اَللَّهُ نُورُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ؛
اَللَّهُ وَلِيُّ الَّذِينَ آمَنُوا يُخْرِجُهُمْ مِنَ الظُّلُمَاتِ إِلَى النُّورِ
“Allah göklerin ve yerin nûrudur.” (Nûr Sûresi 24/35);
“Allah iman edenlerin dostudur; onları zulümâttan nûra
(küfür karanlıklarından îmâna) çıkarır.” (Bakara Sûresi 2/258)
* * *
Hakikî İmanın ve Gerçek Dindarlığın Fazîleti
Hakiki imanın ve gerçek dindarlığın gerek fert gerekse toplum hayatında sağladığı sayısız faydalar vardır. Bunlardan bazıları şunlardır:
Birinci Fayda: İnsan, iman nûru sayesinde kâmil insan olur, en yüce mertebeye yükselir ve cennete layık bir kıymet kazanır. İnsan iman nûrundan mahrup olup küfür karanlıkları arasında kaldığında ise küfür sebebiyle insanlıktan çıkar; aşağıların aşağısına düşer ve cehenneme ehil olacak bir vaziyet alır. Çünkü iman insanı Cenâb-ı Hakk’a bağlayan biricik bağ olup insana büyük değerler kazandırıyor. Küfür ise o biricik bağı kesiyor, insanı sahibinden ve sanatkârından koparıyor ve onu değersiz yapıyor.
Evet, insan Cenâb-ı Hakk’ın isimlerinin tecellisine mazhar olmakla, Cenâb-ı Hakk’ın antika bir sanatı ve O’nun sonsuz kudretinin harika bir mucizesidir. İnsanın bu yüce yönünün anlaşılması maddî ve mânevî duygularının layıkıyla okunmasına bağlıdır. Böyle bir okuma ve okutma ise imanla ve iman nûruyla mümkün olur; başka türlü olmaz. Çünkü insanın gerek sureti gerekse sîreti, yani hakiki mâhiyeti ve kimliği ancak imanın neşrettiği ışıklarla okunur ve anlaşılır. Yoksa iman nûru sayesinde insanın bütün uzuvlarının ve duygularının her birisi değerli birer elmas iken, küfür zulmeti yüzünden değersiz ve sönük birer şişe olurlar.
İşte iman nûru, maddî ve mânevî yapısını oluşturan cevherlerin ne kadar kıymetli olduğunu göstermekle insanın kıymetini yükseltiyor; küfür zulmeti ise insanın mâhiyetini oluşturan o kıymetli cevherleri söndürüyor ve onları elmastan kömüre dönüştürüyor.
İkinci Fayda: İman insana ihsan şuurunu kazandırır. Böylece insan ihsan şuuru sayesinde fıtrî ve dinî vazifelerini gereği gibi yapar, tekâmül eder ve kâmil insan olur.
İnsan rûhundan habersiz ve Yüce Allah’ın gözetiminden gafil olan bazı câhiller, “İnsanı sapıklıktan ve yasaklardan alıkoymak için tek başına vicdan yeterlidir. Hem terbiye varken ayrıca dinlerin uyarısına yahut müjdelemesine ihtiyaç ve gerek yoktur.” şeklinde bir düşünce ileri sürmekte ve bununla bazı kimselerin kafalarını karıştırmaktalar. Bu tarz bir yaklaşım son derece yanlıştır. Çünkü insanın rûhu ve vicdanı çok değişken olup, duyup gördüklerinin veya içinde bulunduğu çevrenin ve toplumun ciddî bir şekilde etkisinde kalmaktadır. Yüce Allah’ın gözetimi altında olduğunu bilen ve O’ndan utanmayı esas alan bir eğitimden başka hangi eğitim vardır ki, insanı bir kısım bozuk eğilimlerden, sefil heveslerden, sefih arzulardan ve zulüm ile tecâvüzlerden alıkoyabilsin.
Evet, Yüce Allah’ın her şeyi kuşatan ilmini bilen kimse; kibir, gurur, hırs, zulüm, haset, ihanet, iki yüzlülük gibi kötü huylardan ve bir kısım gizli suçlardan uzak durur ve olgun insan olur. İhsan ve murakabe şuurundan mahrum olan ve her yerde Yüce Allah’ın gözetimi altında olduğunu bilmeyen bir kimse ise, gizli ve tenha yerlerde kendisine sunulan bir kısım câzip rezillikleri ve ahlâksızlıkları yapma fırsatını bulunca onları korkmadan ve sıkılmadan rahatlıkla yapar. Vicdanın ıslahı ve etkisi Allah korkusu sayesindedir. Bu ise ancak kuvvetli bir iman sayesinde elde edilir.
