Her gün işe giderken genelde Fatih Camii avlusundan geçer, hazirede medfûn olanlara birer Fatiha okurum. Emin Saraç Hocamızın da aynı yere defninden sonra okumalarımı hazirenin içerisinde yapmaya başladım.
Emin Hocamın ayrı bir yeri vardır bende. “Niksarî” derdi bana kendisini ziyaret ettiğimde. Kayınpederimden kızını istemeye gittiğimizde hemşehrimiz ve büyüğümüz olarak teşrif etmiş, hatta duamızı o yapmıştı. Akraba ziyareti için Niksar’a gittiğinde onun saçını sakalını rahmetli babam tıraş ederdi. Babamın vefatından kısa bir süre önce sakal bırakmasında da hocamın “Artık sakal bırak!” tavsiyesi etkili olmuştu. Bende derin iz bırakmış o nûrâni sîmâ hâlâ hafızamda, canlılığını koruyor. Son hecesini uzatarak ve sık sık “Efendiiim” deyişini unutmam mümkün değil.
Kuş sesleri deliyor sessizliği…
Hazireye açılan demir kapıdan girer girmez “Esselamu aleyküm yâ ehl-i kubûr.” diye kabristan sakinlerine selam verince başka bir dünyaya adım atmıştım âdeta. Şehrin keşmekeşiyle bağlantımı kesen bir iklimin içindeydim. Derûni sükût hâkimdi. Fâni olmuş bedenlerin başlarında sıra sıra mezar taşları arz-ı endâm ediyor, esas yurdun ahiret olduğunu fısıldıyordu, kadim bir medeniyeti hikâye eden heybetli, hisli duruşlarıyla…
Sessizliği ağaçlardaki kuş cıvıltıları deliyordu. Birçok mezarlıkta olduğu gibi burada da asırlık serviler mevcut. Capcanlı tarihi eser her biri. Ağacın her türlüsünü severim ama serviler bir başka… Kökü toprağın derinliklerinde, başı semaya dönük… Akif’in ifadesiyle, ruh-i mücerret gibi yerden göğe yükselen naaşların sembolü sayılan servi ağaçları, çoğu hâk ile yeksân olmuş bedenlerin başında huşuyla nöbet tutuyor. Sessizce selam yolluyor mâveraya, dua için semaya açılmış elleri andıran dallarıyla.
Endâmı sık dalları, kışın dökülmeyen yaprakları ve küçük altın toplara benzeyen kozalaklarıyla hep dikkatimi celbetmiştir servi ağacı. Geleneğimizde hem fâniliğin hem de vahdetin sembolüdür. Her mevsim yeşilliğini kaybetmeyen estetik görünümü, uzun ömürlü olması, ihtiva ettiği reçine sebebiyle havaya yaydığı güzel kokusuyla mezarlıklar için çok uygun bir ağaçtır. Mezarlıklara servi dikilmesinin bir sebebi de tefessüh kokusunu bastıran râyihasıyla havayı temizlemesidir.
Mezarların ve ağaçların aralarında daha içeriye doğru yürüyorum, temiz havayı içime çeke çeke. Serviler, çıkan hafif rüzgârla zikir çeken derviş edasıyla nazlı nazlı salınıyor, hışırdayan yapraklarıyla adeta “Hû” demeye başlıyor. Minik kozalakları ise güneş vurdukça nefti yeşil ibreler arasında canlı ve çarpıcı renkleriyle ışıl ışıl parıldıyor. Gözüm arka planda zamanı demleyen kubbe ve minarelere ilişiyor. Serviler, arkadaki camiyle çok güzel bir siluet meydana getiriyor, göklere uzanan minarelerle yarışıyorlar âdeta. İçimdeki seyrân uyanıyor.
Bu esnada uçarak gelen sevimli bir papağan gayet endamlı servinin yüksekçe dalına kondu. Zümrüt yeşili tüyleriyle koyu yeşil ağacın üzerinde tabii dekora ayrı bir güzellik katıyordu. Dalın üzerinde bir ev sahibi edasıyla başladı kozalakları gagalamaya. Olan biteni hiç ses çıkarmadan pür dikkat izliyordum. Telaşlı hareketlerle başı hızla inip kalkıyor, bu haliyle hareketli bir bibloyu andırıyordu. Servinin tohumları çok lezzetli gelmiş olmalı ki bu işi büyük bir zevkle yapıyor, her gagalamadan sonra neşeli bir çığlık atıyordu. Bir ötüyor pir ötüyordu. Servi ağaçlarının derin gölgesinde sessiz mezarlık papağanın sesiyle doluyor, diğer ağaçlardaki kuşlardan da bu sese karşılık veriliyordu. Anlaşılan birçok kanatlı, İstanbul’un göbeğindeki yemyeşil bu hazireyi mesken tutmuştu. Papağan, kozalağın sapa en yakın yerine sert bir gaga darbesi vuruyor, bazen onu düşürdüğü oluyor, sonra daldan dala atlıyor ve en manzaralı dallarda kendine yeni kozalaklar buluyordu.
