Âlemde birlik ve teklik mutlak manada Allah’ın zatı için geçerlidir. Onun zatı dışında her şey ikilik mertebesindedir. Mutlak vahdet, Allah’ındır ve bu manada ancak o tevhit edilebilir. Bunun dışında psikolojik ve toplumsal vahdet gibi durumlar da vardır. Bunlar insan için geçerlidir ve ancak itibaridir. Çokluğa birlik nazarı ile bakmakla ve birliktelik veçhesi bulmakla ilişkili bir perspektife dayanır. “Çift’e ve tek’e…”[1] yemin edilmiştir. Teklik ve çokluk oluşun düzenidir. İnsan aslı itibarı ile ikilik mertebesindedir. İkilik ise karşıtlık demektir. İkilik başkalaşma, farklılaşma, uzaklaşma, zıtlaşmadır. İkiliğin tabiatı ayrışmadır, cedeldir. Taraf, ikilikte ortaya çıkar. İnsan ise doğduğu anda dişi ve erkek olarak taraftır. Büyük-küçük, aydınlık-karanlık, güzel-çirkin, iyi-kötü, hak-batıl, tevhid-şirk, az-çok, alt-üst, önce-sonra ve daha nice itibarların imkânı hep ikiliktedir. Tabiat zıtlıklar ile doludur. Her şeyin bir zıttı vardır. Öyleyse varlığın diyalektik durumu, zıtlıkta bir tarafı tercih etmeyi ve bir cihette bulunmayı gerektirir.
Kâinatta bir tek insan, değerler sistemi içerisinde yaşayan ve varlığı kıymetlendirerek mevcut karşıtlıklar arasında tavır alan, yol bulan ve tarafını seçen bir varlıktır. Yani insan sadece tabii ihtiyaçların tedariki için varlık süren bir yaratılmış değildir. Çünkü özgür bir varlıktır. Bu sebeple insan, değerler sisteminde zıttı ile çatışan, ikiliği ortadan kaldırıp birlik tecrübesi için birbiri ile mücadele eden, savaşın doğasındaki ikilikten, galebenin sunduğu birlik tecrübesine koşullanmış olan bir varlıktır.
İnsan aynı zamanda tez ve antitezleri çatıştırarak aklî sentezlere ulaşan, aklî, ahlakî ve sosyal zıtlıkları çatıştırarak birliğe ulaşan bir varlıktır. Bu tabiatı sebebiyle hem söylem inşa eder, hem de devlet. Söylem, konuşma ve diyalog ancak ikilikte imkânını bulur. Kavramlar zıtlıklar içerse de insan çatıştırdığı mefhumları sentezler ve yeni anlam tümelleri oluşturur. Azlık-çokluk vardır, ama insan nicelik kavramına yükselir. Altın-demir vardır, ama insan maden der. Yani karşıtları birlemeye, sentezlemeye koşullu bir zihni vardır. Fiilî cephede yani toplumsal varlık alanında da böyledir. Zıtlıkları galebe ile birler ve devletler kurar. Yenmek ister ve bazen de yenilir. Oluşturduğu asabiyeler ve toplumsal harçlarla toplum katmanlarını bir birlik çatısı altında toplayıverir. Devletler, yönetimler tesis eder.
İnsan inşa eder. İnsanın diğer varlıklardan bir farkı da çatı yapan bir tabiata sahip olmasıdır. Çatı kurucu ilkedir, birlik ve bütünlüğü sağlayan bir-aradalık kriteridir. İnsan önce kendi gerçekliğini inşa eder, sonra sosyal karakteri. Ve birlik çatıları kurar, bütünlüğü sağlamak için. Peki, insan çatı’yı çatamaz ise ne olur? Birlik ve bütünlük sağlanamaz. Çatı olmazsa insan, belli ki çatı’şacaktır. Çatı yoksa çatı’şma vardır. Kimin kimin çatısının altına gireceği, kimin çatısının yüceleceği ve ilâ’ edileceği kavgası vardır. İkilik çatısızlıktır çünkü. Herkesin birbirine çattığı bir durumdur. İnsan ise kendi doğasında ve toplumda vahdet çatısını, birlik tecrübesini arar.
