Hicretin Sonuçları

Arapça kökenli bir kelime olan hicret, “terk etmek, ayrılmak, bir yerden başka bir yere göç etmek” anlamlarına gelmektedir[1]. Genel anlam ve kullanımında hicret, herhangi bir müslüman kişi veya topluluğun, inançları sebebiyle baskı gördükleri bir yerden başka bir yere göç etmesine verilen isimdir. İslâm terminolojisindeki özel anlamıyla hicret, Hz. Peygamber zamanında Mekkeli Müşriklerin baskısı nedeniyle müslümanların önce Habeşistan’a, ardından da Medine’ye yaptıkları göçü ifade eder. Ayrılık ve hüznü çağrıştıran “hicran” ve zorla göç ettirmeyi ifade eden “tehcir” kelimeleri de hicret kelimesiyle aynı kökten gelmektedir[2]. Hz. Peygamber’in hicret olayı ile İslâm tarihinde yeni bir dönem başlamıştır.  Hadise sadece bir mekân değişikliği boyutunda kalmamış, İslâm’ın daveti, teşri faaliyeti ve siyaseti açısından bir dönüm noktası olmuştur. Mekke’deki müşriklerin baskıları karşısında pek çok eziyet ve işkenceye mâruz kalan müslümanlar hicret sayesinde güç bulmuş ve Hz. Peygamber’in önderliğinde bir devlete kavuşmuşlardır[3]. Medine’ye göç eden müslümanlara muhacir, Resûl-i Ekrem’e ve muhacirlere yardım eden Medine’li müslümanlara da ensâr unvanı verilmiştir. 

 

Vahyin ilk muhatapları olan Hz. Muhammed (s.a.v.)’in ilk öğrencileri ve aynı zamanda arkadaşları ilk İslâm toplumunu Medine’de oluşturarak İslam dinini buradan diğer bölgelere yaymışlardır. Hicretle aydınlanan Yesrib, Medine adını alarak dünyanın en parlak medeniyetinin merkezi olmuştur[4]. Peygamber (s.a.v.)’in Medine’ye hicreti, sonuçları itibariyle tarihin en önemli olaylarından biridir. Hz. Ömer döneminde hicretin takvim başlangıcı kabul edilmesi, medeniyetin kurucu konumunun resmen tescili anlamına gelmektedir.

 

İslâm Devletinin Temellerinin Atılışı

Hicretle ortaya çıkan en önemli durum şüphesiz Müslümanların bir yurt edinmiş olmalarıdır. Hicretten önce siyasi bir organizasyona sahip bulunmayan müslümanların siyasi iktidarlarının hâkimiyet ve faaliyet alanı olacak bir yurtları yoktu. Hicretin hemen ardından ise devlet kurma imkanına kavuştukları gibi bu devletin hâkimiyet alanını meydana getiren bir ülkeye de sahip olmuşlardı. Bu husus o kadar önemliydi ki, bu ilk dönemde, İslâm’a girenlerden gücü yetenlerin Medine’ye hicret etmeleri hem bir fariza hem de hicret etmeyenlerin ulaşamayacağı eşsiz bir faziletti. Bu gerek, İslâm toplumunun güçlenmesi gerek İslâm’a girenlerin zulüm ve baskıya maruz kalmadan yaşamaları ve İslâm esaslarını öğrenmeleri için zaruri idi[5]. Bununla beraber hicret etmesi gerektiği halde ciddi bir mazareti olmadan hicret etmeyenleri Kur’an şiddetle kınamakta, akıbetlerinin kötü olacağını beyan etmektedir. “İman edip de hicret etmeyenler ise hicret edinceye kadar onlarla sizin hiçbir yakın dostluğunuz ve ilişkiniz olamaz[6] buyuran Yüce Allah, müminlere böyle kişilerle ilişkilerini kesmelerini de emretmektedir. Kur’an’da Allah Medine’ye hicret etmeyenleri kınadığı kadar muhacirlerden övgü ve takdirle bahsetmektedir. Bu konuda pek çok ayet ve hadis vardır[7]. Medine’ye hicretin bu farz oluş keyfiyeti Mekke fethine kadar devam etmiştir. Allah Resûlünün  “Fetihten sonra hicret yoktur” hadisi şerifi de buna delâlet etmektedir[8].

