İnkârda Ayak Direyenler Niçin Mucize İsterler?

 

mucizeKur’ân-ı Kerim’in biz müminlere öğrettiği temel hakikatlerden biri de şudur ki; Allah Teâlâ’nın insanlar arasından seçip görevlendirdiği peygamberleri (aleyhimüsselâm) ve onların beraberlerinde getirdikleri ilâhî mesajı inkâr etmekte ısrarcı olanlar, inanmak için değil, sırf işi yokuşa sürmek için, o kutlu elçilerin hepsinden, hep aynı türden uçuk taleplerde bulunmuşlardır. Hz. Muhammed’den (s) önceki peygamberlerden (aleyhimüsselâm) bu tür taleplerde bulunan nice kavim, Allah Teâlâ’nın (c.c) o kutlu nebilerine ikram buyurduğu apaçık mucizelere inanmayıp küfürde ayak direttikleri için helâk olmuştur. Hz. Peygamber’e (s) “en büyük mucize” olan Kur’ân-ı Kerim’i gönderen ve O’nda insanların hidayet bulması için gerekli her türlü açıklamayı yapan Yüce Rabbimiz (c.c), kutlu Nebisi’nin (s), Kureyş ekâbirinin uçuk mucize taleplerine nasıl cevap vermesi gerektiğini de beyan buyurmuştur:

İsrâ suresinin 89. ayetinde; hidayet için gerekli her tür bilgi ve belgenin Kur’ân’da açıklandığı ama akıllarını kullanmayıp inkârda ısrar edenlerin hakkı ve hakikati kabullenmemekte direttikleri bildirilir:

“Andolsun, biz bu Kur’an’da insanlar için her türlü örneği çeşitli şekillerde açıkladık. İnsanların çoğu ise ancak inkârda ayak direttiler.”

Kur’ân-ı Mübîn küfürde inat edenlerin, bu taleplerini, ‘inanmak’ için değil, ‘inanmamak’ için ileri sürdüklerini belirtir:

“Dediler ki: -‘Bize yerden pınarlar fışkırtmadıkça sana kesinlikle inanmayız’;

-‘veya hurmalıklardan ve üzümlerden bir bahçen olup aralarından bol bol ırmaklar akıtmalısın’;

-‘yahut iddia ettiğin gibi, gökyüzünü üstümüze parça parça düşürmeli veya Allah’ı ve melekleri karşımıza getirmelisin;

-‘yahut da altından bir evin olmalı veya gökyüzüne yükselmelisin. Üzerimize bizim okuyabileceğimiz bir kitap indirinceye kadar senin yükselişine de inanmayız.’

De ki: ‘Rabbimi yüceltirim! Ben, elçi olan bir beşerden başkası değilim!’” (İsrâ 17/90-93)

 Mekke Müşrikleri Efendimizden (s) Hangi Taleplerde Bulundular?

İslâm tarihçileri, Kur’ân’da zikri geçen bu tür mucize istekleri ve diğer taleplerin, Peygamberimize (s), Mekke müşriklerinin ileri gelenlerinden oluşan bir heyet tarafından iletildiğini aktarırlar.

Müfessir İbn Kesir’in İbn Cerîr Taberî’den aktardığına göre, İbn Abbâs (r.a) bu olayı şöyle anlatır:

“Bir gün güneş battıktan sonra Kâbe’nin ar­kasında Rebîa’nın iki oğlu Utbe ve Şeybe, Ebû Süfyân b. Harb, Abdüddâroğullarından bir adam, Esedoğullarının kardeşleri Ebû’l-Bahterî, Esved b. Muttalib b. Esed, Zem’a b. Esved, Velîd b. Muğîre, Ebû Cehil, Abdullah b. Ebû Übeyy, Ümeyye b. Halef, Âs b. Vâil, Sehm kabilesinden Haccâc’ın iki oğlu Nübeyh ve Münebbih aralarında toplandılar. Ve dediler ki:

-‘Muhammed’e bir heyet gönderin de onunla konuşsun, tartışsın ve onu aciz bı­raksın. Böylece sizin mazeretiniz kalmaz.’