Bir şeyin aynı şey olması için bir öğe yeterli iken, iki şeyi aynı ölçekte toplamak için yani Bir’leri Bir’likte yapmak için zıtlığın yok edilmesi kaçınılmazdır. Yani Bir olmak ayniyettir. Ayniyyet ise durağanlık ve sükûndur. Ama ikiliği birlemek için yani Bir’likte olmak için tek bir çatı gerekir. Mesela azlık ve çokluğun evreninde eşitlik bir Bir’liktelik çatısıdır. Bir’likteliğin çatısı altında olmayan çokluğun ise çatışma ve adaletsizlik üretmesi kaçınılmazdır. O sebeple üzerinde çatı olmayan çokluklarda çatışma eksik olmayacaktır. Toplumda çatı da çatışma da hiçbir vakit eksik olmaz. Karşıt olan şeyler çatı ile bir araya gelir ve böylece uzlaşmaz olanlardan en güzel uyumlar doğar. Öyleyse çatışma, psikolojik ve sosyal varlığın bünyesidir.
Enfüsde ve Afâkda Birlik Çatısının İnşası
Çatışma ve ikiliğin ilk alevlendiği yer insan Ben’idir. Dolayısı ile çatışmanın ilk cephesi burasıdır. İnsan aslında iç âlemi itibarı ile tekil bir varlık değildir. İnsan, bir çokluğu ifade eder. Daha doğrusu benliğin toplumları vardır. İnsanın içi dışından çok daha sesli ve gürültülüdür. Tekil farz edip üzerine inanç, ahlak ve siyaset gibi olguları inşa ettiğimiz irade kavramı bile kökünde kuvvetli birçok saikin kavgasının olduğu bir mefhumdur. İnsanın tabiatı, şehvet ve gazap özellikleri ile mücehhez arzu gücü, bunlara rağbet eden nefsi, nefisin temayüllerine karşı duran aklı, akla bulaşan vehim gücü, öte yandan ruh cephesi ve onun kendi mülkü nispetinde bulunan beden ülkesine ilhamları ve bütün bunların Allah’ın iradesi ile ilişkilerinden müteşekkil süreçler, bize insanın iç âleminde de yoğun karşıtlıklar olduğunu gösterir. Dolayısı ile insanın iç âlemi de zıtlıklar ve çatışmalara gebe bir çokluk durumu olarak anlaşılabilir. Görünür olan “ameller ve fiiller” nehri, saklı ve karmaşık “niyetler” kaynağından doğar. Dolayısı ile insan büyük bir harp alanıdır. Tabiat ile rûh mevzileri arasındaki gerilimin sürgit devam ettiği bir varlıktır insan. İnsan nice pehlivanların vuruştuğu, iradelerin çatıştığı, nice kumandanların birbirini kırdığı kanlı bir meydandır.
İnsandaki çatışma ve savaş ancak ruhun kurduğu çatı ve hâkimiyetin icbar ettiği birlik ilkesi ile neticelenebilir. Çünkü mülk onundur ve mülkünden hesaba çekilecek de odur. Ruh, beden memleketinde birlik kelimesini yükseltip (ilâ-yı kelimetullah), vahdet kılıcını çekerek enfüs memleketinde fetihlere çıktığında benlik kalesinin kapıları kendisine bir bir açılır. Ruh beden ülkesinde halife olur. Nefsi ve azalarını düşman elinden kurtarır, kalbi kendisine saray edinir ve beden memleketinin vergi ve haracını zaleme elinden kurtarır. Hevâ mağlup olur, akıl vehimden, şehvet ve gazab gücü de hevânın elinden kurtulur. Gönül yöresinin fethi bu şekilde gerçekleşmedikçe kalp sarayının çatısı inşa edilmez. Kalb mamur olmadan da beden mülkünde, benliğin toplumunda sulh ikame edilmez. Hevâ’nın çatısı yıkılmadan çatışma neticelenmez ve insanda hevâ sebebiyle zuhûr eden kötü sıfatlar zeval bulmaz. Hevâ’ya çatmadan, onunla çatışmadan ruh sultânı ve onun askerleri güçlenmez ve beden mülkünde adalet ve nizam gerçekleşmez. Nefis hevâ elinden alınmadıkça insanî memlekette uzlaşma kabul etmez bir mücadele vardır. İşte büyük çatışma yani büyük cihad budur. Nitekim “Mücahid nefsiyle cihad edendir”[2] buyurulmuştur.
