı sıra, gönüllere sevinç ve neşe veren diğer cennet nimetlerinden de (niam-i safa) mahrum ve yasaklı oldukları için, kendilerine hiç açılmayacak olan“Babü’l-hicab an ru’yetillah” adındaki kapı haricinde, cehennemin toplam yedi kapısı vardır.
Cennetin ise sekiz kapısı vardır. Bunlardan yedisi beden yönüyle olup cennetin maddi (hissi) nimetlerine açılır. Nitekim insan, yedi organını (kulak, göz, dil, el, mide, cinsel organ ve ayak) Allah Teâlâ’nın emrettiği şekilde kullanırsa, ona cennetin maddi nimetlerini içeren yedi kapı açılır. Bu yedi organı yaratılış gayelerinin aksi yönde kullanması durumunda ise, kendisine cehennemin yedi kapısının açılmasına sebep olur.
Cennetin geriye kalan sekizinci ve son kapısı ise ruh (kalp) yönüyle olup cennetin manevi nimetle?ine açılır ki cennet kapılarının böylece, yedisi cismanî boyuta ait olup yeme, içme, evlenme, giyinme gibi maddi hazlara, sonuncusu ise ruhani boyuta ait olup ru’yetullaha yani manevi lezzetlere açılan sekiz kapıdan oluştuğu iyice anlaşılmış bulunmaktadır.
Kâfirlerde basiret (kalp gözü) olmadığından ru’yet kapısı onlara ebediyen kapalı olacak ve sahip oldukları yedi organı da yaratılış gayelerine uygun kullanmadıklarından kendilerine cehennemin yedi kapısı açılarak bu yedi organın hepsiyle azap görecekler, ayrıca cehennem ateşi kalplerine kadar ulaşacak ve kalplerini tamamen kaplayacaktır. Yani iman ve müşahede sonucu nur dolması gereken bu İlahî nazargahı, nar (ateş) ve zulmet (karanlık) kaplayacaktır.
Görülüyor ki, cehennem de tıpkı cennet gibi; bedenle ilgili olması bakımından “maddi” (hissi) ve kalp (ruh) ile alakalı olması bakımından “manevi” olmak üzere iki kısımdır.
Her türlü şirke ve Cenâb-ı Allah’ a karşı yapılan bütün isyankârlık ile itaatsizliklere ilk ve asıl sebep ve kaynak olduğu için cehennemde azabın en şiddetlisini İblis (Şeytan) tadacaktır.
Aslı ateş olan İblis’e cehennem ateşi nasıl zarar verebilir? Şeklindeki soruya cevabımız şudur: “Evet, İblisin yaratılış mayasını oluşturan unsurların ağır basanı ateştir, fakat diğer unsurların da karışmasıyla özel bir tabiata sahip olarak yeniden terkip olunduğundan, artık asli yaratılışı değişmiş bulunmaktadır. İnsanın yaratılış mayası toprak olmasına rağmen, özel bir mizaç ile yeniden terkip edilerek asli yaratılışının değişmiş olması gibi. Demek oluyor ki, ateşten yaratılmış bir varlığa ateş acı ve elem verebilecektir.
Başka bir misal verecek olursak; canlılar hayatlarını içlerine çektikleri nefes ile devam ettirmektedirler, ancak aldıkları bu nefesi içlerinde tutsalar helak olurlar. Benzer şekilde İblis de, cehennemde azap gördüğü sırada ateşin aşırı sıcaklığından dolayı teneffüs edemeyip boğulacakmış gibi olur. Can havliyle ateşi içine çektiğinde ise ateş can evine kadar ulaşarak yakar kavurur. Kaldı ki İblis, yalnızca cehennem ateşiyle değil, ateş gibi yakıp kavuran dondurucu cehennem soğuğu ile de azap görür.
