Gör(e)meyenler

Davut DOĞAN 

Hiç görenle görmeyen bir olur mu? Düşünmüyor musunuz?”[1]

                                                                                                                                                                     

 

ÖTEDE…

 

 “Az biraz sosyalleş, insan içine çık...”

  Âdem Hâbil’e etti mi bu nasihati? Urfa’da Oxford vardı da pedagoji kürsüsü mü yoktu? Asosyal minik İbrahim ilgiyi üzerine çekmek için kendine muhtelif gök cisimlerinden ilahlar edinirken ailesi bol animasyonlu çocuk etkinliklerine bilet mi bulamamıştı?  Başına buyruk takılan, halkın kutsallarına kesici aletlerle saldıran, Hâcer ile minik İsmail’i ekin bitmez vadide yalnız başına bırakan, yıllar sonra dönüp bu kez de İsmail’in boğazına bıçak dayayan İbrahim ne yapmak, nereye varmak istemekteydi?  Bunlar hep çocukluk travmasının etkileri miydi? Vahiy alacağım diye kavminden uzaklaşıp günlerce dağı mesken edinmesi, Musa bebeğin tek başına Nil Nehri’ne bırakılıp kaderine terk edilişinin kaygılı bağlanmaya bağlanışı mıydı?

 Dünyanın herhangi bir yerinde, zamanın herhangi bir diliminde, yeryüzünde konuşulup unutulmuş yahut konuşulmaya devam edilen kaç lisan varsa o lisanların da ayrı ayrı her birinde, hep aynı bilgiçlikle ağızlardan çıkıyordu bu nasihat cümlesi: “Az biraz sosyalleş, insan içine çık!”

 Dünyanın herhangi bir yerinde, zamanın herhangi bir diliminde, yeryüzünde konuşulup unutulmuş yahut konuşulmaya devam edilen kaç lisan varsa o lisanların da ayrı ayrı her birinin sessizliğiyle susuyorlardı bu nasihate maruz kalanlar.

   Denizi soluna alıp kuzeye yönelerek yüksek ve verimli topraklardan uçsuz bucaksız çöllere inip belasını arayanların kıyamete kadar bulduğu belayla anıldığı, Mevla’sını bulmak için yine aynı güzergâh üzerinden yola çıkanların, hatta çıkmaya niyetlenip bunu gerçekleştiremeyenlerin lütuf bulduğu bir tuhaf coğrafyada, bir garip deve çobanı da o zamanlar bu nasihate maruz kalmış mıydı bilinmez. Şehrin yetişkinleri memleketlerine medeniyeti ve demokrasiyi Sasanilerin mi yoksa Romalıların mı getireceğini tartışıyorken, gençleri henüz keşfedilmesine daha birkaç yüzyıl olan kahvenin kalitelisinin Etiyopya’ya değil kendilerine ait olduğunu iddiaya hazırlanırken o bunların hiçbiriyle ilgilenmiyordu. Şehirde zaman geçirmek için muhtelif mevzular  mevcuttu: Köşedeki hurmacı Kays’ın kaliteyi bozduğu ama bunu belli etmemek için inovasyon adı altında hurmaları başka gıdalarla karıştırıp farklı isimlerle piyasaya sürdüğü, çarşı girişinde hemen sağdaki  put imalatçısı Ebu Esnâm’ın put fiyatlarına zam yapmadığı ama malzemeden çalarak gramajı düşürdüğü, yeni kabile reisinin Ebrehe’nin örgütüyle bağlantılı olduğu iddiaları, envaiçeşit alım- satım, kazıklama-kazıklanma, yatırım-kazanım-iflas hikayeleri, tatil rezervasyonu planlamaları, bilumum dedikodular… Bunların her biri şehre gitmek değil bilakis uzaklaşmak için yeterli mevzulardı onun için. Ayrıca evde yaşlı ve hasta bir annesi vardı. Gerek ona bakma sorumluluğu, gerekse maddi kazanç sağlayabilmek için halkın develerine çobanlık etmek, şehirden ve şehirlilerden kendisini soyutlamak için yadsınamayacak bir lütuftu. Evin ihtiyaçlarını almak için mecbur kaldığı zamanlar inerdi şehre. Dünyadaki birçok çocuk gibi o da çocukluğunda babasını kaybetmiş ve annesiyle baş başa kalmıştı. Belki de bu yüzden çocuk yaşta babasını kaybeden birçok çocuk ne kadar içine kapanıksa o da o kadar içine kapanıktı. Belki de “Baban ne iş yapıyor?” sorusuna muhatap olmamak için yıllarca tecrit etmişti kendini. Babası ölen birçok çocuk gibi alışkanlık olmuştu belki de. Başı “Genç miydi, hasta mıydı, nasıl öldü?” ortası “Peki kim bakıyor size, kaç kardeşsiniz, abin çalışıyor mu, ev sizin mi kira mı?” sonu “Allah sabırlar versin, hayat devam ediyor ne yapacaksın işte, bir ihtiyacın olursa çekinme söyle” dipnotu “Haa unuttum sormayı ya! Adın neydi senin, nereliydin?” olan devir daim ıstıraplara, cam kesiği sızılara gark eden rutin ve periyodik sorguların kıskacından kurtulmak içindi bu kaçışlar. Annesi haline bakıp üzülüyor muydu, babası olsa böyle olmazdı diyor muydu, çobanlık yapıyor diye kahroluyor muydu bilinmez. Bilinebilecek bir şey var ki o da şu idi: Her annenin oğluyla içten içe gururlanacağı bir şey mutlaka vardı ve her annenin oğluyla gururlanacağı o şey bazen sadece annenin bildiği, kimselere söylemediği bir sırdı.