İkinci cephe afakî alandır. Yani yeryüzü dediğimiz dışımızdaki ötekilerle karşılaştığımız alan. Sosyal gruplar, itikat çerçeveleri, ideolojiler ve fikirler açısından da yeryüzü zıtlıkların çatışma meydanıdır. Cemiyetler, içerisinde birçok farklılıklar barındırır ve bu farklılıkların bir kısmı doğrudan zıtlık ilişkisi oluşturarak birbirleriyle çatışırlar. Çatışmak zorundadırlar. Cemiyet ya da toplum dediğimiz varlık alanının bünyesi de zıtlıklarla doludur. Zıtlık ve karşıtlığa dair teorik çerçevemiz olmadan toplum ne anlaşılabilir, ne de yönetilebilir. Bu sebeple bir fikir gövdesinin çatışma kuramının olmasının, yeni bir toplum inşasında hayatî bir olgu olduğu inkâr edilemez. Bu yüzden çatışma kuramının taşıdığı anlam yükü ve gaye çerçevesi çok önemlidir. Yani çatışma da, çatı da muhakkak fıtrî ve adil bir fikrî çerçeveye dayanmalıdır.
İslam, çatışma kuramını farklı bir şekilde içeriklendirmiştir. İslam, çatışmanın çerçevesini insanın tabi arzu, talep ve menfaatlerinden çıkarmış cihad olarak adlandırarak nizam verici ve inşa edici aşkın bir fikre istinat ettirmiştir. Âlemdeki durumu tevhid ve şirk, hak ve batıl gibi temel karşıtlıklar üzerinden okumaktadır ve bu karşıtlıklar arasında çatışma kaçınılmazdır. Tarih bu çatışmanın sahnesidir. Bu çatışmanın ilkesi “ila-yı kelimetullah” düsturudur. Yani çatışma, ancak Allah için olabilir. Allah için verilen mücadele, değişik bağlamları alaşağı eder ve farklı mücadele kriterlerini de dizginler. Çatışmanın ilkesini düzenler. İslam, mücadele ve cihadın ontolojisinin ikilik olduğunu reddetmez ama mücadelenin teleolojisinin, yani gayeliliğinin yönünü değiştirir. İkilik durumundan tekrar birliğe dönmek şeklinde bir güzergâh belirler. Batıl ve beşeri çatışmalar arasından yeni bir mücadele koridoru açarak kesretteki Niza’dan vahdetteki Nizam’a çağırır. Bir ve Bir’likte olmaya yönelik ve içeriğinde suflî bir kriter olmayan bir davettir bu. Çatışmayı ulvîleştiren bir çağrıdır. “İman edenler, Allah yolunda savaşırlar. İnkâr edenler de tâğût yolunda savaşırlar. O hâlde, siz şeytanın dostlarına karşı savaşın. Şüphesiz şeytanın hilesi zayıftır.”[3]
Bir’likte olmak, karşıtlıkları mutlak manada yok etmek değildir. Çatı altında bulunmaya bir davettir. İslam cihad ile karşıtları yok etmez. Çünkü karşıtlık, varlık ve tabiatın bünyesidir. Sadece karşıtları belli bir vahdet perspektifinde bir araya getirir. İslam’ın yok ettiği küfrün ontolojik temeli değildir. Çünkü onu yok etmek, zaten mümkün değildir. Dualitenin, ikiliğin ontolojisi kader sırrındadır. Müslümanın sorumluluğu, küfrün ontolojisini tahrip etmek olamaz. Müslümanın mesuliyeti, küfrün psikoloji ve sosyolojisi sebebiyle ortaya çıkan çatışmayı yani olguyu belirleyen zulüm ve küfür iradesini sınırlamaktır.