Bunun üzerine Hz. Pey­gamber’e (s) bir heyet gönderdiler ve ‘kavminin eşrafı seninle konuşmak için toplandı’, dediler. Rasûlullah (s) hak yola girme konusunda onların durumunda bir değişiklik olduğunu ümit ederek koşa koşa geldi. Hz. Peygamber (s), onların doğru yola gelmesini çok isti­yordu. Onların karşı çıkmaları kendisine zor geliyordu. Nihayet va­rıp yanlarına oturdu. Onlar dediler ki:

-‘Ey Muhammed, biz seni bir daha mazeretimiz kalmasın diye çağırdık. Allah’a yemin olsun ki, Araplardan kavmi arasına, senin soktuğun fitneden daha kötü bir fitne sokan kimse tanımıyoruz. Sen, atalara küfrettin, dini ayıpladın, rüyaları budalalıkla niteledin, tanrılara hakaret ettin ve halkı dağıttın. Seninle bizim aramızda olan her konuda işle­medik bir kötülük bırakmadın. Senin bu sözü getirmekle maksadın bir mal elde etmek ise; sana malımızdan toplayalım ve sen içimizde en çok malı olan kişi ol. Eğer maksadın aramızda şeref elde etmekse; seni başımıza efendi yapalım. Eğer kral olmak istiyorsan; başımıza kral yapalım. Eğer senin gördüğünü söylediğin sana gelen şey bir cin ise o zaman seni tedavi etmek için malımızı tabip ara­maya sarf edelim. Ve bu konuda seni mazur sayalım.’ Rasûlullah dedi ki:

-‘Sizin söylediklerinizden hiç biri bende yok. Size getirdiğim şeyi, ne malınızı istemek, ne üstünüzde şeref elde etmek, ne de kral olmak için getirdim. Allah Teâlâ beni size yalnızca vekil olarak gönderdi. Bana bir Kitab indirdi. Müjdelememi ve uyarmamı emretti. Bunun üzerine ben de, Rabbimin risaletini tebliğ ettim ve öğütte bulundum. Size getirdiğim şeyi kabul ederseniz; bu, sizin dünya ve ahirette payınıza düşen şeydir. Eğer reddederseniz; Allah’ın emri uyarınca sabrederim. Sonunda Allah benimle sizin aranızda hükmünü verir.’ Onlar dediler ki:

-‘Ey Muhammed; sana açıkladığımızı kabul et­mezsen, bilmiş ol; artık insanlardan hiç biri sana karşı yer ba­kımından bizim yanımızda daha dar, mal bakımından daha az, ge­çim bakımından daha sıkıntılı bir durumda olamaz. O halde Rabbinden dile de çev­remizi daraltan şu dağları yürütsün ve ülkemizi düzeltsin. Ora­da tıpkı Irak’ta, Şam’da bulunanlar gibi ırmaklar kaynatsın. Ölmüş olan atalarımızı bize geri göndersin; gönderdikleri arasında Kusay b. Kilâb da olsun. Çünkü o doğru sözlü bir ihtiyardı. Senin dediğini ona da soralım, bakalım doğru mu söylüyor­sun yoksa bâtıl mı? Eğer istediğimizi yaparsan ve onlar seni doğrularlarsa, biz de artık seni tasdik ederiz. Senin Allah katındaki mer­tebeni kabul ederiz. Ve senin; dediğin gibi, Allah’tan gönderilmiş bir elçi olduğuna inanırız.’ Rasûlullah (s) onlara dedi ki:

-‘Ben, bunun için peygamber olarak gönderilmedim; Allah katından bana verileni size getirmek üzere geldim. Ve gönderildiğim risâleti size tebliğ ettim…’ (diyerek aynı cevabı tekrarladı.) Dediler ki:

-‘Eğer bu dediği­mizi yapmazsan; kendini tut ve Rabbinden bize söylediğini doğrulayan bir melek göndermesini iste de biz ona senin için mü­racaat edelim. Yine Rabbinden iste de senin için bahçeler, köşkler, altın ve gümüşten hazineler yapsın ve senin, aramakta olduğunu san­dığımız şeylere ihtiyacın kalmasın. Çünkü sen, çarşı pazarda geziyor ve bizim gibi geçim peşinde koşuyorsun. İşte o zaman senin Rabbin katında bir mevkiin olduğunu, üstünlüğün bulunduğunu öğreniriz; eğer iddia ettiğin gibi bir peygamber isen.’ Rasûlullah (s) da onlara şöyle dedi:

-‘Ben, bunu yapacak değilim. Ben, Rabbimden böyle şeyler isteyecek birisi değilim. Ve ben bunun için size peygamber gönderilmedim. Allah, beni müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdi. Size getirdiğimi kabul ederseniz; bu, sizin dünya ve ahiretteki nasibinizdir…’ (Devamla aynı cevabı verdi.) Dediler ki:

-‘Öyleyse, iddia ettiğin gibi, Rabbin her şeyi yapmaya muktedir ise bize göğü indir. Çünkü biz, bunu yapma­dığın takdirde sana inanacak değiliz.’ Rasûlullah (s) ise onlara dedi ki:

-‘Bu Allah’a ait bir şeydir. İsterse öyle yapar.’ Onlar dediler ki:

-‘Rabbinin, bizim seninle beraber oturacağımızı, sana sormak istediğimizi soracağımızı, dilediğimiz şeyleri iste­yeceğimizi bilmesine, sana gelip müracaat edeceğimizi, bu konuda getirdiğine inanmazsak bize ne yapacağını ha­ber vermesine gelince; duyduk ki bütün bunları sana Yemâme’de ken­disine Rahman denilen bir adam bildiriyormuş. Allah’a andolsun, biz, Rahman’a ebediyen inanmayız. Artık ey Muhammed, senin bize beyan edeceğin bir özrün yok. Allah’a andolsun ki biz, se­nin bu yaptıklarına karşılık seni bırakacak değiliz. Ya sen, bizi mah­vedeceksin ya da biz, seni.’ Onlardan bir kısmı dedi ki:

-‘Biz Al­lah’ın kızları olan meleklere ibadet ederiz.’ Bir başka grup da dedi ki:

-‘Allah’ı melekleriyle beraber karşımıza getirmedikçe biz, sana iman etmeyiz.’

Onlar böyle deyince Rasûlullah (s) kalktı. Onunla beraber ha­lasının -Abdülmuttalib’in kızı Atîke’nin- oğlu Abdullah b. Ebû Ümeyye de kalktı ve şöyle dedi:

-‘Ey Muhammed, kavmin sana anlatacaklarını anlattı; sen onların hiç birini kabul etmedin. Sonra kendileri için senden bazı şeyler istediler ki, bunlarla Allah katındaki makamını öğrensinler. Sen, bunu da yerine getirmedin. Sonra kendilerini korkuttuğun azabın çabucak gelmesini senden istediler. Allah’a andolsun ki sen,göğe merdiven dayayıp da yükselmedikçe ve ben de sen dönünceye kadar bekleyip, beraberinde dört melekle beraber söylediğine şahitlik eden yayıl­mış bir nüsha ile birlikte gelmedikçe sana ebediyen iman etmem. O melekler senin dediğine şahitlik etmelidirler. Allah’a yemin ederim, eğer sen bunu yapmış da olsan öyle sanıyorum ki ben yine seni doğ­rulayacak değilim.’

Sonra Hz. Peygamber’in (s) yanından ayrılıp gitti. Rasûlullah (s) da onların yanından ayrılıp, hüzün dolu olarak evine döndü. Çünkü kavmi kendini çağırdığı zaman, onların iman edecek­lerini ummuştu.”

 Mucizeleri Görseler de İnanmazlar!