Kaç asrın ezanı sinmiş serviler
Nice elemi, kederi, acıyı barındırıyordu bu hazire! Kaç insanın gözyaşlarıyla toprağa verildiğine şahit olmuş, bağrına teslim edilen nice insanın manevi mihmandarlığını etmiş, kim bilir kaç asrın duası ve ezanı sinmiş bu ağaçlara bakarken minareden öyle bir ezan yükseldi ki… Gönül gözü, can kulağı açık olan herkese çok farklı bir dünyanın penceresi aralandı. O ne içten okuyuş o ne dokunaklı sesti. Haziredeki bütün sesler sustu o an. Mıhlandım kaldım öylece, gözlerim ilkbahar rüzgârlarıyla titreşip aheste salınan servilerin yemyeşil tepelerinde, kulaklarım ise şehadetleri dinin temeli olan ezanda… Çölün ortasında bir vahadaydım sanki. Ezanın ve tabiatın sesi oldum olası hep yüreklendirmiştir beni fakat hiç bitmesin dediğim ezan bitti, aynı anda kuşların şakımaları başladı yine.
Bu hoş fâsıladan sonra tekrar ağaçlara yöneliyor ve etrafı temaşa ediyorum. Bu defa servilerin altında yere çil çil altınlar gibi saçılmış kozalaklardan kendimi alamıyorum. En albenili olanlarını toplamak için eğiliyorum. Binlerce defne tohumu görüyorum aralarında, dağılmış tespih taneleri gibi. Şekil itibariyle zeytini hatırlatan, nohut büyüklüğündeki defne tohumlarını da bez torbama atıyorum. Üstat, Çile şiirinde demiş ya: “Heybem hayat dolu, deste ve yumak…” Benim de torbamda çeşit çeşit yaprak ve kozalak…
Fakat hazirede hiç defne ağacı yoktu. Bu kadar tohum nereden gelmiş olabilir diye bir an düşünüyorum. Cevabını yine kendim buluyorum: Gecelemek için haziredeki servi ağaçlarına tüneyen sığırcık kuşları… Sonbaharda cami semalarında harika uçuşlarına şahit olmuştum. Ağaç altlarındaki defne tohumları bu kuşların marifeti olmalıydı. Başka bölgelerde yedikleri defne tohumlarını geceyi geçirdikleri bu mekâna bırakmışlar anlaşılan. Sığırcıkların sevdiği ve zevkle yediği bu tohumlar, onların sindirim sistemlerinden geçerek atılır, böylece uzaklara yayılmış olurlar.
Sonbaharda, günbatımı vaktinde cami avlusundan geçtiğimde toplu uçuşlarıyla gökyüzünde âdeta dans eden binlerce sığırcık kuşuna rastlamıştım. Onların müthiş bir ahenk içinde âni manevralarla havada kavisler çizen uçuşları herkes gibi beni de büyülemişti. Sanki yerden bir toz bulutu havalanmış da iç içe helezonlar çizerek yelpaze gibi yükseliyordu. Koca sürü, bir arada tahmin edilemez üç boyutlu dev şekiller oluşturuyor ve tek bir canlı gibi hareket ediyordu. Sonra birden gruplara bölünüp yeniden ve süratle bir araya gelerek izleyenlere gökyüzünde görsel bir şölen sunuyordu.
Karanlık çökmeden geceyi geçirmek için haziredeki en büyük servileri seçmişlerdi. Akın akın ağaçlara konmalarıyla hep bir ağızdan birbirine karışan sevinç çığlıkları atmaları bir olmuştu. Bu gürültücü kuşun yüzlercesinin cıvıltısı o kadar coşkuluydu ki, son ders bittiğinde okuldan ayrılan çocukların neşeli şamatalarını andırıyordu. Binlerce sığırcık her akşam servilerde toplanıyor, her sabah şafakla birlikte cami külliyesinin engin semasını fethe çıkıyordu âdeta.
Kuşlar oldukça nasipliler, hâkeza ağaçlar da… Yeryüzünde kardeşâne yaşamaya en iyi örnek kuşlar ile ağaçlar arasındaki yardımlaşma olsa gerek. Yüksek ağaç dalları ve ağaçların gövdelerindeki oyuklar kuşlar için son derece korunaklı, harika yuvalardır. Ayrıca ağaçların meyveleri ve tohumları ise onlar için zengin birer besindir. Kuşlar yuva yaptıkları ağaçlardan zahmetsizce bunları yer, yavrularını da beslerler. Ağaca zararlı olan parazit ve böcekleri de yiyip ağaçlara faydalı olurlar. Kuşlar, ağaçların çoğalmasına da yardımcı olurlar. Çimlenme engeli olan tohumları yerler ve sindirim sistemlerinden dışkılarlar. Böylece onların çimlenmesine sebep olurlar.
Kalanlara selam olsun
Hazirede torbamı birkaç ilginç yaprak, dekoratif servi kozalakları ve defne tohumları ile doldurdum. Son olarak Fatiha’mı okuyup ahiret yurdunun sakinlerine seslendim: “Ey ehli kubur, selam olsun sizlere. İnşallah biz de sizlere katılacağız!”
Hayatın faniliğini ve hırsların manasızlığını en derinden hissettim o an. Kabristandan çıkarken Yûnus’un gönlünden akan dizeleri düştü dilime:
“Biz dünyadan gider olduk. Kalanlara selam olsun. Bizim için hayır dua kılanlara selam olsun.”
Bir yandan Yunus’un deyişini terennüm ederken başı gökyüzüne vakarla yükselen servilere mekânı emanet etmenin huzuruyla ayrıldım oradan.
Dünya döndükçe kuşlar uçmaya hep devam edecekler, ağaçlar ise rüzgârda salına salına yaptıkları “Hû” zikrine…
Kaynak: insicam.net
Yeni yorum ekle