Cehennemde ebedi kalacak kimseler dört kısımdır:
1. İlahlık iddiasında bulunanlar (Allah’a karşı büyüklenenler): Firavun ve Nemrut gibileri,
2. Müşrikler,
3. Muattıla,
4. Münafıklar.
Cehennemin yedi kapısı ise şunlardır:
1. Bab-ı Cahim,
2. Bab-ı Sekar,
3. Bab-ı Sa’ir,
4. Bab-ı Hutame,
5. Bab-ı Leza,
6. Bab-ı Hamiye,
7. Bab-ı Haviye.
Cehennemlikler kötü amelleri çerçevesinde ceza görürler. Yani cennetliklere salih amelleri ölçüsünde cennetler olacağı gibi, cehennemliklere de kötü amelleri ölçüsünde cehennemler olacaktır.
Bütün cehennemliklerin azapları aynı olmayacaktır. Nitekim Kur’ân-ı Hakim’de; “Onların azabını kat kat arttırırız”[9] buyrulmuştur. Yani kendilerinin sapması yetmiyormuş gibi başkalarının da sapmasına sebep olduklarından, insanların hak yoldan sapmasına önderlik edenlerin azabı, saptırdıkları diğer kimselerden daha fazla olacaktır.
Bu nedenledir ki kötülüğe öncülük eden, yaptığı bu kötülüğün karşılığı olan cezaya ilave olarak, başlattığı bu kötü işi yapan diğer kimselerin toplam cezası kadar ceza ile cezalandırılır. Hayırlı bir işe öncülük edenin durumu da böyledir.
Müminlerden bazılarının günahları nedeniyle bir süre azap çektikten sonra cennete döndürüldüklerinde cehennemdeki yerleri boş bırakılacak ve azap çeken başka kimseler oralara yerleştirilmeyeceklerdir. Çünkü azap miras bırakılmaz.
Dünya hayatına gözlerini mümin olarak kapayanlar, azaptan herkesten önce kurtulacaktır. Ancak kimisi bir günde, kimisi bir Cumada, kimisi bir ayda, kimisi bir yılda ve kimisi de yedi bin yılda kurtulur. Gerçi bazı müminler, Cenâb-ı Hakkın inayetiyle şuursuz ve hissiz hale gelirler ve azabı hiç hissetmezler.
İlahî azabın “devr-i sünbüle” ile yani azami yedi bin sene olarak sınırlandırılmasının sebebi, Ademoğlunun dünyada devr-i sünbüle kadar hayat sürecek oluşudur. Çünkü dünya hayatına göre yedi bin yıl (devr-i sünbüle), Ahiret hayatının bir Cuması (bir haftası) kadardır.
Yani, Ahiret hayatının bir gününün dünya hayatının bin yılına, bir haftasının ise yedi bin yılına denk olmasındaki hikmet, bu ümmetin ömrünün yedi bin sene olmasıyla açıklanabilir ki böylece, azap süresi dünyadaki varoluş müddetini aşmamış olur. Çünkü İlahî adalet gereği, azap süresi hayat süresinden fazla olmaz.
Müminlerin cehennemde ebedi olarak kalmayacak olmalarının asıl sebebi imanlarıdır. Ayrıca, onların gerçekte asılları nur ve menşe’leri de cennet olduğundan, tabiatları ateşle bir müddet terbiye edildikten sonra tekrar asıllarına (cennete ve nura) iade edilirler.
Kâfirlerin cehennemde ebedi kalacak olmalarının sebebi ise küfürleri olup, asılları da gerçekte ateş ve cehennemdir. Bu nedenle, onlar da asıllarına (ebediyyen azap görecekleri cehenneme ve zulmete) döndürülürler.
Bu korkunç sondan Allah Teâlâ’ya sığınırız.
İlgili Yazılar:
[1] Bakara sûresi 2/259.
[2] Rahman sûresi 55/46.
[3] Araf sûresi 7/6.
[4] Tirmizî, IV, 638; İbn Ebi Şeybe, el-Musannef,VII, 96; İbnu’l-Mübarek, Kitabu’z-zühd, s. 103.
[5] Kehf sûresi 18/105.
[6] Fatiha sûresi 1/6.
[7] Buharî, Enbiya, 3; Müslim, İman, 327; Tirmizî, Kıyamet, 10.
[8] Ebû Davûd, Sünnet, 1; Tirmizî, İman, 18; İbn Mace, Fiten, 17; Darimî, Siyer, 75.
[9] Nahl sûresi 16/88.
Yeni yorum ekle