 İbn Kesir, Tefsir’inde der ki: “Bu kâfirler, toplanmış oldukları bu mecliste doğru yolu bulmak için o şeyleri gerçekten istemiş olsalardı, Allah Teâlâ onların isteği­ni karşılardı. Ne var ki onların bu taleplerini sırf küfür ve inatları se­bebi ile istediklerini çok iyi bildiği için Rasûlü’ne (s) şöyle de­miştir:

-“Dilersen, onların istediklerini sana veririz, ama bundan sonra da küfredecek olurlarsa; âlemlerde hiç kimseye azap etmediğimiz biçimde onlara azap ederiz. Ama dilersen onlar için tevbe ve rahmet kapısı açılır.”Hz. Peygamber (s): ‘Hayır, onlar için tevbe ve rah­met kapısının açılmasını dilerim’, dedi.

Zübeyr b. Avvâm’dan (r.a) nakledilir ki: “Ve yakın akrabanı uyar!” (Şuara 26/214) ayeti nazil olunca, Rasûlullah (s) Ebû Kubeys tepesinde: ‘Ey Abdi Menâfoğulları, ben sizin için bir uyarıcıyım’, diye seslendi. Kureyşli­ler yanına geldiklerinde onları uyarıp korkuttu. Onlar dediler ki:

-‘Sen, kendisine vahiy gelen bir peygamber olduğunu iddia ediyorsun. Süley­man’a dağlar ve rüzgâr müsahhar kılınmıştı. Mûsâ’ya deniz müsahhar kılınmıştı. İsa ölüleri diriltirdi. Öyle ise Allah’a dua et de bizim üzerimizden şu dağları götürsün, yeryüzünde ırmaklar açsın ve biz orada tarlalar yapalım, ekelim, yi­yelim. Veya Allah’a dua et de bizim için ölüleri diriltsin de onlarla konuşalım, onlar da bizimle konuşsunlar. Ya da Allah’a dua et de şu al­tındaki kayayı bizim için altın yapsın. Biz onu oyalım ve böylece yaz ve kış ticaret için seferden kurtulalım. Çünkü sen, onlar gibi olduğu­nu iddia ediyorsun.’

 Zübeyr der ki: Biz bu sırada O’nun çevresinde bu­lunuyorduk. Birden O’na vahiy geldi. Buyurdu ki:

-‘Nefsim elinde olan Allah’a yemin ederim ki O, sizin istemiş ol­duğunuzu bana verdi. Eğer ben de istersem olur. Ancak beni iki şey arasında serbest bıraktı. Sizin rahmet kapısına girip inananlarınızın inanmasını veya sizi kendi tercih ettiğiniz noktada ser­best bırakıp rahmet kapısından uzaklaşmanızı ve hiç birinizin inan­mamasını seçmemi söyledi. Ben rahmet kapısını seçtim. İnananlarınız inanır. Ve Rabbim bana bildirdi ki: Eğer o istediğinizi size verir de sonra siz küfredersiniz, muhakkak ki âlemlerde hiç bir kimseye azap etmediği biçimde size azap edecektir. Bunun üzerine şu ayet (İsrâ 17/59) geldi:

“Bizi ayetler/mucizeler göndermekten alıkoyan şey; ancak öncekilerin onları yalan­lamalarıdır…”

Hz. Peygamber (s) bu ayeti okudu; sonra Ra’d suresindeki şu ayet (Ra’d 13/31) nazil oldu:

“Eğer Kur’ân ile dağlar yürütülmüş veya yeryüzü parçalanmış yahut ölüler konuşturulmuş olsaydı; kâfirler yine de inanmazlardı…”

Bu ayetlerden anlaşılan o ki; kavminin Efendimizden (s) talep ettiklerini Allah Teâlâ’nın (c.c) onlara vermesi Yüce Zâtı için pek kolay ve basittir. An­cak daha önceki toplumların, peygamberlerinden bazı şeyler istedikten sonra onları yalanlamaları üzerine haklarında uygulanan sünnetullah; istedikleri şey indikten sonra yine yalanlarlarsa azabın bir da­ha ertelenmemesidir. Nitekim Allah (c.c) şöyle buyurur:

“Ben, onu şüphesiz indireceğim. Bundan son­ra da artık içinizden her kim küfrederse; onu dünyalarda kimseyi azaplandırmayacağım bir azapla azaplandıracağım.” (Mâide 5/115)

İsrâ suresinin 59.ayetinde, devamla: “Semûd’a da apaçık bir mucize olarak dişi deveyi vermiştik de, ona zulmetmişlerdi. Hâlbuki Biz, ayetleri ancak korkutmak için göndeririz.” buyurulur.

