Neyi terk ederiz? Giderken ne kalır geride? Neleri götürürüz beraberimizde? Yüreğimizi çatlatan hicranlı duygularla sarmalayarak düşlerimizi, hayatı yaşanabilir kılmanın mücadelesini mi veririz? Arkamızda bıraktıklarımız, mazimizin kanayan tarafı olarak kalırken içimizde bilinmezliklere yelken açışımız, dünyadaki sürgünümüzün yeni sayfaları olarak geçer yazgımıza. Gidilen yerde hangi kelimenin kapısını çalabiliriz? Hangi özlemimize sarılıp teselli olabiliriz?
Suyuna, toprağına alıştığımız dünyanın acılarına bir türlü alışamayız. Hasretleri, gurbeti daha da çekilmez hâle getiren aşinası olmadığımız kelimeler değil midir? İnsan kelimelerle tanış olmayınca nasıl katlanır seslerin hengâmesine?
Bütün yaşanmışlıkları ve her şeyi ardında bırakıp adına ”hicret” denilen ve geri dönüş zamanı belli olmayan bir sefere çıkmak insanın ağır imtihanlarından biridir. Belki de yerli ve yerleşik olmadığımızı hatırlatan çileler manzumesi. Hicret insanın bağlarından kopuşudur. Cennetten ayrılıp dünyanın kucağına düşen insanın yüreğindeki acının katmerleşmesidir. Dünyada yolcu olarak bulunan insana yolculuğunu görünür kılan aynadır. Hz. İbrahim ve eşi Hz. Hacer’den miras kalan bir emanettir. İnandıkları uğruna terki diyar etmek için kavi bir imana sahip olmak gerekir. Yoksa yola çıkmadan dönülür, feraha kavuşmak için binilen gemiler insanı soru girdaplarına çeker ve boğardı.
İmanlarını rahatça solumak için ta ötelerden kendi diyarlarına göç eden Hacer’in memleketine gidiyorlardı. Bir zamanlar peygamber ailesini ağırlayan bu belde, onun torunlarına iyi bakamamış; onlar da vahdetin mayalandığı topraklardan başka yerlere gitmek zorunda kalmışlardı. Kendileri kara, yürekleri beyaz insanların diyarına göç edilecekti. Dönüşü belli olmayan bu sefer, sataşmalardan, hakaretlerden kurtardığı için sevindiriyor; vatandan ayırdığı için hüzünlendiriyordu. Ne kadar kalınacak, ne zaman dönülecek kimse bilmiyordu. Ayetleri kuşanmış gidiyorlardı.
Gökyüzü böyle geniş miydi orada? Ve yıldızlar orada da aynı çöl gecesi parlaklığıyla göz kırpacaklar mıydı? Güzel, serin ve engin gölgeli; zümrüt yeşili yaprakları ve yakut meyveleri olan cennet ağaçlarına yaslanan cennetlikler gibi umutlarına dayanarak yola çıkıyorlardı. Umut, soluğunu enselerinden hiç eksik etmeyecekti, etmemeliydi. Kırılan umutların bilediği bilinçle hayata tutunmak zor ama başarılması gerekendi. Bir gün çıktıkları sılalarına geri dönmek ve Kitab’ın kendileri için verdiği müjdelere kavuşmak içindi bunca mahrumiyet. Muhacir gönüller, sıcaktan kavrulan hasret çölleri gibiydi. Umut ve teselli kaynağı ayetler ise onların soluklandığı vahalardı.
Muhacir olmak, yolun çocuğu olmaktı. Fazla bağlanmadan, dayanmadan, bağ kurmadan yürüyüp gitmekti. Ve belki de aslına rücu etmenin bir provasıydı bu yaşananlar.
Yeni yorum ekle