Peygambere Ne Gerek Vardı?
Peygamberlerin gönderiliş amacı yalnızca Allah’ın âyetlerini insanlara tebliğ etmek değil, aynı zamanda bu âyetlerin nasıl uygulamaya geçirileceğini onlara bizzat yaşayarak göstermek, hayat olayları karşısında ne tür tavırlar göstermeleri gerektiği konusunda onlara örneklik etmektir.
“Peygamber” kelimesi Farsça olup anlamı “haber getiren” demektir. Bununla Allah’ın insanlar arasından kendisine elçi olarak seçtiği ve onun aracılığıyla insanlara haberler ulaştırdığı kimseler kastedilir. Kur’an’da peygamberler için “resûl”, “nebî”, “Mürsel” gibi kelimeler kullanılmıştır.
Peygamberlere inanmak imanın altı şartından biridir. Bir kimse genel olarak peygamberliği reddederse, yahut peygamber olduğu din tarafından belirtilmiş herhangi birinin peygamberliğini kabul ederse o kimse İslam dairesinin dışına çıkar.
Bu yazıda peygamberlere iman konusuna ilişkin belirli soruları ele almaya çalışacağız.
1. Peygamberlerin Gönderilmesine Ne Gerek Var?
Bu soruyu şu şekilde ortaya koyabiliriz: “Allah insanları diğer varlıklardan farklı olarak akıl sahibi olarak yaratmıştır. İnsanlar kendi akıllarını kullanarak doğruyu bulabilecek kabiliyette değil midir? Peygamberlerin gönderilmesine ne gerek var? Şayet peygamber gönderilecekse bu durum insan aklının bir işe yaramadığını göstermez mi?”
a) Akıl tek başına yeterli değildir
Tarihte ve günümüzde bir tanrının varlığını kabul ettiği halde peygamberlik kurumunu reddeden şahıslar ve akımlar var olmuştur. Günümüzde “Deizm” adı verilen felsefî görüş bunu savunmaktadır. Bu görüşte olanlara göre insan aklı Allah’ın mükemmel bir nimeti olup insan, gerçekleri aklıyla kavrayabilecek güçtedir. Bu sebeple tanrının varlığını ve birliğini, O’nun ne kadar mükemmel olduğunu kavrayabilmek için akıl dışında bir şeye muhtaç değildir. Yine Allah, her insanın fıtratına (öz benliğine) iyilik ve kötülük duygusunu yerleştirmiştir. Bu sebeple insana neyin iyi neyin kötü olduğunun dışarıdan dikte edilmesine ihtiyacı yoktur.
İslam inancı açısından bakıldığında peygamberlerin gönderilmesi Allah’ın insanlara büyük bir lütfudur. Her ne kadar Allah insana akıl vermiş olsa da ve iyilik ya da kötülüğe ilişkin duygular insan fıtratına yaratılıştan kodlanmış olsa da bu durum peygamberliğin gereksiz olduğunu göstermez.
Her şeyden önce akıl dediğimiz kabiliyet sınırlıdır. Nasıl ki gözün görme kabiliyeti, kulağın işitme kabiliyeti sınırlı ise aklın da düşünme kabiliyeti sınırlıdır. Oysa peygamberler aracılığıyla bizlere bildirilen bilgilerin büyük bir kısmı gayb alanına aittir. Gaybî konular ise aklın ve beş duyunun kavrama alanı dışındadır. Söz gelimi Allah’ın sıfatları, melekler ve cinler gibi görünmeyen varlıklara dair hususlar, âhiret âlemi gibi konular aklın kavrama alanı dışındadır. Yine insanın dünyadaki vazifesinin ne olduğu, Allah’a ve diğer insanlara karşı görevlerinin ne olduğunu da akıl tam olarak kendiliğinden bilemez. Şu halde bu gibi alanlarda insanları “tam” ve “doğru” bir şekilde bilgilendirmek için “akıl üstü” bir bilgi kaynağına ihtiyaç vardır. O kaynak da vahiydir.
