Hz. Peygamber (a.s.) hicret ettiğinde Medine’de, çeşitli etnik kökenlere ve dinlere mensup gruplar yaşıyordu. Bunlar, çeşitli kabilelere mensup Müslümanlar ve müşrik Araplar, -Semhûdî’ye göre-[1] yirmiden fazla kabileden oluşan Yahûdîler ve az sayıdaki Hıristiyanlardı. Evs ve Hazrec, Medine’nin asli unsurlarından olan iki kardeş kabile oldukları halde, bazen kanlı iç savaşlara tutuşabiliyorlardı. Yahûdî kabileler arasında sahip oldukları nüfus ve güç itibariyle ön plana çıkan Benî Kaynukâ’, Benî Nadîr ve Benî Kurayza kabileleri, bazen kendi aralarında bazen de ittifak kurdukları Arap kabileleriyle savaş halinde bulunabiliyorlardı.
Rasûlullah’ın (a.s.) hicret sonrasında yaptırdığı nüfus sayımında tesbit edilen 1500 Müslüman’dan ayrı 4000 kadar müşrik Arap ve bir o kadar da Yahûdî nüfusla toplam 10000 kadar insanın Medine’de yaşadığı tahmin edilmiştir.[2]
Hicretten sonra müşrikler ve gayr-ı Müslim unsurlar, Hz. Peygamber’e (a.s.) karşı olan tutumları bakımından dört gruba ayrıldılar:
1- Mekkeli Kureyş müşrikleri, Müslümanlarla silahlı mücadeleyi tercih etti.
2- Bazı Arap kabileleri, Hz. Peygamber’i (a.s.) düşmanlarıyla baş başa bırakıp neticeyi beklemeyi, başka bir deyişle “bekle gör” siyasetini seçti. Bunlar içerisinde Huzâa Kabilesi gibi Rasûlullah’ın (a.s.) galip gelmesini arzu edenler bulunduğu gibi, Benî Bekr Kabilesi gibi bunun tam aksini temenni edenler de vardı. Bu sebepledir ki Hudeybiye Antlaşması’nda Huzâa Müslümanlara, Benî Bekr müşrik Kureyşlilere taraf olacaktır.
3- Medine’de yaşayan Yahûdî Benî Kurayza, Benî Nadîr ve Benî Kaynukâ’ kabileleri, ilk başta Hz. Peygamber’le (a.s.) antlaşarak karşılıklı saldırmazlık ilkesini ve O’nun (a.s.) düşmanlarına yardım etmemeyi kabul ettiler. Ancak zamanla Yahûdî kabileleri, taraflar arasında yürürlükte olan antlaşmaları ihlal etmiş ve savaş sebebi sayılan girişimlerde bulunmuşlardır.
4- Hz. Peygamber’in (a.s.) Medine’ye yerleşip muhâcir ve ensârdan müteşekkil Müslüman toplumu siyasî bir teşkilata kavuşturarak, devlet başkanlığı pozisyonunu fiilen kazanmasından itibaren; zahirde Müslümanlarla birlikte görünen içten ise onlara düşmanlık yapan ve fırsat buldukça Medine İslâm toplumuna karşı yıkıcı faaliyetlerde bulunan yani münâfıklık yapan yeni bir grup oluştu. [3]
Übey b. Ka’b el-Ensârî el-Hazrecî en-Neccârî’nin (r.a.)[4] bildirdiğine göre, ensâr Rasûlullah (a.s.) ve ashabına kucak açtı. Bu yüzden Yahûdîler ve müşrik Araplar, ensâra tek yaydan ok atmaya başladılar; boy hedefi seçtiler, onlara olan düşmanlıklarını hepten dışa vurdular ve kendilerine savaş ilan ederek onları her gördükleri yerde çığlık atmaya başladılar. Öyle ki, müminler silahsız olarak ne gezebiliyorlar ne de geceleri uyuyabiliyorlardı. Hatta: “Acaba Allah’tan başka hiçbir şeyden korkmaksızın huzurlu ve rahat olarak uyuyacağımız bir güne kadar yaşayabilecek miyiz!?” demeye başlamışlardı. Bunun üzerine Yüce Allah şu âyeti indirdi:
"Allah, içinizden, iman edip de salih ameller işleyenlere, kendilerinden önce geçenleri hâkim kıldığı gibi onları da yeryüzünde mutlaka hâkim kılacağına, onlar için hoşnut ve razı olduğu dinlerini iyice yerleştireceğine, yaşadıkları korkularının ardından kendilerini mutlaka emniyete kavuşturacağına dair vaadde bulunmuştur. Onlar bana kulluk eder ve bana hiçbir şeyi ortak koşmazlar. Artık bundan sonra kimler inkâr ederse, işte onlar fâsıkların ta kendileridir”.[5]
Buna rağmen Rasûlullah (a.s.), Medine’de yaşayan bütün kesimlerle barış ve karşılıklı güven ortamı içinde yaşama irâdesini gösterdi.[6] Bu irâdeye rağmen, Medine’deki müşrik Araplar ve Yahûdî gruplar İslâm toplumunu taciz etmeye devam ettiler.