Müslümanlara biçilen görev zulüm ve küfrün fiile geçmiş, bireyi ve toplumu sarmış fenomenolojik sonuçları ile mücadele etmektir. Yani görev küfrü yok etmek değil fitneyi yok etmektir. Çünkü takdir Allah’ındır, hidayet ve dalaletin esrarı onun katındadır. Nitekim “Fitne kalmayıncaya ve din de yalnız Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Vazgeçerlerse artık zulmedenlerden başkasına hiçbir düşmanlık yoktur”[4] buyurulmuştur. Bu anlamda çatışma ve mücadelenin kılıcı hidayet bağışlamaz ve dalaleti de kesmez. Fitnenin ise şah damarına vurur ve bütün canlılık imkânını yok eder. Bu sebeple savaş küfrü ortadan kaldırmak için değildir. Kâfirlerin de birlik içerisinde yaşayacağı ve savaşın tamamen ortadan kalkacağı bir nizam ve sulh içindir. Savaşı bitiren onların İslam’ı kabul etmeleri değil, İslam’ın nizam ölçülerini kabul etmeleridir. Yoksa dinde asla zorlama yoktur.
Öte yandan fitne de inanç potansiyellerinin, tavır ve taraf olmanın, prensip iradesinin zuhur edeceği bir diyalektik oluşturur. Fitne, bir anlamda imanın avıdır. Azim ve kararlılık okunun fırlatılacağı bir deneme/denenme tahtasıdır. Bu anlamda fitne, ruhî dinamiklerin saldıracağı bir durum olması, inanma iradesini daha da güçlü kılması, ahlâkî kemallerin zuhuruna imkân sağlaması, inanç kararlılığı ve erdemli bir sîret tercihine fırsat sunması bakımından ferdin ve İslam toplumunun hızını arttıracak bir idmandır. Fitne, ruhî atılımın ferdi ve ictimaî temrinidir. Bu sebeple Müslümanın ruhu ve bu ruhun emrindeki eli, sokak sokak fitne arar ve başta kendi içini sonra da dışını yani bütün âlemi fitneden temizler. İman, fitnenin kâbusu olur. Nitekim fitne, inanç ateşine odun ve ruh adalelerine idman oldukça insan da Allah erine dönüşecektir. Kuvvenin fiile, batının zuhura saldırması gibi iman da fitneye saldırır. İnancın tabiatı, fitneyi sahneden indirmeden oraya çıkmayı kabul etmez. Çünkü tarih dediğimiz meydan yeri, iman ile küfrün, tevhidle şirkin, zulüm ve adaletin, hakla batılın birbirine ünsiyet kurmadığı bir cedel alanı olarak tezahür etmiştir ve bu ana karakterle de devam edecektir. Değişmez kader budur. Suyun tabiatı, ateşin iflasıdır. Hak gelir batıl zail olur.
Cihadın Ufuk ve Uzamı
Cihad kelime olarak “güç ve gayret sarf etmek, bir işi başarmak için elinden gelen bütün imkânları kullanmak” manasındaki cehd kökünden türemiştir. İslam’ın tevhid ilkesini ve psiko-sosyal teklifini gerçekleştirmek için ortaya konulan bütün mücadeleler cihaddır. Gerek öğrenme, gerek sakındırma olsun, gerek düşmanla mücadele olsun hepsi cihad kavramı altındadır. Yani nefse ve topluma yönelik imandan kaynaklı her türlü aksiyon cihaddır. Gerek kılıçla, gerek dille, gerekse de malla ifa edilir.