İkinci bir husus da şudur: Akıl, her insanda aynı ölçüde değildir. Gerek doğuştan gerekse sonradan tecrübe ile elde edilen aklî donamımın insanlar arasında farklı olduğu tartışma götürmez bir gerçektir. Eğer insanlar peygamberler aracılığıyla neyin doğru neyin yanlış olduğu konusunda bilgilendirilmemiş olsalardı, akıl seviyeleri farklı olan insanlar arasında bir tür eşitsizlik söz konusu olmuş olurdu.
Bir diğer husus da şudur: İnsan yalnızca akıl sahibi bir varlık olmayıp aynı zamanda kendisini her an kötülüğe sürükleyebilecek bir nefse de sahiptir. Üstelik insanı her an saptırmayı kendisine görev bilen şeytan da sürekli onu ayartmaya, yoldan çıkarmaya çalışmaktadır. Hal böyle olunca insan ne kadar akıl sahibi bir varlık olursa olsun duygularının esiri olabilmekte, şeytanın telkin ve vesveselerine kanarak nefsine uyabilmekte, akla aykırı hareket etmektedir. Nitekim günümüzde alkol, uyuşturucu gibi kötü alışkanlıklara sahip olan kimselerin büyük çoğunluğu bu yaptıklarının doğru olmadığını aklen bildikleri halde nefislerine uyarak bu kötü huylarını devam ettirmektedirler. Öyleyse insanın aklını destekleyecek, onu nefsinin ayartmasına ve şeytanın kışkırtmasına karşı uyaracak hâricî bir uyarıcıya ihtiyaç bulunmaktadır. Zaten peygamberler insanlara, akıllarına kodlanmış olan bu gerçekleri hatırlatmak için görevlendirilmişlerdir. Nitekim Kur’an bu hususu şu şekilde ortaya koyar:
“O halde (Ey Peygamber), sen hatırlat; çünkü sen ancak hatırlatıcısın. Onların üzerinde bir zorba değilsin.” (el-Ğâşiye, 21-22)
İslam âlimleri aklı göze benzetmişlerdir. Nasıl ki göz görebilmek için ışığa muhtaçsa akıl da gerçekleri idrak edip anlayabilmek için vahyin ışığına muhtaçtır. Nitekim Rabbimiz Kur’an’ın bir “nûr” olduğunu şu şekilde belirtmektedir:
“Ey insanlar! Şüphesiz size Rabbinizden kesin bir delil geldi ve size apaçık bir nur indirdik.” (en-Nisâ, 174)
b) Peygamberlerin gönderilmesi Allah’ın merhametinin göstergesidir
Peygamberlerin gönderilmesi Allah’ın insanlara olan şefkat ve merhametinin en büyük göstergesidir. Zira kâinattaki her bir varlık Allah’ın varlık, birlik, güç ve kudretini gösteren bir ayna hükmünde olduğu ve insana da bu aynadan yansıyan nurları görebilecek bir akıl verildiği halde Rabbimiz yalnızca bununla yetinmeyerek ayrıca insana o âyetleri tekrar hatırlatacak, öğretecek, insanın aklını takviye edecek peygamberler göndermiştir. Kur’an, peygamberlerin gönderilmesinin nasıl bir lütuf olduğunu, son peygamber üzerinden şu şekilde ifade etmektedir:
“Andolsun ki içlerinden, kendilerine Allah’ın âyetlerini okuyan, (kötülüklerden ve inkârdan) kendilerini temizleyen, kendilerine Kitap ve hikmeti öğreten bir Peygamber göndermekle Allah, müminlere büyük bir lütufta bulunmuştur. Halbuki daha önce onlar apaçık bir sapıklık içinde idiler.” (Âl-i İmran, 164)
Rabbimiz, lütfu gereğince insanlara bir peygamber gönderip de onlara emir ve yasaklarını beyan etmedikçe hiç kimseye azap etmeyeceğini belirtmiştir. Bu konuda Kur’an şunları söyler:
“Biz, bir peygamber göndermedikçe (kimseye) azap edecek değiliz.” (el-İsrâ, 15)
“Rabbin, kendilerine âyetlerimizi okuyan bir peygamberi memleketlerin ana merkezine göndermedikçe, o memleketleri helâk edici değildir. Zaten biz ancak halkı zalim olan memleketleri helâk etmişizdir.” (el-Kasas, 59)
c) Peygamberlerin gönderilmesi bahaneleri ve mazeretleri ortadan kaldırmak içindir
Peygamberler gönderilmemiş olsaydı insanlar kıyamet günündeki sorgu esnasında dünyaya gelme amaçlarını anlayamadıklarını, üzerlerine düşen vazifenin ne olduğunu bilmediklerinden görevlerini yerine getiremediklerini ileri sürerek bahane ve mazeretler ileri sürebilirlerdi. İşte bunun önüne geçmek üzere peygamberler gönderilmiştir. Kur’an bu konuyu şu şekilde haber verir:
“Müjdeleyici ve sakındırıcı olarak peygamberler gönderdik ki insanların peygamberlerden sonra Allah’a karşı bir bahaneleri olmasın! Allah izzet ve hikmet sahibidir.” (en-Nisâ, 165)