            Esasen hicret, bir yerden bir yere sadece daha iyi maddi imkânlar elde etmek üzere bir gidiş değildir. İslâmi inanç uğruna yeni bir kazanma işidir. Hz. Peygamber ve müminler de Medine’ye daha rahat refah içinde yaşamak için gitmemişlerdir. Medine’ye bina kurmaya değil adalete, sevgiye, merhamete dayalı bir medeniyet kurmaya gitmişlerdir. Ümmü Kays’ın muhaciri olmak için yola çıkılmamıştır. En büyük hedef Allah’ın arzının tamamına esenlik, rahmet ve selamet getirmektir[9]. Şüphesiz Medine bu anlamda yeni millet (ümmet) ve yeni bir devletin inşa merkezi olarak seçilmiştir. Bu nedenledir ki Allah Rasûlü Akabe’deki ilk görüşmeden itibaren yaklaşık üç yıl süren belli bir hazırlık dönemini tamamladıktan, özellikle de Medineliler ile II. Akabe Biatını akdettikten sonra hicret süresini başlatmıştır. Dolayısıyla Mekke’de gerçekleştirilemeyen ümmet bütünlüğü Medine’de kurulabilmiş, bütün inananlar bir araya gelebilmişlerdir.  Hicret aynı zamanda Medineli Araplar açısından da büyük bir kazanım olmuştur. Her şeyden önce onlar, uzun yıllar süren ve iki kabileyi de yok olmanın eşiğine getiren Evs-Hazrec çatışmasından kurtulmak suretiyle birliklerini temin etmişler; bu sayede Yahudiler karşısındaki konumlarını daha güçlü hale getirebilmişlerdir[10].  Şunu ifade edelim ki, bu iki kabile kendi aralarında yüz yılı aşkın süreden beri devamedegelen kan davaları son derece korkunç boyutlara ulaşmıştı ki, bu iki kabile neredeyse tarih sahnesinden silinecekti. Hicret, öncelikle Evs ve Hazreç kabilelerinin kucaklaşıp “ensar”ı oluşturmalarını sağladı. Sonra da ensar ile muhacirler arasındaki “muâhât/kardeşleşme” uygulamasıyla, çağlara örnek bir din kardeşliğinin ortaya çıkmasına vesile oldu.

 

Muhacir-Ensar Arasında Kardeşlik (Muâhât)

Allah Resûlünün Medine’ye hicretten sonra burada yeni bir toplum meydana  getirebilmek için gerçekleştirdiği en önemli icraat, Mekke’den hicret eden Muhacirler ile Medine’nin müslüman Arapları arasında kardeşlik (muâhât) kurmaktır[11]. Muâhât, sıradan bir kardeşlik antlaşmasından öte, medeniyetin inşâsında çalışacak olan bireylerin toplumsal teşkilatlanması demektir. Hz. Peygamber bunu sağlamak için Ensar ve Muhacir arasında birer kişiyi karşılıklı olarak kardeş saymak suretiyle onları birbirlerine karşı sorumlu tutmuştur. Bu kardeşlik hareketi öyle bir noktaya ulaşmıştır ki, aralarında kan bağı olmaksızın kardeş kabul edilen müslümanlar başlangıçta birbirlerine mirasçı dahi sayılmışlardır. Kur’an’da buna “İman edip de hicret edenler Allah yolunda bulunanlar, Muhacirleri barındırıp yardım edenler yok mu, işte onlar mirasta birbirlerinin velileridirler”[12] âyetiyle işaret edilir. Daha sonra Muhacirlerin durumu düzelince bu uygulama “Akrabalık yönünden yakınlıkları olanlar Allah’ın hükmüne göre mirasta birbirine daha yakındır”[13] hükmüyle neshedilmiştir[14].