Allah’ın sünneti, ayetleri ancak korkutmak için göndermektir. Ama vahyin muhatapları böyle inkârda ayak direr, mucizelerden ibret almaz ve zulümlerini sürdürürlerse, ilâhî azap kaçınılmaz olur.

Kur’ân-ı Kerim, inkârcıların, samimiyetsiz ve uçuk taleplerine şu ayetlerde de (Fur­kân 25/7-11) yer verir:

“Dediler ki: ‘Bu ne biçim peygamber ki yemek yiyor, sokaklarda geziyor? Ona, kendi yanında durup uyaran bir melek indirilseydi ya. Yahut kendisine bir ha­zine verilseydi veya besleneceği bir bostanı olsaydı ya.’ Bu zalimler (müminlere); ‘Sizin uyduğunuz sadece büyülenmiş bir adamdır.’ dedi­ler. Sana nasıl misaller getirdiklerine bir bak. Onlar sapmışlardır, yol bulamazlar. Dilerse sana bunlardan daha iyi olan, içlerinden ır­maklar akan cennetler verebilen ve köşkler kurabilen Allah’ın şanı yücedir. Zaten onlar kıyamet saatini de yalanladılar. Biz kıyameti yalanlayanlara çılgın alevli bir ateş hazırladık.”

Bütün bu talepleri anında karşılamak, Allah Teâlâ için elbette pek kolaydı; “ol” demesi yeterliydi. Ama Allah (c.c), buna rağmen onların iman et­meyeceklerini biliyordu.

Bu inkârcıların azabı çabucak istemeleri de, azabın geleceğine ihtimal vermemeleri sebebiyle idi:

“Ey Allah’ımız! Eğer bu, gerçekten Senin katından ise, bize gök­ten taş yağdır.” (Enfâl 8/32)

Nitekim Şuayb aleyhisselâm’ın kavmi de ondan benzer şeyleri istemişlerdi:

“Eğer doğru söyleyenlerden isen, haydi üzerimize gökyüzünden bir parça düşür.” (Şuarâ 26/187)

Allah Teâlâ, Hz. Şuayb’ın kavmi Medyen ve Eyke’yi, Gölgeli Gün’ün (“yevmü’z-zulle”) azabıyla cezalandırdı. Doğ­rusu o günün azabı pek dehşetliydi; bulutlar, onların üzerine taş değil ateş yağdırdı.

Âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed (s) ise, kavmine süre tanınmasını istemişti. Onların soyundan Allah’a ibadet edecek bir nesil çıkarması için Rabbine dua etmişti. Allah Teâlâ onun bu duasını kabul buyurdu ve Rasûlullah’tan uçuk taleplerde bulunan o kişilerden bir kısmı daha son­ra Müslüman oldular da İslâm’da güzel mertebelere erdiler. Efendimizin göğe çıkıp, okunacak bir kitap getirmesini isteyen Abdullah b. Ebû Ümeyye de (r.a), tam bir teslimiyetle iman edenler arasına girdi.

“Yahut göğe yükselesin. Biz sana bakıp dururken bir merdivenle göğe çıkasın. Oradan bize okuyacağımız bir kitap indirinceye kadar senin yük­selmene de inanmayacağız.” (İsrâ 17/92)

Mücahid; onların bu talepleriyle, her birine tek tek yazılı bulunan sayfalar indirilmesini; hatta ‘Bu, Allah tarafından falan oğlu falana gönderilmiş bir kitaptır.’ denilmesini istediklerini beyan eder.