2. Peygamberler Niçin İnsanlar Arasından Seçilmiştir?
Tarih boyunca peygamberlere inanmayan kimselerin en büyük bahanelerinden birisi “Allah, kendisine elçi olarak bizim gibi bir insanı mı seçti?” demek olmuştur. Peygamberlerin de diğer insanlar gibi yeme-içmesi, evlenmesi, çoluk-çocuk sahibi olması inanmayanlar açısından bir eleştiri konusu olmuştur. Onlara göre peygamberler, olağanüstü özelliklere ve kabiliyetlere sahip varlıklar olmalıydı, sıradan insanlar gibi olamazdı.
Kur’an bu durumu şu şekilde haber vermektedir:
“Onlar (müşrikler) şöyle dediler: Bu ne biçim peygamber; (bizler gibi) yemek yiyor, çarşılarda dolaşıyor! Ona bir melek indirilmeli, kendisiyle birlikte o da uyarıcı olmalıydı! Yahut kendisine bir hazine verilmeli veya içinden yeyip (meşakkatsizce geçimini sağlayacağı) bir bahçesi olmalıydı. (Ayrıca) o zalimler (müminlere): Siz, ancak büyüye tutulmuş bir adama uymaktasınız! dediler.” (el-Furkan, 7-8)
Müşriklerin peygamberimize yönelttiği bu eleştirilere cevap veren Rabbimiz, tarih boyunca gönderilen bütün peygamberlerin aynı durumda olduğunu bildirerek şöyle buyurur:
“Biz, senden önce de, kendilerine vahiy verdiğimiz kişilerden başkasını peygamber olarak göndermedik. Eğer bilmiyorsanız bilenlerden sorunuz. Biz onları (peygamberleri), yemek yemez birer (cansız) ceset olarak yaratmadık. Onlar (bu dünyada) ebedî de değillerdir.” (el-Enbiyâ, 7-8)
Peygamberlerin gönderiliş amacı yalnızca Allah’ın âyetlerini insanlara tebliğ etmek değil, aynı zamanda bu âyetlerin nasıl uygulamaya geçirileceğini onlara bizzat yaşayarak göstermek, hayat olayları karşısında ne tür tavırlar göstermeleri gerektiği konusunda onlara örneklik etmektir. Nitekim Allah, peygamberimizi hangi görevler yükleyerek gönderdiğini şu âyette belirtmektedir:
“Ümmîlere içlerinden, kendilerine âyetlerini okuyan, onları temizleyen, onlara Kitab’ı ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderen O’dur. Kuşkusuz onlar önceden apaçık bir sapıklık içindeydiler.” (el-Cum’a, 2)
Eğer peygamberler insanüstü varlıklar olsaydı insanların onları örnek almaları, onlar gibi davranmaları mümkün olmazdı. Bir an için peygamberlerin melekler arasından seçilmiş olduğunu düşünelim. Bilindiği üzere melekler cinsiyet sahibi olmayan, doğum, üreme, evlilik gibi özelliklere sahip olmayan, yeme-içme, yorulma-uyuma, hastalanma gibi insanî vasıflardan uzak bulunan varlıklardır. Bu durumda meleklerin bu gibi konularda insanlara örnek olması, davranışlarıyla yol göstermeleri mümkün olmazdı. Nitekim peygamberlerin melekler arasından seçilmesi gerektiğini iddia eden müşriklere karşı Kur’an şöyle cevap vermiştir:
“Kendilerine hidayet rehberi geldiğinde, insanların (buna) inanmalarını sırf, “Allah, peygamber olarak bir beşeri mi gönderdi?” demeleri engellemiştir. Şunu söyle: Eğer yeryüzünde yerleşmiş gezip dolaşan melekler olsaydı, elbette onlara gökten, peygamber olarak bir melek gönderirdik.” (el-İsra, 94-95)
Melek ile sıradan insanlar arasında bir iletişim söz konusu olsaydı o zaman “meleklere iman” meselesi bir iman konusu olmaktan çıkar, dahası meleklerin olağanüstü halleri, diğer insanların da ister istemez inanmalarına sebep olur, imtihanın anlamı kalmazdı. Nitekim bu sebeple Kur’an şöyle buyurmaktadır:
“Eğer peygamberi bir melek kılsaydık muhakkak ki onu insan sûretine sokar onları yine düşmekte oldukları kuşkuya düşürürdük.” (el-En’am, 9)
3. Peygamberler İnsanlar Arasından Neye Göre Seçilmişlerdir?
Peygamberlik insanın çalışıp çabalaması ile elde edebileceği bir görev ya da makam olmayıp tamamen Allah tarafından yapılan bir seçimdir. Kuşkusuz Allah’ın bir kimseyi kendisine elçi olarak seçmesinin bir kısmı insanlar tarafından bilinebilecek bir kısmı da bilinemeyecek olan pek çok hikmetleri vardır. Allah Resûlü (s.a.v.) peygamberliğini ilan ettiğinde, kendisinin maddî olarak zenginlerden olmaması, Arap toplumu içinde daha önce şöhreti duyulmamış bir kimse gibi olması gerekçelerle bazıları “Allah böyle birisini nasıl olur da kendisine elçi olarak seçer?” şeklinde itirazlar söz konusu olmuştu. Bu konuda Kur’an şunları söylemektedir:
“Dediler ki: Bu Kur’an [Araplar arasında şöhreti bilinen] iki şehirden [Mekke ve Tâif’ten] bir büyük adama indirilse olmaz mıydı? Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? Dünya hayatında onların geçimliklerini aralarında biz paylaştırdık. Birbirlerine iş gördürmeleri için kimini ötekine derecelerle üstün kıldık. Rabbinin rahmeti onların biriktirdikleri şeylerden daha hayırlıdır.” (ez-Zuhruf, 31-32)
Allah’ın hangi zamanda, hangi toplumda, kimi peygamber seçeceği konusunda yalnızca kendisinin bileceği bir takım hikmet ve sırlar vardır. Nitekim “Rabbin, dilediğini yaratır ve seçer” (el-Kasas, 68) buyuran Rabbimiz “Onlar (bütün bu peygamberler), hayır işlerinde koşuşurlar, umarak ve korkarak bize yalvarırlardı; onlar, bize karşı derin saygı içindeydiler.” (el-Enbiyâ, 90) buyurmak suretiyle peygamberlerin insanların en hayırlıları ve üstünleri olduğunu da belirtmiştir.
İslam âlimleri peygamberlerin tümünün “sıdk (doğru sözlülük)”, “emanet (güvenilirlik)”, “fetânet (zekâ)”, “ismet (günahtan korunmuşluk)” ve “tebliğ (Allah’ın buyruklarını iletmek)” şeklinde beş vasfa sahip olduklarını belirtmişlerdir. Tebliğ vasfı dışındaki diğer dört vasıf, peygamberlerin zekâ, ahlak ve davranış bakımından ne derece üstün olduklarını da ortaya koymaktadır.
