Âsım Efendi, Kâmûs tercemesinde “bereket” kelimesi için şu açıklamayı yapmaktadır: “Bereket, bir nesnenin artıp çoğalmasına denir. Bir şeye hayr-ı ilâhînin sübûtuna da bereket denir.” (Bakınız. Kâmûs tercemesi, III, 1044). Dilimizde bu kökten türetilmiş olan bereketli, mübârek, tebrîk, teberrük ve teberrüken kelimeleri ile Allah bereket versin, bereketini gör, bârekallah gibi duâ ve temenni ifadeleri yaşamaktadır.
Bereket, bir şeyin artıp çoğalması ve insanı mutluluğa ulaştırması anlamına gelir. Esasen hiçbir felsefî ve iktisâdî sistemde karşılığı olmayan bu kavram, başka kelimelerle tam olarak karşılanamamaktadır. Bereket kavramını, ancak yine bereket kelimesinin kendisi karşılayabilmektedir. Bu kavram sadece İslâm inanç sisteminde vardır. Bu mübârek inanç sistemi, dünya hayatının saâdet iksiridir. Bereket, İslâm’da vardır ve ayrıca İslâm’ın kendisi berekettir. Onsuz hiçbir şeyin tadı yoktur. Bereketsiz imân, bereketsiz amel, bereketsiz ilim, bereketsiz makam, bereketsiz mülk, bereketsiz şöhret, bereketsiz unvan ve bereketsiz daha nice imkân ne kadar sıkıcı; bütün bunların bereketli hali ise ne büyük bir saâdettir.
Teberrük ise, bir şeyi bereket ve saâdet vesilesi sayarak almak, vermek ve kullanmak mânâsına gelir. Uğur ve bereket saymak, İlâhî hayra hissedar olmak anlamına da gelir. Teberrüken ifadesi de “uğurlu ve mübârek olarak, bereket konusu ederek” anlamına gelir.
Hz. Peygamber Efendimiz hayatta iken ve vefat ettikten sonra sahâbe-i kirâm, ona ait olan her şeyi teberrüken kullanmış ve saygı göstermiştir. Bu yazımızda biz, yine Hz. Peygamber’in evine misafir olalım ve bu konuyu enine boyuna inceleyelim. Hz. Âişe annemiz anlatıyor:
“Mekkeliler, evlerinde tahtadan yaptıkları karyola üzerinde uyurlardı. Hz. Peygamber, hicretten sonra Ebû Eyyûb el-Ensârî’ye misafir olunca ona: “Ey Ebû Eyyûb! Sizin karyolanız yok mu?” diye sordu. Ebû Eyyûb da: “Yok, Yâ Rasûlallah!” dedi. Bundan haberdar olan Es’ad b. Zürâre, Hz. Peygambere ayakları sâc ağacından yapılmış, üzeri keten lifle dokunmuş ve hasır ile kaplanmış bir karyola gönderdi. Hz. Peygamber, kendi evine taşınıncaya kadar bu karyolanın üzerinde uyurdu. Mescidin inşaatı ile birlikte kendi evinin yapımı bitince Ebû Eyyûb’un evinden ayrılırken bu karyolayı da beraberinde götürdü. Gündüzün bunun üzerinde oturur, gece de yatağını sererek yatardı. Hz. Peygamber vefatına kadar bu karyolayı korudu.
Hz. Peygamber vefat ettiğinde bu karyolanın üzerine konularak yıkanıp kefenlenmiş ve bu karyola üzerinde iken cenâze namazı kılınmıştı. Medineliler, ölülerini taşımak için bu karyolayı bizden isterler ve onunla teberrük ederlerdi. Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer’in cenâzesi de onun üzerinde taşınmıştı.” (Belâzürî, Ensâb, II, 181)
Medine’de bu uygulamayı yapanlar, Hz. Peygamber’in dizinin dibinde yetişen sahâbîlerdir. Onlar, bu işlerin câiz olup olmadığını bizden daha iyi bilmekteydiler. Eğer câiz görmeselerdi asla ve kat’a bunu yapmazlardı. Hz. Peygamber’in bazı uygulamaları, onları bu işin cevâzına sevk etmiştir. Bu uygulamalardan bir kaçını zikredelim.
