İslamiyet, insanın varoluşsal bilincinin oluşmasında ve toplumsal hayatının düzenlenmesinde değer merkezli dinamik bir yapı arz eder. Yaşamın bütün boyutlarını içine alan İslam’ın ilahî kuşatıcılığı ile 21. yüzyıl Müslümanlarının hayata bakış tarzı arasında ne dereceye kadar bir örtüşme olduğunu güncel tartışmalar üzerinden okumak mümkündür. Siyasîlerle gündeme gelen “dindarlık” tartışmaları, 21. yüzyıl Müslümanlarının İslam olma tarzlarının aynası ve ikircikli hâl-i pür melalinin resmidir âdeta. İlkinden kastettiğimiz husus, mensubiyetini “Müslüman” olarak ifadelendirdikten sonra dindar olmak veya olmamak gibi alternatiflerinin var olduğu kanısıdır. Ayrıca dinî ve dünyevî alan olmak üzere iki yaşam alanının olduğunu varsaymaktır. İkincisi ise “dindar olmak” ifadesinin kendini “dindar” olarak nitelendirenlerin özeleştiri imkânını örselemesidir. O halde bu örselenen özeleştiri bağlamında kendimize soralım: 21. yy. Müslümanlarının dünya görüşü ile İslam’ın dünya görüşü birbiriyle ne kadar örtüşüyor?
“Allah katında Müslümanların en sevimsiz olanları (şu) üç gruptur: Harem’de haksızlık yapıp zulüm işleyen; İslam döneminde Cahiliye yaşantısını arayan (mübtağ) ve haksız yere kanını dökmek için masum bir kişinin peşini ısrarla kovalayan muttalib.”[1] Hadis-i şerifte bahsedilen “İslam döneminde Cahiliye yaşantısını arayan” ikinci grup, sorumuzu oldukça anlamlı kılmaktadır. Çünkü bugünün İslamî yaşam tarzının problemi; beş vakit namaz, hac farizası, geniş anlamıyla tesettür vb. mükellefiyetlerle dindar görüntüsünü kurtaran biçimsel bir nitelik arz ediyor olmasıdır. Yani İslam’ın asıl meselesi olan ibadetlerin ahlakî boyutunun yani anlam dünyasının uzağına düşülmesidir.
Burada özellikle “kimlik” ve “ben” idraki kavramlarına işaret etmek yerinde olacaktır. Kimlik sosyal, iktisadi ve siyasi otorite tarafından tanımlanabilen ilişki bağımlı bir bilinç iken ben idraki herhangi bir başka otorite tarafından tanımlanabilmesi imkânsız bireysel bir şuur hâlidir. Ben idraki, hayatın amacını-değerini ve insanın varlığını-davranışlarını bütünüyle anlamlandıran dünya görüşüdür.[2] İlahî kuşatıcılığın yitirildiği günümüz dünyasında tanımlanan kimlikler, hayata anlam veren dünya görüşünün/ben idrakinin önüne geçmiş durumdadır.
Bütün bu teorik çerçeveyi birkaç misalle açıklığa kavuşturalım. Bugün sünnet namazlarını tartışan hatta artık birçok Müslüman tarafından ikindi ve yatsı namazının sünnetlerinin kılınmadığı bir dindar profilimiz var artık. Muhammed Hamidullah kendisine bu konuyla ilgili yöneltilen bir soruya dünya görüşümüzdeki bozulmaya işaret eden şu cevabı verir: “Peygamber Efendimiz zamanında biri çıkıp da ‘Bu Allah’ın emri, bu ise Peygamber’in emridir, ikisi arasında fark vardır.’ deseydi, herkesin ittifakla ‘hâzâ kâfir’ (işte kafirin tâ kendisi) diyeceğinde hiç şüpheniz olmasın… Ama fıkıh açısından meseleye bakacak olursak sizin de bildiğiniz üzere iki emir, iki yasak, iki tavsiye arasında dünyevî ve uhrevî müeyyideler ve statüler açısından fark vardır… Kardeşimizin sorusundan sünneti küçümseyen hocaların varlığına dair bir intiba edindim. Bunun merdut olduğu açıktır. Efendimiz’in sünneti olmadan elbette din olmaz.”[3]
Özellikle hayatı sadece fıkhî açıdan değerlendirmek veya azimet-ruhsat şeklinde yapıp etmeleri tasnif etmek, İslamî bakışımızı zedeleyen günümüzdeki diğer yaklaşım tarzlarıdır. Bizzat yaşadığım bir vakıada, genç bir kız “Hocam, oje sürmek günah mı?” sorusuna, benim “Muayyen günlerde abdest alma durumu olmadığı için fıkhî açıdan bir sorun görünmüyor ancak Müslüman-mütesettir bir bayanın Batı’nın değer dünyasına uygun bir süslenme biçimi içerisinde olması doğru değildir. Özellikle tesettürün anlam dünyasına aykırıdır.” cevabımdan yola çıkarak ojenin kullanılabileceği kanısına varmıştı. Ben cevabımda “Fıkhî açıdan külliyen haramdır.” deseydim genç kız bu yanılgıyı yaşamayacaktı. Hâlbuki vurgu yapmak istediğim husus, çok daha üstte yer alması gereken İslamî dünya görüşü ile pratikler arasındaki uyumun gerekliliği idi. Giyim-kuşamın zihniyetin bir tezahürü olduğu herkesçe malumdur. Yayımlanan moda dergileriyle ve defilelerle oluşturulan tesettür modasının bir ölçü olarak teberruc edip etmemeyi ne kadar dikkate aldığı diğer önemli sorunlardan biridir.