4. Peygamberlerin Günahtan Korunmuş Olmalarını Nasıl Anlamak Gerekir?
Tüm peygamberlerde bulunan ortak özelliklerden birisi de “ismet” vasfıdır. İsmet korunmak anlamına gelir. Peygamberlerin dini tebliğ ederken hata etmekten, unutmaktan, Allah’ın vahyine ekleme ya da çıkarma yapmaktan korundukları hususunda İslam ümmeti ittifak etmiştir. Bunun dışında peygamberlerin diğer günahlardan korunup korunmadığı, bu korunmanın peygamber olmadan önceyi de kapsayıp kapsamadığı konusunda âlimler arasında farklı görüşler söz konusu olmuştur. Âlimlerin büyük çoğunluğuna göre peygamberler; gerek peygamber olmadan önce gerekse peygamber olduktan sonra “Allah’a ortak koşmak” gibi inanca ilişkin günahlardan ve “zina etmek”, “hırsızlık yapmak”, “iftirada bulunmak” gibi yüz kızartıcı suçlardan korunmuşlardır. Şayet peygamberler, bu tip günahları işleyen kimseler arasından seçilmiş olsaydı o takdirde toplumların o kişilerin sözlerine uymaları, kendilerini örnek almaları mümkün olmaz, peygamberlere sürekli daha önceden işledikleri günahlar hatırlatılır, yüzlerine çarpılırdı.
Hz. Muhammed’in (s.a.v.) daha peygamber olmadan önce toplumu içinde “Muhammedü’l-emîn (güvenilir Muhammed)” diye anıldığı herkes tarafından bilinen bir gerçektir.
Durum böyle olmakla birlikte “peygamberlerin günahtan korunması” demek onların iradeleri dışında özel bir şekilde günahtan korundukları, kendilerinin imtihan dışı tutulduğu anlamına gelmemektedir. Âlimlerimiz bu durumu “ismet, külfeti ortadan kaldırmaz” yani “günahtan korunmuş olmak demek, peygamberin imtihan olmadığı, iradesinin devre dışı kaldığı” anlamına gelmemektedir. Peygamberlerin kendi istek ve iradeleriyle günahtan uzak duracağını Allah bildiğinden onları kendisine elçi olarak seçmiştir.
Peygamberlerin günah işleme iradelerinin onlardan alınmadığının en büyük göstergesi Kur’an’da bazı peygamberlerin hayatlarının anlatıldığı bölümlerde o peygamberlere atfedilen olaylardır. Mesela Hz. Âdem’in cennette yasak ağacın meyvesinden yemesi, Hz. Nuh’un kâfir oğlunun kurtulması için dua etmesi, Hz. Yunus’un kavmini terk etmesi, Hz. Musa’nın bir kavgayı ayırmak isterken vurduğu şahsı öldürmesi bu kapsamda zikredilebilir. Kur’an’ın birkaç yerinde Allah Resûlü’nün (s.a.v.) uyarılması da söz konusu olmuştur. Şu halde “peygamberler korunmuştur” demek, “onlar istese de günah işleyemez, günah işleme iradeleri kendilerinden alınmıştır” anlamına gelmemekte, onların kendilerini günahtan korumak için gayret gösterdiklerini belirtmektedir.
5. Bir Kimsenin Peygamber Olup Olmadığ Nereden Anlaşılır?
Tarih boyunca pek çok kimse “Allah ile iletişim içine girdiğini, Allah’tan bir takım haberler (vahiy) aldığını” iddia etmiştir. Bunların bir kısmı gerçekten Allah tarafından seçilip görevlendirildiği halde diğer bir kısmı Allah’a iftira atarak insanları kandırmaya çalışmıştır. Tarih boyunca “peygamberlik iddiasında bulunan yalancılar” bulunduğunu Kur’an şöyle haber verir:
“Allah’a karşı yalan uydurandan yahut kendisine hiçbir şey vahyedilmemişken “Bana da vahyolundu” diyenden ve “Ben de Allah’ın indirdiği âyetlerin benzerini indireceğim” diyenden daha zalim kim vardır!” (el-En’âm, 93)
Şu halde gerçekten peygamber olan ile yalan yere peygamberlik iddiasında bulunan kimse arasını ayırt eden bir ölçünün olması gerekir. İslam âlimlerine göre bu ölçü “mucize”dir. Mucize, peygamberlik iddiasında bulunan zâtın elinde meydana gelen ve diğer insanların bir benzerini yapmaktan âciz kaldığı olağanüstü olaylardır.