Hz. Enes anlatıyor:
“Hz. Peygamber, Vedâ haccında Minâ’da şeytanı taşlayıp kurbanını kestikten sonra tıraş olmak istedi. Başının sağ tarafını berbere uzattı, o da tıraş etti. Hz. Peygamber, Ebû Talha el-Ensârî’yi çağırarak kesilen saçlarını ona verdi. Sonra başının sol tarafını berbere uzatarak: “Tıraş et!” buyurdu. Berber, sol tarafını da tıraş etti. Hz. Peygamber, kesilen saçları yine Ebû Talhâ’ya verdi ve: “Bunları insanlara taksim et, dağıt!” buyurdu.” (Müslim, Hac 326; Tirmizî, Hac 73)
Hz. Enes’in bu rivâyetinden, Hz. Peygamber’in, ashâbının kendi saç teli ile teberrükte bulunmasına bizzat izin verdiğini öğreniyoruz. Başta Ümmü Seleme annemiz olmak üzere birçok sahâbî Hz. Peygamber’in saç telini teberrüken saklamışlardır. İmâm Buhârî meşhur eseri el-Câmiu’s-sahîh’inde: “Hz. Peygamber’in vefatından sonra, ashâbının ve daha sonra gelenlerin O’nun zırhı, asâsı, kılıcı, su kabı, yüzüğü, sakal-ı şerifi, ayakkabısı ve kap kacak nev’inden teberrüken sakladıkları eşyalar” ifadesini taşıyan bir başlıkta (IV, 46) fiil kalıbı ile “yeteberrakü” kelimesini kullanmıştır. İbn Hacer el-Askalânî de el-Metâlibû’l-Âliye adlı eserinde (III, 175) “et-Teberrükü bi âsâri’s-sâlihîn (sâlihlerin geride bıraktığı hâtıralarla teberrük) adlı bir bâb açarak konu ile ilgili vesikaları sıralamıştır. Bu kaynaklarda, tâ ilk devirlerden itibâren, İslâm dünyasında bir kısım şahıs, eşyâ ve mekânın, teberrük ve tâzim duygusu ile kutlu ve uğurlu sayıla geldiği belgelenmiştir.
“Takdîs” ile “teberrük”, “taabbüd” ile “tâzim” kavramları arasındaki ince ve o ölçüde de hassas olan fark dikkatlerden kaçırıldığı an, İslâm’ın feyzi ve bereketi, uğuru ve meymeneti, saygısı ve tâzimi ve bilcümle zerâfeti ve letâfeti târ u mâr olup gider. “Temiz ve pâk olmak” anlamındaki “Kudüs” kökünden gelen “takdis”, Yüce Allah’ı ayıplardan, noksan sıfatlardan ve şirkten arındırmaya (tenzih) delâlet eden tâbirlerle anmak ve böylece inanmak demektir (Kâmûs, II, 983,984). Mukaddes de takdîs olunmuş, bütün eksik sıfatlardan arındırılmış, kutsallaştırılmış mânâsına gelmektedir. Kısacası bu kökten gelen kelimeler, özellikle ve münhasıran Yüce Allah için kullanılmıştır.
Konunun daha iyi anlaşılması için Hz. Peygamber’in hayatından bir hâtıra ile yazımıza son verelim. Hz. Peygamber’in, hicretten sonra evinde yedi ay misafir kaldığı Ebû Eyyûb el-Ensârî anlatıyor:
“Biz Hz. Peygamber için akşam yemeği yapıyor ve ona gönderiyorduk. Yemeğin kalanını bize geri verdiği zaman ben ve eşim Ümmü Eyyûb onun elinin değdiği yeri uğurlu sayarak ve artan yemekten bereket umarak yerdik. Bir gün yine O’na akşam yemeği gönderdik. Yemeğin içine soğan ve sarımsak koymuştuk. Hz. Peygamber yemeği bize geri verince onun elinin izini bulamadık. Korkarak Hz. Peygambere geldim ve şöyle dedim:
“Ey Allah’ın Rasûlü, anam babam sana feda olsun. Akşam yemeğini geri verdiğinizde, sizin elinizin izini göremedim. Artan yemeği bize her verişinizde ben ve eşim Ümmü Eyyûb senin elinin izini uğurlu ve bereketli sayarak artan yemekten bereket talep ediyorduk.” Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu:
“O yemekte sarımsak kokusunu hissettim. Ben, kendisi ile vahiy meleğinin fısıldaştığı birisiyim. Fakat siz onu yiyiniz.” Biz de o yemeği yedik ve ondan sonra Hz. Peygambere o bitkiden yemek yapmadık.” (İbn Hişâm, es-Sîre, II, 144)
Dikkat edilirse Hz. Peygamber, Ebû Eyyûb’u yaptığından dolayı kınamamış ve dolayısıyla yapmakta olduklarına cevâz vermiştir. Bu cevâzı nazar-ı itibâra alacak olan bizlerin gözden kaçırmamamız gereken bir inceliği bir daha hatırlatıyorum: Lütfen, Takdîs ile teberrükü, taabbüd ile tâzimi birbirine karıştırmayalım!
Yeni yorum ekle