 

            Ensar-Muhacir kardeşliği neticesinde her iki taraf arasında ruhi, içtimai ve iktisadi bütünlük ve dayanışma temin edilmiş, taraflar artık kader ortağı olmuşlardır. Bu sayede müslümanlar hem Medine dahilindeki münafıklara, hem Yahudi düşmanlara, hem de Mekke ve Hicazın diğer müşrik Araplarına karşı aynı anda mücadele edebilmişlerdir[15]. Hz. Peygamber’in Medine’de inanç merkezli olarak teşkil ettiği müslüman topluluk, şehrin en güçlü ve organize unsuru haline gelmiştir.  Böylece Medine ilk dârulislâm, bazı hadislerde “dârulhicre” veya “dârul mühacirin” diye de anılan hicret yurdu olmuştur[16]. Muâhât (Kardeşlik), İslâm toplumunda bütünleşme ve ümmet fikrinin gerçekleştirilmesinde sosyokültürel ve ekonomik problemlerin çözümünde büyük kolaylıklar sağlamıştır. Yurtlarından ve yuvalarından sürülen; ya da ayrı düşen muhâcirlerin gariplik ve mahzunluğu giderilmiş; hicret edenlerin Medine’ye ve Medinelilere ısınmaları kolaylaştırılmış; ayrıca fakir ve muhâcirlerin maddî destek ve yardım görmelerinden doğabilecek psikolojik ezikliğe fırsat verilmemesi amaçlanmıştır[17].

 

            Mescid-i Nebî’nin İnşası ve Ashab-ı Suffe

            Medine’de İslam toplumunun oluşmasında ve Müslümanlar arasında birlik ve beraberliğin sağlanmasında en önemli unsurlardan birisi Mescid-i Nebevî’dir. Bu mescidin inşasına Hz. Peygamber başta olmak üzere bütün müslümanlar maddi imkan ve fiziki yardımlarıyla iştirak ettiler. İbadet için tahsis edilen mekanın tamamlanmasından sonra binanın hemen bitişiğine Resûlüllah ve ailesi için odalar ilave edildi. Bütün bu çalışmaların tamamlanmasından sonra Hz. Peygamber geçici olarak kaldığı Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin evinden ayrılarak kendi konutuna yerleşti[18].

            Mescid-i Nebevî ibadet mahalli olmanın yanında, Hz. Peygamber’in sohbet ve vaaz yaptığı, askerî işlerin müzakere edildiği, elçilerin kabul edildiği, bazen duruşmaların yapıldığı, folklor gösterilerinin tertiplendiği bir mekandı. Mescid-i Nebevî aynı zamanda bir eğitim öğretim yeri olarak kullanılmaktaydı. Namazlardan sonra Allah Resûlü mescide oturduğu zaman sahabîler hemen onun etrafında halka oluştururlardı. Hz. Peygamber onlara vaaz eder, nasihatta bulunur, kendileriyle sohbet ederdi. Mescid-i Nebevî Müslümanların eğitilmesinde, nâzil olan ayetlerin duyurulup hayata geçirilmesinde, müslümanların cemaatleşmesinde ve kaynaşmasında, son derece önemli fonksiyonlar üstlenmiştir[19].

            Mescid-i Nebevî’nin bitişiğinde üzeri hurma dallarıyla örtülü, fakir kimsesiz ve barınacak yeri olmayan müslümanlar için kalınacak bir yer (suffe)  inşa edildi. Burada kalanlara Suffe Ehli, Ashâb-ı Suffe denilirdi. Ashâb-ı Suffe, kimsesiz muhacirler, bekarlar, Arap kabilelerinden müslüman olup Medine’ye göç edenler ile ilim tahsil etmek isteyen sahabîlerden oluşmaktaydı. Onların zaruri ihtiyaçları başta Hz. Peygamber olmak üzere diğer Müslümanlar tarafından karşılanmaktaydı. Medine’de dini tebliğ görevinde yer alan davetçi ve öğretmenler genelde bunlar arasından seçilmiştir. İlk İslam eğitim kurumu kabul edilen Suffe, ilk ortaya çıkış şartları dikkate alındığında; bütün fonksiyonlarıyla modern çağımızda faaliyet gösteren sığınma evi, huzur evi, imarethane, aşevi, çocuk esirgeme ve ıslah evleri gibi faaliyet gösteren modern toplumların sosyal güvenlik kurumlarının belki de ilk nüvesi idi [20].