Allah tarafından seçilen elçilerin tümüne Allah, onların yalancı olmadığını göstermek üzere bir takım mucizeler vermiştir. Hz. Sâlih elinde kayanın deveye dönüşmesi, Hz. Musa’nın asâsının yılana dönüşmesi, elini koynuna sokunca güneş gibi parlaması, Hz. Davud’un elinde demirin hamur gibi yumuşaması, Hz. Süleyman’ın rüzgâr aracılığıyla uzak mesafelere bir anda seyahat etmesi, Hz. İsa’nın ölüleri diriltmesi, çamurdan yaptığı kuşa üfleyince canlanması, körleri ve alaca hastalarını iyileştirmesi Kur’an’da anlatılan mucizelerin bir kısmıdır. Rabbimiz son elçisi Hz. Muhammed’e de Kur’an gibi ebedî bir mucize vermiş, insanlar ve cinler bir araya gelse bile bu Kur’an’ın bir benzerini meydana getiremeyeceklerini belirterek meydan okumuştur:
“De ki: Andolsun, bu Kur’an’ın bir benzerini ortaya koymak üzere insanlar ve cinler bir araya gelseler, birbirlerine destek de olsalar, onun benzerini ortaya getiremezler.” (İsrâ, 88)
6. Kur’an Niçin Sadece Ortadoğu Bölgesindeki Peygamberlerden Söz Ediyor?
Yeryüzünde peygamber gönderilmeyen hiçbir topluluk yoktur. Bu gerçek Kur’an’da şu şekilde bildirilir:
“Her toplum için mutlaka bir uyarıcı (peygamber) bulunmuştur.” (el-Fâtır, 24)
“Her kavmin bir yol göstericisi vardır.” (er-Ra’d, 7)
Kur’an, yalnızca ilk muhataplarının bildiği bir takım peygamberlerden söz etmiştir. Bu, Allah’ın başka peygamber göndermediği anlamına gelmez. Nitekim bu husus Kur’an’da şu şekilde haber verilir:
“Andolsun, senden önce de peygamberler gönderdik. Onlardan sana kıssalarını anlattığımız kimseler de var, durumlarını sana bildirmediğimiz kimseler de var.” (el-Mü’min, 78)
O halde niçin sadece Ortadoğu bölgesindekiler anlatıldı?
Araplar, ticaret için yazın Şam’a kışın Yemen’e yolculuk yaparlardı. Ayrıca Arap yarımadasında Yahudiler ve Hristiyanlar da bulunmaktaydı. Gerek bu yolculuklar esnasında gerekse diğer din mensuplarıyla kurdukları ilişkilerde onlardan geçmiş peygamberlere ilişkin bazı hususları işitiyorlardı. İşte Kur’an, ilk muhataplara bu şekilde haberdar oldukları peygamberlerin hayat hikâyelerinden söz ederek bir anlamda Hz. Muhammed’in anlattıklarının doğru olup olmadığını diğer din mensuplarına sormalarına imkân tanımıştır. Nitekim bu husus Kur’an’da şu şekilde belirtilmektedir:
“Biz, senden önce de, kendilerine vahiy verdiğimiz kişilerden başkasını peygamber olarak göndermedik. Eğer bilmiyorsanız zikir ehline (ehl-i kitap olan Yahudi ve Hristiyanlara) sorunuz.” (el-Enbiyâ, 7)
Kur’an ilk muhatapların hiç tanımadığı, bilmediği uzak diyarlardaki peygamberlerden söz etseydi, muhataplar açısından verilen bilgilerin doğruluğunu test etme imkânı olmayacaktı. Ayrıca Ortadoğu bölgesi, Sami ırkından gelen kavimlerden oluştuğundan ve görece ortak bir kültüre sahip olduklarından aynı kültür coğrafyasından peygamberlerin anlatılmış olması maslahata uygun düşmektedir.