   O gün develeri birine emanet edip ihtiyaçları almak için şehre inmişti. En kalabalık sokakların en tenha yerlerinden geçerek, içten yahut dıştan en pazarlıksız dükkanlardan alacaklarını alarak, sonra yine aynı kalabalıkların etrafından dolaşıp en kısa sürede geri dönmek istiyordu. En kalabalık sokaklarda en zengin ve gürbüzünden en fakir ve cılızına herkes sahip olduklarını başkalarınınki ile yarıştırma derdindeydi.  Zengin parasını, baba babalığını, şair şiirini, yolcu meşakkatini, garip garipliğini, hasta hastalığını… Üstelik denizi soluna alıp kuzeye doğru yönelerek yüksek ve verimli topraklardan uçsuz bucaksız çöllere inip uzun bir yol gittikten sonra karşılaşılan ekin bitmez o vadideki kalabalığa yücelerin yücesinden gelen şu mesajdan habersiz yapıyorlardı bunu: “Çoklukla övünmek, sizi kabirlere varıncaya kadar oyaladı. Hayır! Yakında bileceksiniz.” [2]

  Çarşıdan çıkmak üzereydi ki çömlekçiye uğramadığını fark etti. Kalabalıkların tenhalarında düşürdüğü birkaç dirhemi arar gibi gözü yerde, az önce bastığı taşlardaki ayak izlerine denk getirmek istercesine planlı adımlarla çömlekçiye yöneldi. Kapı önünde oturan bir grup şehirli çok acil pişirilip yenilmesi gereken bir yemeği düdüklü tencereye tıka basa doldurup, ağzını da sıkı sıkıya kapattıktan sonra ocağın altını harlamak yerine kısabildiği kadar kısıp mum alevinden hallice hale getirircesine tezat tavırlar içindeydi. Belli ki bu sohbetin konusu deve alım-satımı değildi. Cebel-i Hadûr’dan yazlık alma ya da yurt dışına taşınma da olamazdı. Zira böyle olsa ocağın ateşi harlandıkça harlanırdı. Dükkânın kapısına yaklaştığında mum alevi yerini sönmek üzere olan bir közün son ışıltılarına bıraktı. Bu, yanmaktan yorulan ateşin uykuya dalmasından kaynaklı değildi.  Avazı çıktığı kadar bağırıp hasretle bekleyen gönüllere müjde verme ihtimali olan ağızların muhtelif eller marifetiyle çabucak kapatılmasının sonucuydu. Bu yemekten ona pay olmamalıydı. Ondan hazzetmiyorlardı. Ne Ebu Esnâm’ın dükkânında, ne Vâil’in meyhanesinde gören olmamıştı onu. Soru sorulursa konuşurdu. Casus muydu yoksa meczup muydu her ne idiyse artık; bulaşmamak, bulaştırmamak en iyisiydi. Havadan sudan da konuşmazdı. Topraktan? Topraktan konuşurdu zaman zaman? “Toprağa döneceğiz” derdi. “Gözünüzü toprak mı doyuracak?” derdi. “Dün ilahlaştırdıklarınız bugün toprağın altında” derdi. Kendini şair zanneden kifayetsiz muhterislerin fildişi kulelerinin pencerelerinin