 

            Medine Vesikası/Medine Sözleşmesi

 

Hz. Peygamber, daha önce Muâhât (kardeşlik) sözleşmesi ile göç sonrası adaptasyon sürecini yönetmiş, müslümanlar arasındaki bütünlüğün sağlanması, toplum bilinci ve kimliğinin oluşturulması yönünde ilk adımı atmıştı. Bundan sonra sıra Medine’deki diğer kabilelerle uzlaşı içerisinde yaşanabilecek geniş tabanlı bir toplum oluşturmaktaydı. Bu sebeple Hz. Peygamber, Muhacir ve Ensar ile Medine’deki Arap kabileleri ve Yahudilerin ileri gelenlerini Enes b. Malik’in evinde topladı. Bütün bu inanç farklılıklarına rağmen aynı şehirde beraberce nasıl yaşanabileceği hususunda adlî, siyasî, askerî, sosyal ve ekonomik düşüncelerini ortaya koyarak istişarelerde bulundu. Allah Resûlü şehirde yaşayan diğer din ve milletlere mensup insanların hak ve sorumluluklarını da ihtiva eden bir sözleşme metni (sahife) tanzimine karar verdi. Yapılan görüşmeler sonunda Medine’de bir şehir devletinin kurulması konusunda anlaşmaya varıldı[21].

            İslâm Tarihi kaynaklarında detaylı bir biçimde anlatılan bu sözleşmeyle Medine’deki müslümanlarla, İslâm’a ve müslümanların cemaatine katılmayan müşrikler, civardaki Yahudiler ve Hristiyanlar arasında kapsamlı ve yazılı bir antlaşma düzenlenmiştir. Medine şehir devletini oluşturan toplulukları, bunların birbirleriyle ve yabancılarla olan münasebetlerini, bu toplulukların idari ve adlî yapılarını, fertlerin sahip oldukları din ve vicdan hürriyetini belirli esaslara bağlayan bu metin, şekil açısından bugünkü anayasalardan farklı olsa da maddi açıdan bir anayasa mahiyetindedir. Bundan dolayı da özellikle Batı kaynaklarında “Medine Anayasası” olarak adlandırılmaktadır[22]. Söz konusu anayasa için Muhammed Hamidullah ; “dünya üzerinde bir devlet başkanı tarafından ortaya konulan ilk yazılı anayasa” nitelemesinde bulunmaktadır[23].  Toplam olarak 47[24] maddeden oluşan Medine Anayasasında kan diyetinin durumu, savaş esirleri, karşılıklı yardımlaşma, eman, kısas gibi hukuki konulara açıklık getirilmiştir. Hepsi bir ümmet mefhumu içerisinde değerlendirilmekle beraber (mad. 2, 25) müslümanların dışında kalan topluluklar müslümanlara tabi kabul edilmiştir (mad. 1). Hem müslümanlar hem de gayr-i müslim topluluklar ayrıcalığa tabi tutulmadan karşılıklı haklar kazanma ve sorumluluklar yüklenme esası üzerinde uzlaşı sağlayarak aynı toplum çatısı altında birleşmişlerdir[25].

 

            Bu anayasa ile Medine’de site devletinin yapılanmasının temeli atılmış oluyordu. Başkent Medine, siyasi lideri de Hz. Peygamber olarak kabul edilmiştir. Ayrıca bu anayasa ile son söz bundan sonra müslümanların olmuştur. Nitekim tarafların anlaşamadıkları bir problemin çözümü hususunda Allah’a ve Hz. Peygamber’e müracaat edilmesinin hükme bağlanması  (mad. 23, 42)  bu durumu teyit etmektedir. Hz. Peygamber, müslümanlar nazarında asıl olarak peygamber ve başkanlık vasıflarını birlikte taşırken, müslümanların dışındaki gruplara göre ise bir siyasi lider konumu kazanmıştır[26]. Böylelikle siyasi otorite ile dini otorite bir kişide toplanmış oluyordu. Bununla beraber Medine Anayasası, İslâm tarihinde bir arada yaşama tecrübesinin somut örneğini belgelemektedir. Her etnik grup kendi iç hukukunda tamamen serbestti ve ait olduğu grubun kanunlarına uyma yönünden de tam bir özgürlüğe sahipti. Yahudiler, Yahudi kanunlarına, Hristiyanlar, Hristiyanlığa göre yargılanabileceklerdi. Bu uygulama ile katılımcı anlayışın esas olarak alındığı bir toplum yapısı kurulmuş ve birden çok hukuk sistemi geçerli kılınmıştır. Bu sistemle, birlikte yaşamanın kalıcı hukuk zemini oluşturulmuştur[27].