7. Peygamberlik Niçin Hz. Muhammed’den (s.a.v.) sonra devam etmedi?
Ne zaman, nerede, kime peygamberlik verileceği Allah tarafından belirlendiği gibi peygamberliğin ne zaman sona erdirileceğini de Allah belirler. Rabbimiz peygamberliğin Hz. Muhammed ile sona erdirildiğini şu şekilde haber vermiştir:
“Muhammed, sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir. Fakat o, Allah’ın Resûlü ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah her şeyi hakkıyla bilendir.” (el-Ahzâb, 40)
Âlimlerimiz peygamberliğin sona erdirilme hikmetleri üzerinde bazı görüşler serdetmişlerdir. Bunlar arasında şu hususlar zikredilmiştir:
Geçmişte insanlar arası iletişim imkânları kısıtlıydı. Bir bölgede gönderilen peygamberin tebliğ ve davetinin yeryüzünün diğer bölgelerine ulaşması zordu. Hz. Muhammed’in gönderildiği dönem yeryüzünde insanlar arasında iletişim imkânlarının arttığı bir döneme rast gelmiştir. Nitekim İslam’ın, Hz. Peygamber’in vefatından kısa bir süre sonra İspanya’dan Çin seddine kadar yayılması bu iletişim imkânlarının ne kadar ileri boyutlara ulaştığını göstermektedir.
Buna ilişkin ikinci bir sebep olarak da şu zikredilmektedir: Geçmiş peygamberlere gönderilen ilahî vahiyler zaman içinde kendi mensupları tarafından tahrif edilmişti. Kur’an ise ilahî korunma altında olup hiçbir şekilde bozulmamış ve bozulmayacaktır. Bu durumda Kur’an’dan sonra bir başka peygamber veya kitap gönderilmesine ihtiyaç kalmamıştır. Kur’an, beşeriyetin kıyamete kadar karşılaşacağı bütün sorunlara ilişkin ana ilkeleri bünyesinde barındırmaktadır.
Bir diğer sebep de şudur: İnsanlığın aklî ve medenî gelişimi Hz. Muhammed’in peygamberliğine kadar dikey bir şekilde devam etmiştir. Bu değişim ve gelişimler esnasında her bir dönem ve bölgede farklı bir dinin, kitabın, peygamberlerin gönderilmesi o zaman dilimindeki insanların gelişimine uygun olmuştur. Ancak belirli bir noktadan sonra bu gelişim niceliksel olarak tamamlanmış, niteliksel bir duruma dönüşmüştür. Bunu bir meyvenin çiçek halinden olgunlaşma durumuna kadarki dönemine benzetebiliriz. Meyve olgunlaştıktan sonra artık gelişimini tamamlar. Bundan böyle geçen zaman dilimi meyvenin rengini ve tadını değiştirir ama büyüklüğünü, olgunluğunu etkilemez. Bir diğer açıdan bunu bir insanın gelişimine benzetebiliriz. İnsan, doğduğu andan buluğ çağına kadar çeşitli aşamalardan geçer. Başlangıçta aklî melekesini hiç kullanamaz haldeyken gitgide aklî melekesi güçlenir ve nihâyet buluğ çağına geldiğinde artık aklî melekesi olgunlaşır. Her ne kadar bundan sonraki dönemlerde edindiği bilgiler ve tecrübelerle aklı gelişse bile aklın niceliksel gelişimi tamamlanmış, niteliksel gelişimi devam etmektedir. İşte insanlık açısından da niceliksel gelişimin devam ettiği dönemlerde farklı peygamberler görevlendirilmiş, bu gelişmenin son noktasına ulaştığı dönemde Hz. Muhammed (s.a.v.) gönderilmiştir. Bundan böyle insanın olgunluğa erişen aklı, Allah’ın kıyamete kadar görülen mucizesi olan Kur’an’ın rehberliğiyle ve Hz. Muhammed’in sünnetiyle birleştiğinde yeni bir peygamber ve kitaba ihtiyaç kalmayacaktır. Her şeyin en doğrusunu Allah bilir.
Kaynak: Genç Dergi