önünde statü göstergesi fularlarını havalandırmak için dururlarken  aynı zamanda aşağıda kendilerini alkışlayan vasıfsız kalabalığa keseler dolusu vurgu ve tonlama fırlattığı gibi fırlatmazdı sözlerini şuursuzca. Gösterişsiz, nahif, ölçülü, vakur, içten, yükte hafif pahada ağırdı sözleri. Ateşten pek konuşmazdı ama bir ateşti aslında arayıp durduğu. Işıltısını gözle göremediği, çıtırtısını duyamadığı, Musa’ya görünen, İbrahim’i yakmayan o ateşi elbet bir gün bulacak, yanı başında oturup üşüyen ruhunu ısıtacaktı. Kim bilir belki de bu yüzden çarşıdaki şu küçük dükkan onu diğerlerinden ayırıyordu. Kahverenginin bin bir tonuyla bezeli  şu mekanda oturmak, bir köşede çömlekçi çarkı cadıların korkunç gülüşünü andıran sesiyle  irili ufaklı toprak parçalarını korkutup şekilden şekle sokarken diğer köşede onları ana şefkatiyle kucaklayıp ısıtan, yatıştıran fırını izlemek, isle karışık toprak kokusunu içine çekmek, başına dikilip ne tür bir çömlek aradığını sormayan, öneride bulunmayan, tezgahın arkasından daha pahalı bir ürün çıkarıp “ben evde de bunlardan kullanıyorum, sana da güzel bir indirim yaparım, onun fiyatı 30 dirhem ama sana 20 olur, ama bak sadece sana olur” demeyen, sormadıkça konuşmayan ihtiyar çömlekçiyle suskunluğun tarifsiz ahenginde muhabbete dalmak…

 Kapıdakiler çarktan çıkan seslerin yeterli izolasyonu sağladığını düşünüp ocağın altını yeniden harladıktan bir müddet sonra çömlekçi içeride irili ufaklı toprak parçalarını ürkütmeyi bırakmıştı. Mutat aralıklarla gelip karşılıklı susarak alışverişi yaptığı, kimine göre casus kimine göre meczup müşterisine bu kez mutat olmayan biçimde baktı. Gülümsüyordu. Bu gülümseme arkaya götürülen avuçların arasında, bir kutunun içinde önemli bir muştu saklıyordu sanki. Sadece onun kıymetini bilebileceği, başkalarının burun kıvıracağı bir hediye olabilirdi bu. Bir ipucu gerekiyordu ama. Gizem adı verilen ve kutunun kapağını sıkı sıkıya mühürlemiş bağı çözebilecek bir ipucu… Çömlekçinin gülümsemeye devam ederken göz kapaklarını bir saniyeliğine indirip kaldırması, aynı anda başını hafifçe öne eğmesi, bunu gülümseyişini hiç bozmadan yapması yeterli bir ipucu olabilir miydi? Evet, işte tam da böyle oldu. Bir de kapıdakilerin harladığı ateşten sıçrayan alev ağzını sıkı sıkıya kapatmaya çalışan muhtelif ellerden kurtulup dükkânın içine sesini duyurdu ve bağ tamamıyla çözüldü:

-Muhammed imiş adı. Allah’ın elçisi Muhammed diyorlarmış.