Üçüncü Fayda: İman hem nurdur, hem kuvvettir. Bu itibarla hakîkî imanı elde eden adam, kâinâta meydan okur ve imanın kuvvetine göre hâdiselerin ezici baskıları altında inlemekten kurtulur.
Azizim! Şunu iyi bil ki: Bütün lezzetler imanda ve hidâyette olduğu gibi, bütün elemler de küfürde ve sapıklıktadır. Şöyle ki: Ezelî kudret tarafından, yokluk karanlıklarından şu korkunç dünya sahrasına atılan ve ihtiyaçlar içerisinde kıvranan ve dolayısıyla da öyle bir durumda bir şefkat kucağı ve bir yardım eli bekleyen insan, gözünü açar açmaz şöyle bir etrafına bakar ve kendisine şefkat dolu bir yardım elinin uzanmasını bekler. Ancak hastalıkların, elemlerin ve belâların birden bire düşmanca kendisine hücum etmeye başladığını görür. Bir kurtuluş ve bir yardım için boynu bükük bir şekilde tabiata baktığı vakit, tam bir kalp katılığıyla ve ciddi bir merhametsizlikle karşılaşır. Bu defa gökteki yıldız ve gezegenlerden yardım ve imdat istemek üzere başını havaya kaldırır. Ancak o yıldız ve gezegenler onun gözüne atom bombaları gibi dehşetli ve heybetli halleriyle görünür. Bu defa başını eğer ve düşünmeye başlar. Bakar ki, hayatta kalması için gerekli olan bütün ihtiyaçları bağırıp çağırıyorlar. Bütün bütün vahşete ve yalnızlığa itildiğini zannedip hemen gözlerini yumar, kulaklarını tıkar ve vicdanına sığınır. Ancak etrafını saran binlerce emellerin, arzuların ve isteklerin çıkardığı o müthiş gürültülerden vicdanı sızlayacak, rûhu sarsılacak ve aklı cinnet geçirecek zavallı bir hâle gelir.
Acaba, hiçbir cihetten hiçbir tesellî çaresini bulamayan o zavallı ve çaresiz insan, bu koca memleketin sahibi olan, kendisini bu dünyaya gönderen ve sonra da ebedi kalmak üzere âhirete gönderecek olan Yüce Zât’ı tanıyıp ona iman ve itikad etmezse, onun içini kavurup vicdanını cayır cayır yakan o perişan vaziyetinden cehennem bile daha serin olmaz mı? Çünkü o çaresiz kimse, korkudan, âcizlikten, vahşetten ve gönül darlığından, yetimlikle karamsarlıktan, ümitsizlikten ve üzüntüden meydana gelen perişan bir vaziyette iken, kudretine bakar; kudretini âciz ve eksik olarak görür. İhtiyaçlarına bakar; onların sınırsız olduğunu ve kendisinin ise onları halledecek bir durumda olmadığını görür. Hem birilerinden yardım istese, yardımına gelen yok. Dolayısıyla da her şeyi düşman, her şeyi garip, her şeyi yetim olarak görür ve şu dünyaya geldiğine bin defa pişman olur, lânet okur. Fakat ruhlar âleminden bu dünyaya gelen o insan, kalbi ve rûhu iman nûru ile aydınlanırsa, iman ve istikâmet yoluna girerek hakîkî dindar olursa, o karanlıklı ve vahşetli olan evvelki vaziyeti birden aydınlanır ve nûrâniyet kazanır. Şöyle ki:
Hakîkî mümin, kendisine hücum eden değişik belâ ve musibetleri gördüğü zaman, bütün her şeyin merhametli sahibi ve şefkatli mâliki olan Cenâb-ı Hakk’a tevekkül edip O’na dayanır ve birden vicdanı mesrur ve müsterih olur. O kimse, ebede kadar uzanıp giden emellerini ve duygularını düşündüğü zaman, âhiretteki ebedi saadeti tasavvur eder. O ebedi saâdetin hayat suyundan bir yudum içer ve kalbindeki emellerini ânında teskin eder. Yine o insan, iman ve tevhid gözlüğüyle yıldız ve gezegenlere baktığında, onların hareketlerinden dehşet değil, ünsiyet ve emniyet peyda eder ve onların o hareketlerini ibret ve hayretle tefekkür eder. Sonra da onlarla tanışık çıkmaktan ve ünsiyet etmekten öyle bir haz duyar ki, hangi bir yıldıza baksa ona şöyle seslendiğini duyar gibi olur: “Ey arkadaş, bizden korkma. Hareketlerimizden ürkme. Çünkü hepimiz her şeyin yaratıcısı olan Yüce Allah’ın memurlarıyız. Dolayısıyla O’nun izni olmadan sana zarar veremeyiz.” Evet, imanlı insan rûhunda ve kalbinde bu güven ve ünsiyet verici sesleri işitir ve böyle bir dünyaya geldiğinden ötürü pişmanlık değil, gönül dolusu bir sevinç duyar.