“Ehl-i Kitap’tan çoğu, hakikat kendilerine apaçık belli olduktan sonra, sırf içlerindeki kıskançlıktan ötürü, sizi imanınızdan vazgeçirip küfre döndürmek istediler. Yine de siz, Allah onlar hakkındaki emrini getirinceye kadar affedip bağışlayın. Şüphesiz Allah her şeye kadirdir” [7], “Andolsun ki, mallarınız ve canlarınız konusunda imtihana çekileceksiniz; sizden önce kendilerine kitap verilenlerden ve müşriklerden birçok üzücü sözler işiteceksiniz. Eğer sabreder ve takvâ gösterirseniz, muhakkak ki bu, (yapılacak) işlerin en değerlisidir”[8] meâlindeki âyet-i kerîmeler, İslâm toplumuna, bu olumsuz ve antlaşmalara aykırı tavırlara karşı Medine içinde itidal, sabır ve affı emretti. Ancak Rasûlullah (a.s.), doğrudan İslâm toplumuna yönelik müşahhas tehdit içeren girişimlere karşı fiilî-cezâî müdahalelerde bulundu.[9]
[2] Tayyib Okiç, “İslâmiyette İlk Nüfus Sayımı” Ankara Ü. İlahiyât Fk. Dergisi, Ankara 1958-1959, VII, 11-20; Ahmet Bostancı, Kamu Hukuku Açısından Hz. Pegamber’in Gayri Müslimlerle İlişkileri, İstanbul 2001, s. 26-27.
[4] Hz. Peygamber (a.s.), kâri’lerin efendisi (سيد القراء) Übey b. Ka’b’ı Kur’ân kıraat ve tilâvetini en iyi bilen olarak tanıtmıştır. Yüce Allah, Übey’in (r.a.) ismini zikrederek Hz. Peygamber’den (a.s.) Beyyine Sûresi’ni ona (r.a.) okumasını emretmiştir. Hz. Ömer (r.a.), Übey’i (r.a.) “Müslümanların efendisi” diye nitelemiştir.
[5] en-Nur 24/55. “Zulme uğradıktan sonra Allah yolunda hicret edenlere gelince, onları dünyada güzel bir şekilde yerleştireceğiz. Eğer bilirlerse âhiretin mükâfatı elbette daha büyüktür. (Onlar) sadece Rablerine tevekkül ederek sabredenlerdir” (en-Nahl, 16/41,42) meâlindeki âyetler de yukarıdaki âyetle aynı anlamdadır. Bazı tefsircilere göre ise bu âyetler, daha evvel Mekke’de zulme uğrayıp işkence görmeleri üzerine Medine’ye hicret eden müminler hakkında nâzil olmuştur. Bu âyetlerle onlara, dünyada iyi bir hayat, geniş bir rızık vadeden Yüce Allah, bu vadini gerçekleştirmiştir. Rivâyet edildiğine göre Hz. Ömer (r.a.), muhâcirlerden bir zata devlet hazinesinden (beytülmal) payına düşeni verirken şöyle demiştir: “Al! Allah bereketini arttırsın. Bu, Allah’ın sana dünyada iken vaat ettiği rızıktır. Senin için âhirete sakladığı ise daha değerlidir.” Bkz. Şâmî, IV,3-4.
Yeni yorum ekle