Çömlek dükkanındaki hayat bir anda durdu. Ruhu artık üşümüyordu. Ama bu kez de yanıp kavrulacak gibiydi. Yüceler yücesinden asırlar önce verilen, birkaç yıl önce de insanlığın en şereflisi tarafından katiplere yazdırılan bir emir yeniden işitildi: “Ey ateş! Serin ve esenlik ol!...”[3] Dolaylı tümlece gerek yoktu. Ateş şimdi kime karşı serin ve esenlik olacağını biliyordu. Ateşin kontrol altına aldığı yangın sonrası çömlekçinin ağzından bir cümle duyuldu:

-Üveys, iyi misin?

Üveys sadece duymak istiyordu. O’na dair her şeyi duymak ve bilmek… Sonra da annesine gidip öğrendiği her şeyi anlatmak istiyordu. Çömlekçinin sorusunu cevapsız bırakarak:

-Ne biliyorsan anlat, dedi.

- Ben de kapıdakilerden duydum. Kervanla gelenlerden…

Üveys sözünü kesti. Nabzı hızlı atıyor, hızlı soluk alıp veriyordu. Hayata yeniden doğmuş bir bebekti çünkü şimdi o:

-Nerede, neredeymiş?

-Şu anda Yesrib’de imiş. Ama aslında Mekkeli. Putları reddediyor, “bir olan Allah’a kulluk edin” diyormuş. Mekkeliler O’na ve O’na tabi olanlara rahat vermemişler. Yesribliler sahip çıkmışlar, O’na inanmışlar. Destek olmuşlar. Şimdi Yesrib’ e Medine diyorlarmış. Medinetü’n Nebî… Medine… Yani şehir… Artık içinde bulunmaktan hoşnut olacağın bir şehir var Üveys. Arabistan’ın her yerinden Yesrib’e…

 Bir müjde alan ve içi içine sığmayan biri habercinin sözünü ne kadar kesebiliyorsa yaşlı çömlekçinin sözünü o kadar kesiyordu Üveys. Bu söz kesmeler bir kompozisyon kurgusunda ne kadar kural varsa hepsine muhalif, bir paragrafta akışı bozan kaç cümle varsa hepsiyle de müttefik idi.

-Çocukluğunu anlat.

-Mekkeli bir yetim... Babası o doğmadan önce ölmüş. Çobanlık yapmış, ticaret yapmış...

Bir hikâye okuduğunuzda yahut dinlediğinizde orada kendinize yakın hissettiğiniz bir kahraman olur her zaman. Kazanmıştır, kaybetmiştir. Kazanmışken daha da kazanmış ya da kaybetmişken daha da kaybetmiştir. Yerin dibinden yükseklerin yükseğine çıkmış veya yükseklerden yerin dibine geçmiştir. Sonucu hangi kapıya çıkarırsa çıkarsın okuyanın, dinleyenin içini huzur kaplar. Bu bir formüldür aslında. Hem artı ile artının  çarpımının hem de eksi ile eksinin çarpımının artı olduğu bir formül. Üveys daha hikayenin başındadır ve şimdi O’nda kendisini bulmuştur. “Bir yetim..Çobanlık yapan, topluluklardan kaçıp uzlete çekilen bir yetim...” Tıpkı Üveys gibi... Ama çömlekçinin huzur inşa eden cümleleri eklenilen son tuğla ile birlikte yerle bir oldu:

- 6 yaşındayken de annesini kaybetmiş. 