Dördüncü Fayda: Gerçek bir imana ve derin bir mâneviyâta sahip olan dindar bir kimsenin, bakış açısı ve hâdiseleri değerlendirmesi çok farklı olur. Meselâ: Mevlâna, kendi ölümüne “şeb-i arus” nazarıyla bakmış ve böyle bir ânı dört gözle beklemiştir. Evet, basiretli bir mümin, eşya ve hâdiselere, felâket ve musibetlere, ecele ve ölüme, kabre ve ötesine hep hikmet nazarıyla bakar ve bütün bunlardan sürekli ibret dersi alır. Hattâ Üstad Bedîüzaman Hazretleri gibi bakış açısını tamamen imana, marifete ve muhabbete göre ayarlayan kâmil mürşidler, eşya ve hâdislerin çıkardığı sesleri ayrılıştan gelen elemli birer feryat veya birer şikâyet olarak değil; belki Yüce Yaratıcıya karşı takdim edilen Râhmânî birer teşekkür ve Rabbânî birer tahmid olarak görürler.
İman, insanın iç ve dış sezmelerine derinlikler kazandırır. İman natürel bilgileri mârifete dönüştürür. Dolayısıyla insan kalbindeki iman ve marifet sayesinde hâdiselerin arkasındaki gerçek ilmi, küllî ve hikmetli irâdeyi, sonsuz kudreti ve şümullü hikmeti görür ve varlıklardaki hikmeti ve faydayı anlamaya başlar.
Hem insan, kalbindeki iman sayesinde bütün müminleri kardeş olarak görür. Çünkü İslâmiyet, içerdiği iman esasları ve İslâm şartları sayesinde insanları bir araya getirmekte, aralarında ciddi ve samimi bir kardeşlik meydana getirmekte ve böylece birbirlerini sevmelerini ve birbirlerinin yardımına koşmalarını sağlamaktadır.
Beşinci Fayda: İmanın şefkat ve şehâmet olmak üzere iki kanadı vardır:
Şefkatli iman, tevazû ve fedâkârlık, dayanışma ve yardımlaşma ile bezenmiş olan imandır. Şehâmetli iman da, davası uğrunda hiçbir engel tanımayan, güzünü budaktan esirgemeyen, seller gibi coşkun akan ve önüne çıkan bütün bent ve setleri yıkan; sonra da birden uysallaşan, rahmet bulutu hâline dönüşen ve muhtaçların imdadına yetişen imandır.
Meselâ: Ashab-ı Kiram Efendilerimiz, İslâm’ın her tarafta yayılması ve bayraklaşması için her türlü fedâkârlığı yapacak derecede şefkatli ve şehâmetli bir imana sahip idiler. O derece sahiptiler ki, kabul ettikleri ve kendisiyle şeref duydukları İslâm dîninin cihanın her tarafına yayılması ve küfürden kaynaklanan her türlü zulmün, fitne ve fesadın bütün dünyada son bulması için gerektiğinde maldan-makamdan, candan-canandan, yârdan-yârândan, dârdan-diyardan geçiyor ve gerektiğinde bütün bunları fedâ ediyorlardı. Çünkü insana verilen imkânların hak yolda köstek olsunlar diye değil, destek olsunlar diye verildiğini çok iyi biliyorlardı.
Şurası bir gerçektir ki, insanı ve toplumu motive edip harekete geçiren en kuvvetli ve en etkili etken imandır. Nitekim tarih boyunca en şanlı zaferler şehâmetli iman vasıtasıyla kazanılmış ve en büyük fetihler faziletli iman sayesinde yapılmıştır. İşte Bedir Savaşı, kâinata meydan okuyacak kadar kuvvetli ve şehâmetli olan imanın sahnelendiği bir yerdir. Bedir Ashabı da bunu sahneye süren kimselerdir. Onların tek güçleri, sermayeleri ve enerji kaynakları; kalplerindeki sarsılmaz iman ve sadakatleri, Yüce Allah’a sağlam teslimiyet ve tevekkülleri, aralarındaki ciddi ve samimi uhuvvet ve tesanütleri idi. Onlar böyle olunca Allah da onlara yardım ediyor ve imdatlarına yetişiyordu.