 

             Nüfus Sayımı Yapılması

            Hz. Peygamber’in Medine Anayasa’sını tanzim ettikten sonra gerçekleştirdiği sosyal faaliyetlerden biri de buradaki vatandaşların, özellikle de müslümanların sayısını tespit etmek üzere nüfus sayımı yaptırması olmuştur. Kaynak ve araştırmalarda bu konuyla ilgili farklı bilgiler bulunmaktadır. İmam Buhâri sayım sonucunda Müslümanların 1500 kişi olduğu bilgisini verirken, Müslim ve İbn Mace’ye göre ise bu rakam 600-700 kişi civarındadır[28].  M. Hamidullah Makrizi’nin rivayetini esas alarak Hicret’in hemen ertesinde yapılan muahat sözleşmesinde 186 muhacir ailesiyle bir o kadar ensar ailesinin kardeşleştiğini, ilk planda müslüman ailelerin sayısının yaklaşık 400 olduğu kanaatini bildirir. Müslümanların sayısını vermeksizin Medine’nin toplam nüfusunun 10.000 den fazla olması gerektiğini söyler. Bu genel Yahudi ve müşrik Arap nüfus içinde, hicret etmiş Kureyşli muhacirler hariç, Evs ve Hazreç’ten Müslüman olanların sayısı ise yaklaşık 1500 olarak tahmin edilmektedir[29].

 

 

            Kıblenin Değişmesi

            Hicretten sonra Medine’de gerçekleştirilen önemli değişim adımları arasında kıblenin Kudüs’ten Mekke’ye çevrilmesini de zikretmek gerekir. Kıblenin değişmesiyle Medine’deki Müslümanlar siyasi bağımsızlıklarının ardından Yahudi ve Hristiyanlara karşı kıble bağımsızlığını da kazanmış oldular. Müslümanlar için tesbit edilen yeni kıble aynı zamanda Mekke’nin sonunda fethedileceğinin ve Kâbe’nin putlardan temizleneceğinin de ilk işareti olarak kabul edilmiştir. Kıblenin Kabe olmasının ardından Müslümanlar namaza ezan ile davet olunmaya başlamışlardır.  Hicretin ilk yılında cuma namazı daha sonra ramazan orucu, zekat ve bayram namazı farz kılınmış, bunlara kurban emri de eklenmiştir. Bu şekilde Medine’de yeni toplumun oluşumu ile dini gelişme birlikte gerçekleşmiştir[30].  

 

Sonuç olarak,  öncesi ve sonrasıyla Medine’ye hicret, sıradan bir yer değişikliği veya göç değildir.  Hz. Peygamber’in hicretinin en dikkat çekici özelliği tarihsel dönüşüme ve olumlu bir değişime kapı aralanmasıdır. Kabilecilikten ümmete, asabiyetten adalete, cahiliyeden medeniyete geçişin yolu Medine’ye hicretle açılmıştır. Mekke’de başlayan bireysel değişim, hicretle birlikte toplumsal dönüşümü getirmiştir. Bunun ilk işareti de hicret yurdu olan “Yesrib”in, hicretten sonra “Medinetü’n-nebî” olmasıdır.  İnanılan değerler uğruna yola çıkan mü’minlerin hak ve hakikat yürüyüşünün bir parçası olan hicret bir milat olarak tarihe geçerken diğer yandan kıyamete kadar her inanan kişi için evrensel birer model olmaktadır.

 

 

 



[1] Sarıçam, İbrahim, Hz. Muhammed ve Evrensel Mesajı, D.İ.B. yayınları, Ankara-2004, s:117; Fetahu, Şakir, “Hicret-Yeni Bir Dönemin Başlangıcı, Hz. Muhammedi Anlamak Sempozyumu, Üsküp-1997, s:7; Hicret kavramı, Kur’an’da göç etmenin dışında Allah’a eş koşmak ve puta tapmak gibi çirkin davranışlardan kaçınmak (Müddesir, 74/5) ve bir insanın yanından ayrılmak (Meryem, 19/46; Nisa, 4/34) anlamında da kullanılmıştır. Hicret eden müslümana da muhacir denir. Dini Kavramlar Sözlüğü, D.İ.B. Yayınları, Ankara-2015, s.256.