“Mümin kılıcı ve diliyle cihad eder”[5] ve “Müşriklere karşı mallarınız, nefisleriniz ve dillerinizle cihad edin”[6] buyurulmuştur. Demek ki cihat en genel anlamda hayatın her alanında aksiyon ve dinamizmi tevhid merkezli inşa etmenin adıdır. İslam’ın programına direnen her türlü karşıt direnç noktasına yönelik hamledir. Dolayısı ile hayatın kanunları çerçevesinde adalet, ibadet, riyazet, tebliğ, ilim, irşad, zalime hakkı söyleme, nefsini, ailesini, Müslümanları, İslamî değerleri, vatanını, savunma gibi konularda söz, fiil ve silah gibi beşerî aksiyonun ortaya konulduğu her vasıta ile mücadele etmek cihaddır. Bu anlamda cihadın, mücadelenin ve çatışmanın sadece kıtalden ibaret olduğunu düşünmek büyük bir hatadır.
Hakk ilkesini ortaya koyarken ve ona taraf olarak belirlenen her pozisyonda yapılan fiil, cihaddır. Nitekim kâfirlere boyun eğmeyip onlara karşı Kur’ân’la büyük bir cihadın yapılmasını emreden ayetin[7] cihadın kıtalden ibaret olmadığına işaret ettiği aşikârdır. İslam, tevhid ve birlik gölgesinin düştüğü her fiili cihad saymıştır. Cihad, her türlü güç ve imkânın fiile geçmesidir. İslam Hakk’ı batıla karşı savunma ve bunu en zarurî durumda kesin ve keskin olan kılıç ile yani silahla savaşarak icra etme ilkesini de yok saymaz. Çünkü savaş toplum nizamını bozanlara yöneltildiğinde adâletin tezahürlerindendir ve Hakk’ı ortaya koyma konusunda meşru bir fonksiyon oluşturur. İnsanın hem dış âlemi hem de iç âlemi açısından düşmanların varlığı inkâr olunamayacağına göre savaş enfüsî ve afâkî âlemlerin nizamı için yürütülmesi gereken mücadeleyi de sembolize eder. Guénon’un ifadesi ile savaş, ister hâricî/içtimâî nizam ister derûnî/manevî nizam için olsun denge ve ahengi tesis edip çokluk unsurunu kaldırıp birliği ikâme etmeye yöneliktir. Dolayısıyla da savaşın tabii sonucu ve yegâne sebebi barıştır. Barış ise (es-Selâm) tek ve aynı planın şuurlu tahakkuku ile tüm unsurları uyumlu hale gelecek şekilde ilâhî iradeye teslim ettirmekle (İslâm) gerçekleşir.[8]
İslam insanın nazarına ve mücadele tercihine metafizik koordinat olarak Bir’i, psiko-sosyolojik koordinat olarak da bu ilkenin altındaki Bir’likteliği teklif eder. Cihadın gayesi olarak da Bir ve Bir’likteliğin yani inançta tevhidin ve toplum inşasında ise vahdetin altını çizer. Allah birdir, toplum ise çok kutuplu dinamiktir. İslam, toplum birlikteliği kabul edinceye kadar mücadeleyi öngörür. Çünkü yaradılışın gayesi olan insandan zuhur edecek kemal sıfatlar sulh olmadan ortaya çıkmaz. Bunun için çatışır, vuruşur ve mücadele eder. Cihad ve cenkle, zulüm ve küfür yok olmasa da iradeleri yok edilir. Bu, bir anlamda sosyal ve siyasal bir kısırlaştırmadır.
