Yağmur yağıyor… Seller akıyor…
Arap kızı camdan bakıyor…
Beyaz büyük kapının ardındaki odaya girdi usulca. Ahşap döşemenin sesi yürümesine eşlik ediyordu. Etrafına bakındı. Eşyalar değişmişti ama duvarlar, pencereler, evin havası hala eskisi gibiydi. Dedesini hatırlatan tütün kolonyasının kokusu senelerdir terk etmemişti sanki bu evi. Beyaz boyalı ahşap çerçeveli camın önünde durdu. Beyoğlu’nun Kazancı Yokuşu akıyordu evin yanından gri bir nehir gibi. Pencereyi yukarı doğru itti ve pencerenin açık kalması için pervazın üzerindeki küçük mandalla destekledi. Birden, yüzüne yayılan tebessümle birlikte aklına seneler önceki o küçük kız geldi…
Beyaz boyalı ahşap çerçeveli camın önünde durmuş, sokağı izliyordu küçük kız. Dışarda sicim gibi yağan yağmur, sokakları ele geçirmiş, çocukları evlere kapatmıştı. Yağmura dokunmak istedi, onu avuçlarında biriktirmek. Henüz bilmiyordu “yağmurun yalnızca yağarken yağmur” olduğunu, henüz okumamıştı şairinden bu dizeyi. Yağmurun yere düştüğünde yağmur olamayacağını, ömrünün yağdığı kadar olduğunu bilmiyordu. Avuçlarında yağmuru, sevdiği şeyleri, güzel zamanları… biriktiremeyeceğini, giden şeylerin gelmeyeceğini, gelenin ise giden olamayacağını bilmiyordu.
Pencereyi açmaya çalıştı. Bunun için pencereyi yukarı doğru kaldırması gerekliydi. Altı yaşındaydı ve bunu başkasının yardımı olmadan yapamıyordu. Aldırmadı. Minik burnunu cama yaklaştırdı ve neşeyle mırıldanmaya başladı: “yağmur yağıyor… seller akıyor… arap kızı camdan bakıyor…” Kendisini o arap kızının yerine koyduğundan mıdır, yoksa her yağmur yağdığında bu tekerlemeyi söylemezse yağmurun küseceği korkusundan mıdır çocukça bir çoşkuyla tekrar ederdi cümleleri.
Yağmura dokunamıyordu ama camın ardındaki renkli gözleriyle, tüm gri bulutları, sokakları, binaları rengarenk boyuyordu. Karşıdaki incir ağacı üşümesin diye dökülen yapraklarından sıcacık bir örtü yapıp dallarının üzerine örtüyordu… Merdivenleri ütüleyip yokuşlara katıyordu; çocukluğunu saran bu merdivenlerden ürküyordu nedense.
Bunlarla uğraşırken birden karşı binada onu gördü. Komşu evin penceresinde durmuş kendisini izliyordu. Onu daha önce görmemişti. Üstelik o evde yaşayan yalnız yaşlı bir kadındı. Minyon tipli, zayıf yüzlü, bembeyaz saçları tam tepeden topuz şeklinde tutturulmuş bu yaşlı kadın ülkenin yabancısıydı; mahalleli ile selamlaşır, fakat fazla samimiyet kurmazdı. Peki evinin penceresinden ona bakan, altın saçları iki yanından örgülü, mavi gözlü, solgun yüzlü bu kız kimdi?
Tebessüm etti. “Merhaba!” dedi. Sesi cama çarpıp geri döndü. Sahi pencere kapalıydı. El salladı. Kız da biraz ürkek karşılık verdi. Kendisinden büyük görünüyordu, ama olsun, bir arkadaş bulmuştu kendine. Hemen annesinin yanına koştu. Bu kızla oynayabilir miydi?
…
Yeni arkadaşını evinde misafir ediyordu şimdi. Arkadaşı, gün boyu tekerlekli sandalyesinde oturuyor, dışarı çıkamıyordu. Bir yere gitmek istediğinde o zayıf bedeni kucakta taşınıyor, sonra tekrar sandalyesine dönüyordu. Kısa bir süreliğine ziyarete geldiği ve yabancısı olduğu bu ülkenin dilini de bilmediği için kimselerle konuşamıyordu. Ona da değişiklik olabilir düşüncesiyle büyükleri memnuniyetle kabul etmişlerdi birlikte oynamalarını. Yerdeki minderlerin üstünde oturdular, oyuncaklarının tümünü sermişti misafirinin önüne.
Saatlerce oyunlar oynadılar. Küçücük yürekleriyle kocaman dünyalar kurdular; kâh masalların prensesleri oldular, kâh dünyayı kurtaran kahramanlar… Birlikte koştular bilmedikleri ülkelerin caddelerinde, birlikte bisiklete bindiler, birlikte şarkılar söyleyip eğlendiler. Dünyalarında “engel” yoktu, bu yüzden gerçek dünyadaki engeller hatırlarına bile gelmiyordu.
Saatlerce konuştular sessiz harflerle… Aynı harfleri kullanamamanın, aynı dili bilememenin, aynı ten veya ırkta olamamanın engellerini de yıkıp atmışlardı. Bunların eksikliğini bile hissetmedikleri evrensel bir dildi konuştukları, sadece masum çocukların ve erdemli insanların bildiği bir dildi bu.
Add new comment