Bir de sahabenin İslam’ı anlamlandırma biçimine bakalım. Ulbe b. Zeyd maddi durumu yetersiz sahabeden biri. Müslümanlar Tebük Seferi hazırlıkları içerisinde. Hz. Peygamber (as) bu sefer için halkı sadaka vermeye teşvik eder. Herkes gücünün yettiği kadar bir şeyler getirir. Ulbe b. Zeyd (ra) gece kalkar, namaz kılar ve Allah Teâlâ’ya ağlayarak şu niyazda bulunur: “İlâhî! Benim sadaka olarak vereceğim bir şeyim yok. Allah’ım ben de kullarından şerefimle oynayanları sadaka olarak bağışlıyorum.” Sabahleyin Hz. Peygamber (as): “Bu gece şerefini (kendisine yapılan zulümleri bağışlayan) sadaka veren kimse nerdedir?” diye sorduğunda Ulbe b. Zeyd ayağa kalkar. Allah Rasûlü (as): “Müjde sana! Ruhumu kudret elinde tutan Allah’a yemin ederim ki senin sadakan kabul edilir zekâtlar arasına yazıldı.” buyurur.[4]
Bir diğer rivayette Hz. Ömer (ra) hac esnasında Hacerü’l Esved’e yaklaşarak “Biliyorum ki sen zararı ve faydası olmayan bir taşsın. Rasûlullah’ın sana el sürdüğünü ve öptüğünü görmeseydim sana ne el sürerdim ne de öperdim.” diyerek dudaklarını koyup öptü. Daha sonra Hz. Ömer (ra) hervele[5] ile ilgili yaptığı bir açıklamada: “Hudeybiye senesi yapamadığımız umreyi kaza ederken müşriklere karşı güçlü görünmek için hervele yapmıştık. Allah onları şimdi helak etti. Ama biz Rasûlullah’ın yaptığı bir şeyi bırakmayı sevmeyiz!”[6] diyerek Peygamber döneminde hervelede var olan işlev ortadan kalktığı halde aslolanın Rasûlullah’a (as) ittiba olduğuna vurgu yapıyor.
Maddi imkânsızlık pek tabii bazı mükellefiyetleri düşürür. Ulbe b. Zeyd düşen mükellefiyetten ziyade kazanamayacağı sevaba odaklanıyor ve ahlakî bir başka mesuliyeti sadaka olarak adıyor. Mal sahibinin sadaka vermesinden çok daha zor bir erdemi hayata geçiriyor: “Zulmeden Müslüman kardeşlerini affetmek!” Ulbe b. Zeyd’in dünya görüşündeki “ibadet” kavramının genişliği, sanırım rekabet ahlakıyla biçimlenen, hırslı ve tamahkâr Müslüman bireylere İslamî dünya görüşüne dair bir fikir verir. Yine de azimetin unutulduğu ve ruhsatlar üzerinden kurulan dindarlıkla Ulbe b. Zeyd ne kadar anlaşılır bilinmez.
Aynı şekilde Hz. Ömer’in “Biz Rasûlullah’ın yaptığı bir şeyi bırakmayı sevmeyiz!” sözünü, her şeyi tarihsel süreçle açıklama eğilimimizle anlamsız gibi görünen Haceru’l Esved taşının öpülmesini ve herveleyi nasıl anlamlandıracağımız da meçhul. Ancak kesin olan bir şey var ki sahabîler, Hz. Peygamber’in getirdiği dini, bir dindarlıktan ziyade yaşamın bütününü kuşatan bir dünya görüşü düzeyinde anlamış ve yaşamışlardır. Çünkü onlar çok iyi biliyorlardı ki Kur’an ve hadis bütünlüğü içerisinde “Din”, Allah Teâlâ’nın buyruğuna uygun düşünce ve hayat nizamı demektir. Dini yalnızca Allah’a (cc) halis kılmanın[7] ve bu dine dayalı her güzel işin sadaka olmasının[8] yolu da bu kuşatıcı dünya görüşünden geçiyordu onlar için.
İslamî dünya görüşü ile bugünün yaşam tarzı arasında var olan geniş açıyı kapatmak avuç içerisinde ateş tutmak gibi zor olacaktır kuşkusuz. Nitekim Hz. Muhammed (as): “İnsanların üzerine öyle bir zaman gelecek ki dininin gereklerini yerine getirme konusunda dirençli davranıp Müslümanca yaşayan kimse avuç içerisinde ateş tutan kimse gibi olacaktır.”[9] buyuruyor.
Rivayetlerde gördüğümüz gibi İslamiyet’i biçimselliğe indirgemekten vazgeçip onun anlam dünyasına yükselmenin yollarına bakarak elimizde kor ateşi tutmayı göze almak durumundayız. Aksi takdirde bu ikircikli hâlimiz ne dünya hayatımızı ne de ahiret hayatımızı ihya edecektir.
Yeni yorum ekle