Bunun üzerine Efendimiz, kavmine İsra 93. ayeti okudu ve ekledi:

-“Ben, ancak Allah tarafından size gönderilmiş bir elçiyim. Rabbimin emirlerini size tebliğ eder ve öğüt veririm. Doğrusu ben, bunu yaptım. Sizin istediğiniz hususta durumunuz Allah’a kalmıştır.”

 Neden Melek Peygamber İstediler?

İnkârda diretenler, bütün bu taleplerinin ancak bir melek tarafından gerçekleştirilebileceğini düşündükleri için, aralarından seçilip görevlendirilmiş bir Peygamber’i kabul etmek istemediler. Oysa insanlara Allah’ın mesajını iletip onlara model olacak elçi, tıpkı kedileri gibi bir beşer olmalıydı.

“Kendilerine hidayet geldiği zaman, insanları inan­maktan alıkoyan şey de: ‘Allah, peygamber olarak bir beşeri mi göndermiştir?’ demeleridir. De ki: ‘Eğer yeryüzünde yerleşmiş dolaşan me­lekler olsaydı, Biz ancak onlara peygamber olarak gök­ten bir melek indirirdik’.” (İsra 17/94-95)

Kur’ân, inkârcıların “insanüstü” bir peygamber beklentilerinin temelinde, ‘kendi aralarından çıkan sade bir insanın, kendilerine doğru yolu gösteremeyeceği’ yanılsamasının yattığını belirtir. (Yunus 10/2, Teğâbün 64/6)

Kavmin önde gelenleri dururken, sade bir insanın onlara hakkı ve hakikati söylemesi, inkârcı ekâbir taifesinin asla kabullenemedikleri bir durumdur. Bu psikoloji, Firavun’un söyleminde iyice açığa çıkar:

“Kavimleri bizim kölelerimiz iken, bizim gibi iki insana mı inanacakmışız?” (Mü’minûn 23/47)

Diğer ümmetler de, kendi içlerinden çıkan kutlu elçilere: “Siz de bizim gibi sadece birer insansınız. Bizi atalarımızın tapındığı şeylerden döndürmek istiyorsunuz. Öyleyse bize açık bir delil getirin.” (İbrahim 14/10) diye itiraz ettiler. Esasen onlar, çıkarlarının sigortası olan düzenlerini değiştirmek istemediler.

Eğer Allah insanlara meleklerden bir elçi göndermiş olsaydı, bu kez de; ‘onlar melek, bizse insanız; onları örnek alıp onlar gibi olmamız mümkün değil!’ derler ve yine inanmazlardı. Üstad Mevdudi’nin İsra/94-95 bağlamında dillendirdiği gibi; bir insanın Allah’ın elçisi olamayacağı kanaati tüm çağlarda cahil insanlar arasında yaygındı. Dahası, zaman geçtikçe peygamberlerin takipçileri de nebilerin insan olmadığına ve sadece elçiolduğuna inanır oldular. Bu nedenle bazıları peygamberlerini ilâh edindiler, bazıları da Allah’ın oğlu kabul ettiler. Böylece kutlu elçiler de getirdikleri mesaj da hayatın dışına itildi.

 

Netice-i kelâm: Allah Teâlâ’nın insanlara kendi içlerinden beşer elçiler göndermiş olması büyük bir lütuf ve imkândır (Âl-i İmrân 3/164; Tevbe 9/128). Bizim gibi acıkıp susayan, yiyip içen, sevinip üzülen, çarşıda gezen obeşer Rasûl (s); Allah’ın ayet­lerini muhataplarına duyurarak, kitabı, hikmeti ve bilme­diklerini öğretip bizzat yaşayarak onlara örnek/model oldu ve onları günah kirlerinden arındırdı (Bakara 2/151).

Bugün bize düşen de: Melek değil, bizim gibi bir beşer olan Rasûlullah’ı (s) model alarak, getirdiği ilâhî mesaj uyarınca Allah’a halis kullar olmak ve O’na şükretmektir; nankörlük etme­k değil. Vesselâm.

Yazar: 

Yeni yorum ekle

Image CAPTCHA
Enter the characters shown in the image.