Yaşlı ve hasta annesini hatırladı. Şimdi eksinin yanında eksi mi artı mı olduğunu bilemediği bir değere dönmüştü. Yüzü kızardı, utandı. Artık eksiği yok, fazlalığı vardı. Yaşlı da olsa hasta da olsa, yatalak da olsa bir annesi vardı. Yarın bir gün onu kaybettiğinde duyacağı ilk teselli cümlesi “Kurtuldu kadıncağız” olacaktı. Bunu diyenler dakikalar sonra Nevfel’in Yeri’nde kebaplarını yerken Kilikya kebabını Kilikya’da yemeden kebap yedim denmemesi gerektiği üzerine koyu bir sohbete dalacaklardı. Üveys ise taze mezarın başında göz yaşı dökerken çekişmeli bir münazara finalinin konusunu teşkil edebilecek şu soruyla baş başa kalacaktı: Anne-babanın erken yaşta, eli ayağı tutuyorken ölmesi mi makuldür, yoksa hasta ve yatalak olsa bile uzun yıllar hayatta olması mı?  Üveys muhalefet tarafında idi. Dünyanın en maharetli hatipleri, en ikna edici argümanlarıyla gelseler de durum değişmeyecek, göz yaşlarını silerken mezarın başında şöyle diyecekti kimselere duyurmadan: “Hasta ve yatalak da olsa yüzlerce yıl yaşasaydı da ben mezar yerine onun yatağı başında oturup konuşabilseydim. “

Ahiret denen bir yer olmalıydı. Kötülerin, sapkınların, azgınların cezalandırılacağı o yerde en büyük mükafatlardan biri, burada eksik kalan mutlu anların tamama erdirilmesi olsa gerekti. İnsan orada yeniden doğmalı, onu kucağına ilk alan annesi, adını koyan da dedesi değil babası olmalıydı.  Uzaklara giden kervanda kendisini geride bırakan amcaya değil babaya yalvarılmalıydı beni de götür diye. Başka şehirlerdeki akrabalara ziyarete giderken hem annenin hem babanın elinden tutarak gidebilmeliydi çocuklar. Dönüş yolunda hiçbiri hastalanmadan, hiçbiri ölmeden evlerine dönebilmeliydi. Süt anneler uzaklarda olmamalıydı. Ne anneler ne de süt anneler çocukların hasretiyle yanmamalıydı orada.

Annesini hatırladı yeniden. Çömlekçiden aldığı müjdenin kucağına sığmayıp yere düşen ayrıntılarını da eğilip titizlikle topladıktan sonra dükkândan çıktı. Bir an evvel annesine gitmeli müjdeyi onunla paylaşmalıydı. Yüceler yücesinden ekin bitmez vadidekilere indirilen o mesaj sanki yıllar öncesinden onun kalbine ilham olunmuştu:

Rabbin, kendisinden başkasına asla ibadet etmemenizi, anaya-babaya iyi davranmanızı kesin olarak emretti. Eğer onlardan biri, ya da her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına ulaşırsa, sakın onlara “öf!” bile deme; onları azarlama; onlara tatlı ve güzel söz söyle.” [4]