[2] Gündoğdu, Yusuf Bahri, “İslam Hicretinin Sosyolojik ve Pedagojik Tahlili”, Geçmişten Günümüze Göç II, (Ed.Osman Köse), Samsun 2017, s. 969.

[3]Apak, Adem, “Hz. Peygamber’in Hicret Sonrası Medine’de örnek Toplum Oluşturma Adımları Üzerine”, İslâmi İlimler Dergisi Yayınları, 2014, s:348.

[4] Demircan, Adnan, “Hz. Peygamberin Hicreti”, İslam Tarihi Araştırmaları Dergisi, 1/1 (2017), s.1.

[5] Er, İzzet, “Sosyo-Kültürel Yönüyle Hicret”,  Diyanet Dergisi, (Hicret Özel Sayısı)-1981, s: 18;  Özel, Ahmet, “Hicretin Fıkhi Yönü”, Diyanet Dergisi, (Hicret Özel Sayısı)-1981. s.29.

[6] Enfâl, 8/72.

[7] Tevbe, 9/100.

[8] Dârimî, “Siyer”, 69.

[9] Yıldız, Halime, “Ontolojik Olarak Göç”, Din ve Hayat Dergisi, İstanbul Müftülüğü, 2018, sa:33, s. 42.

[10] Apak, agm., s: 348 vd; Aydın, Mustafa, “Özel Göç Biçimi Olarak Hicret”, Sosyoloji Divanı, 2015, sa:6, s:107-108.

[11] Hamidullah, Muhammed, İslâm Peygamberi, (çev:Salih Tuğ), İrfan Yayımcılık, İstanbul-2002, c:1, s:183; Sarıçam,  age.,, s:139; Yiğit-İsmail, Küçük-Raşit, Hz. Muhammed (Siyer-i Nebi), Kayıhan Yayınları,İstanbul-2007, s:154-155.

[12] Enfâl, 8/72.

[13] Enfâl, 8/75.

[14] Apak, agm. s:350.

[15] Apak, agm., s: 351;

[16] Özel, Ahmet, “Hicret” mad. DİA, İstanbul-1998, c:17, s: 463.

[17] Yılmaz, H.Kamil, “Hicret ve Muâhât”, Din ve Hayat Dergisi, İstanbul Müftülüğü, 2018, sa:33, s.5.

[18] Apak, agm., s.352.

[19] Sarıçam, age., s.137;

[20] Apak, agm., 352; Sarıçam, age, s.139; Safa, Mustafa, “Hicret Sonrası Medine’de Sosyal ve Dini Hayat”, Toplum Bilimleri Dergisi, 2015, 9(17), s.363.

[21] Hamidullah, a.g.e, c:1, s:189; Sarıçam, age., s. 143; Gümüş Böke, Emine, “Hicretin Sonuçlarından Medine Anayasası, Dârul İslâm / Dârul Harp Tanımları Ve Hukuku”, Din ve Hayat Dergisi, İstanbul Müftülüğü, 2018, sa:33, s. 73.

[22] Aydın, M. Akif, “Anayasa” mad. DİA, c:3, İstanbul-1991, s:153.

[23] Hamidullah, a.g.e., c:1, s:189.

[24] Bazı araştırmacılara göre anlaşmanın 52 madde olarak tasnif edildiği belirtilmektedir. Apak, agm., s. 353; Yüksel, Ahmet Turan, “Medeniyet Kurucu Olaraka Hicret”, Din ve Hayat Dergisi, İstanbul Müftülüğü, 2018, sa:33, s.32.

[25] Açık, Fatih, “Hicret Sonrası İlk İslâm Medeniyetinin İnşa Sürecinde Toplumsal Kurumların Yapısı”, Akademik Bakış Dergisi, Kırgızistan- 2015, sa:52,  s:296; Gümüş Böke, agm., s. 75.

[26] Açık, agm, s:297; Gümüş Böke, agm., s. 75.

[27] Açık, agm, s: 298; Apak, agm., s: 353-354; Yiğit-Küçük, age., s:158.

[28] Buhari, “Cihad”, 181; Müslim, “İman” 235; İbn Mâce, “Fiten”, 23.  

[29] Safa, agm., s. 366; Hamidullah, age., c:1, s. 181-183.

[30] Apak, agm. S.355; Sarıçam, age., s. 146;

Yeni yorum ekle

Image CAPTCHA
Enter the characters shown in the image.