Yüce Yaratıcı her türlü huzuru İlâhî emir ve yasaklara riâyet etmeye bağlamıştır. İnsanlar eğer İlâhî emir ve yasaklara riayet etmeyi bırakırlarsa, ya herkesin ayağını öpecek kadar onlara saygı göstermeye ve tezellülde bulunmaya mecbur olurlar veya herkesi değersiz görerek ve herkesin hakkını çiğneyerek tam zalim olurlar. Gerek zulüm ve tahakküm olsun gerekse esaret ve tezellül olsun, bunların her ikisi de insan onuruyla asla bağdaşmayan ve yüce bir rûhun taşımaya asla yanaşmayacağı kadar ağır olan yüz kızartıcı bir yüktür.
Fertler ve toplumlar ancak şer’î hürriyetin talim ve telkin ettiği esaslar sayesinde kalıcı ve esaslı bir barışa ve sonsuz bir mutluluğa erebilirler. İşte bu esaslardan son derece önemli olan iki tanesi şunlardır: Müstebitler ve mütehakkimler karşısında tezellül ve dalkavukluk etmemek, zâlimler ve haksızlar karşısında zillet göstermemek. Zayıflara karşı tahakküm ve tekebbür etmemek ve mazlumlara hakaret gözüyle bakmamak. İşte insanların bu iki haslete sahip olmalarının ve toplumun barışa ve mutluluğa kavuşmasının yegâne çaresi, şefkat ve şahâmetle donatılmış olan imandır. Yani mana ve mahiyetinde şefkatle şahâmeti, tevazû ile vakarı bir arada bulunduran ve insanı gerçek bir kimliğe ve yüce bir şahsiyete kavuşturan imandır.
Altıncı Fayda: İman ne kadar kuvvetli ve mükemmel olursa, hürriyet de o derece parlak olur, insanlar o derece hür olurlar ve dolayısıyla o toplum o derece huzurlu ve o derece güvenli bir toplum hâline gelir. İşte Saâdet Asrı...
Evet, insan rûhunun âşık olduğu ve insan fıtratının eşi ve dengi durumunda bulunan kâmil mânâdaki geniş hürriyet, ancak kalpteki iman sayesinde kemâlini bulur ve insanın huzur içinde bir hayat geçirmesine zemin hazırlar. Yoksa kişilerin nefislerine ve keyiflerine göre değişik özgürlük anlayışları ortaya çıkar ki, bu tür nefsî ve dünyevî özgürlükler, beraberinde bir sürü felaketleri getirir ve pek çok değerleri ortadan siler süpürür.
Evet, hürriyet imânın son derece önemli bir özelliğidir. Çünkü imân rabıtası ile şu kâinatın sultanına itaat eden ve Ona hizmetkâr olan bir kimse, başkasına tezellül ile tenezzül etmeye ve başkasının tahakküm ve istibdadı altına girmeye, kalbinde taşıdığı imanın o kimseye kazandırdığı izzet ve şehâmet müsaade etmediği gibi, kalbindeki imanın netice verdiği şefkat ve merhamet dahi başkasının hürriyet ve haklarına tecavüz etmeye asla müsaade etmez.
Yedinci Fayda: Hakîkî bir mümin, kesinlikle zulme razı olmaz ve zulme girmemek için azami derecede özen gösterir. Şayet böyle bir cinayet işledi ise temiz vicdanı onu sıkar ve en kısa bir zamanda vicdanında pişmanlık duyar. Vakit geçirmeden suçunu itiraf eder ve bağışlanma yollarını arar. Meselâ: Câhil ve müşrik iken Hz. Hamza’yı şehid eden Vahşi’nin müslüman olduktan sonra pişmanlık duyması ve cinâyetine keffâret bulmak için hayatı boyunca çırpınması ve fırsat kollaması bunun en açık örneğidir. Öyle ise bizler imanımızı sürekli tecdit edip parlatmalı ve takviye etmeliyiz. Çünkü ancak bu sayede iman mârifete, mârifet muhabbete, muhabbet de zevk-i rûhâniye dönüşür.
Hâsılı: İman, gerek ferdi gerekse toplumu gerçek insanlık semâsına yükseltir ve bütün âlemin en sevimli efendisi ve en güzel takvimi yapar. İmanın ve dindarlığın zıddı olan küfür ve dinsizlik ise sahibini hezeyandan hezeyana sokar, onu sapıklık çukurlarına atar, onu orada en korkunç bir şekilde canavarlaştırır ve her iki âlemi de ona zehir ve zindan yapar. Böyle bir duruma düşmekten hemen Yüce Rabbimizin fazl ve rahmet dolu hıfzına sığınırız.
Add new comment