Kabaydı buraların insanı. Başka memleketler gibi söze bodoslama girip, seçilebilecek en sert, en nahoş sözcükleri seçerek muhatabını kırdıktan sonra “Kusura bakma kardeşim, biliyorsun ben açık sözlüyüm” diyenlerin, buna alkış tutup “helal olsun dürüst adam” diyerek kabalığı sahtelikle cilalayanların kabalığı değildi bu kabalık. Bir yere kadar makûl, bir yere kadar tutarlı ancak yine sadece bir yere kadar tolere edilebilir bir kabalıktı. Aynı yıllarda kilometrelerce uzaktaki bir mescitte bir çöl adamı mescide bevlettiğinde oradakiler bunu ne kadar tolere ettiyse o kadar tolere edilebilecek bir kabalık. Ancak Üveys bir başkaydı. Bu sert iklimde bu sert insanların arasında coğrafyaya, iklime, ekonomiye, sosyolojiye, psikolojiye karşı bir antitezdi adeta. İklimi sert, dik yamaçlı dağlarla çevrili coğrafyada Üveys’in mizacı süt limandı. Zor şartlar altında üç beş dirhem daha kazanmak için çabalayan insanları hayatın asabi hale getirmesi normaldi. Peki o zaman deve çobanlığı yapan Üveys’in para hesabı, zam pazarlığı yapmaması, maddi hedefleri, ihtirasları olmaması neyle açıklanacaktı? Fenni ve beşerî ilimlerin bu coğrafyayla ilgili ortaya koyabilecekleri ne argüman olursa olsun onu çürüten bir Üveys vardı öte tarafta. Tüm ekosistemleri, tüm grafikleri alt üst eden bir Üveys… İşte yüceler yücesinden çölün öte yanındaki topluluğa inen inmezden evvel de Üveys’ten başka kimse ona göre davranmazdı buralarda. Annesine hürmet eden, babası hayatta olsa aynı hürmeti ona da gösterecek olan Üveys bunu yücelerden gelen mesajı bilmeden önce de yapıyordu. Sahi cennet olmasa ne yapardı Üveys? Hesap günü olmasaydı ne yapardı? Yine annesine hürmet ederdi, yine deve çobanlığı yapardı. Yine o bir türlü adını koyamadığı hakikatin ardına düşer, secde edilmesi gereken yegâne varlık kim ise yine ona secde ederdi. Ne Ebu Esnâm’ın, ne de Vail’in dükkânına adım bile atmazdı yine. Huzur bulmak için havası temiz, yüksekçe bir yer arıyorsa orası yine Cebel-i Hadûr olmazdı. İşte çömlekçiden işareti almıştı. Bârika-i hakikat bu defa müsademe-i efkârdan değil, sükût ve intizardan doğmuştu. Şimdi hakikatin kalbine düşürdüğü ateşin kaynağına gitme vakti idi. Her zamanki dalgın adımları artık eskisi gibi yavaş ve ağır değildi. Demir almak üzere olan bir gemiye yetişmeye çalışıyor gibiydi. Yetişemezse tufan olabilirdi. Yeniden dünyaya geldiği ve her şeyin yeniden başladığı bugün her şey nasıl başladıysa öyle mi devam edecekti? Tüm ışıkların onu görünce yeşile döndüğü bir koridor mu oluşacaktı önünde? Artık dünyanın herhangi bir yerinde yetim çocuklar yemek davetlerinde göz kulak olması için develerin başında bırakılmak yerine baş köşeye mi oturtulacaktı? Kutlu bir kimse olup gittikleri memleketlerde taşlar yerine güllerle mi karşılanacaklardı? Öyle düşünüyordu Üveys. “Gün olur devran döner” dedikleri gün işte bugündü. Medine’de bir devet yükseliyordu siyahi bir köleden: “Hayye ale-l felâaaaah! (Haydi kurtuluşa)” Tıpkı asırlar önce İbrahim’in tüm insanlığı O’na çağırmak için yüksek bir yere çıktığı gibi yüksekçe bir yere çıkmıştı. Tıpkı ruhlar aleminde “Elestü birabbiküm (Ben sizin rabbiniz değil miyim?)” sorusunu tüm ruhların işitip mukabele ettiği gibi İbrahim’in çağrısını da tüm kulaklar işitmişti. Üveys de şimdi çölün ta öte yanından gelen kurtuluş çağrısını işitiyordu. Kuş olup uçmak gelen çağrıya icabet edip “Semi’na ve eta’na (işittik ve itaat ettik)” demek istiyordu.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 



[1] En’am Suresi 50.ayet

[2] Tekasür Suresi 1-3

[3] Enbiya Suresi 69.ayet

[4] İsra Suresi 23.ayet

Yeni yorum ekle

Image CAPTCHA
Enter the characters shown in the image.