Darulislam küfrün iradesinin canlılık ve üremesinin sonlandırıldığı yerdir. Darulharb ise küfrün kalbinin attığı ve ömür sürdüğü alanı temsil eder. Nitekim insan için imanın, toplum için İslam Devletinin iradesi zulmün iflası demektir. Cihad bu anlamda hayatın dinamiklerini dönüştürmek olarak anlaşılabilir. Küfrün, batılın pıhtılaştığı ve kütükleştiği yerde, iman akışkan, taze ve dinamiktir. Cihad da yeryüzüne hakkın akışkanlığını ve canlılığını taşır. Savaşlarda alınan, fethedilen beldelerin ehlinin askere alınmaması, bir anlamda onlara canlılığın teklif edilmemesi ve iradelerini tarih sahnesinde kötürümleştirmek içindir. İslam iman aşısı olmayana, canlılığı nispet etmez. O kimselere birlik ve birliktelik tecrübesini seyretmeleri için mühlet verilir. Çünkü birliği tecrübe etmeyen irade, ikiliği yok etmek için varlık gösteremez. Can aşısı olmadan, iradede ikilik şaşılığı giderilmez, sulhun yönetimi hâkim olmaz.
Kuvveden Fiile, Koldan Kılıca: Bedir
Fahr-i Kâinat Efendimiz Hz. Muhammed (sas)’in Allah’ın mesajını insanlara duyurması ile başlayan iman ile küfür arası zıtlaşma ve mücadeleler bazen enfüsî kuvvetlerin muhalefeti, bazen de afâkî çatışmalar ile Mekke dönemi boyunca devam etmişti. Çokça kullanılmasına rağmen sanıldığının aksine cihad Medine dönemi ile başlamaz. Medine ile başlayan, toplumsallık ve siyasal zemine kavuşmuş bir gücün kendi potansiyellerini artık tahkim ettiğini ve gerekirse bunun için fiili savaşı dahi göze alabileceğini silahlı güç ile ilan ettiği bir süreçtir. Yoksa Mekke döneminde sözlü sataşma ve itibar suikastlarından sosyal boykotlara, işkencelerden yurtlarından sürülmeye kadar ödenen büyük bedeller, cihad mefhumunun dışında sayılamaz. Medine’de başlayan süreç, kardeşlik/muahât ve Medine sözleşmesi ile BİR’likte olmuş, ÇATI’sı inşa edilmiş ve toplumsal iradeleri ittihat ettirilmiş bir topluluğu, yani önce kalbî sonra da siyasî ittifaklarla birbirine bağlanmış güven merkezli bir iradeyi yok etmeye çalışan taraf ile girilen fiilî bir mücadeledir. Bu mücadelenin, karşıt tarafların sahip olduğu güçler muvazenesince zaten silahlı olmak zarureti vardır. Yani Mekke döneminde kalpten kola geçen irade ve tasarruf, Medine döneminde artık koldan kılıca geçecektir.
Kuvveden fiile, enfüsten afâka doğru yükselen, artık nizamlaşmış bir iradenin karşıt gücü ile çatışmaması mümkün değildi. İman özsuyunun, yani iman iradesinin gövdeden ilerleyerek siyasal ve askerî dallara ulaşması ve oraya da hayat, yeşillik ve nizam ulaştırması kaçınılmazdır. İmanın daveti artık meydan yerinedir. Hem kendini hem de karşıtını alana çağırmaktan çekinmez. Çünkü hayat, iman ve cihat, potansiyel ve aksiyon arasına gerili bir iptir. Enfüste sınanmış iradeler, kalplerde inşa edilen binalar ve toplumda yükseltilen çatılar, şimdi savaş meydanında ve zulüm ve adalet çatışmasında yeniden sınanacaktır. Artık hakk ile bâtılın açıkça ayrıldığı bir vuruşma, ayırt etme gününün (yevme’l-furkān)[9] vakti gelmiştir. Şimdi kılıç ve nizam mübarek öfkelerin elindedir. İman, aksiyona yönelik bir emir beklemektedir. Taraflar karşı karşıyadır. Artık zuhur buyruğundur:
“Kalk Ya Ubeyde, Kalk Ya Hamza ve Kalk Ya Ali!”
Karşıta, karşılığını ver.
Bedir, bedel olsun…