SON İSLAM DAVETİ KARŞISINDA YAHUDİLER
Kurtarıcılarına Düşman Kesilenler
Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem Efendimizin Yahudilerle karşılaşması Medine dönemine rastlar. Meşhur Babil sürgününde kaçıp Medine’ye yerleşen Yahudi kabileler[1] bir hayli zamandan beri, gelecek son Peygamberi beklemekteydiler. Hatta Araplara sık sık meydan okurlar ve onlara, “bir peygamber gönderilmek üzeredir. Onun geleceği zamanın gölgesi düşmüştür. O peygamber gelince biz ona tâbi ve onunla birlik olup, Âd ve İrem kavimlerinin öldürüldükleri gibi, sizi öldüreceğiz!” derlerdi.[2] Müslüman olan Medineli Araplar daha sonra bu sözlerini onlara hatırlattığında ise, “Bize, bildiğimiz bir şey gelmemiştir ve gelen, bizim size anlattığımız peygamber değildir!” dediler.[3] Bu hususa Kur’ân-ı Kerim’ de şöyle işaret edilmektedir:
“Kendilerine ellerindekini (Tevrat’ı) tasdik eden bir kitap (Kur’ân) gelince onu inkâr ettiler. Oysa daha önce (bu kitabı getirecek peygamber ile) inkârcılara (Arap müşriklerine) karşı yardım istiyorlardı. (Tevrat’tan) tanıyıp bildikleri (bu peygamber) kendilerine gelince ise onu inkâr ettiler. Allah’ın lâneti inkârcıların üzerine olsun.”[4]
Göz Göre Göre Kendilerini Ateşe Attılar
Yahudilerin Sevgili Peygamberimizi inkâr etmeleri, onun son peygamber olduğuna ikna olmamalarından değil; kibirli ve ırkçı karakterlerindendi. Çünkü o peygamberi çok iyi tanıyorlardı:
“Kendilerine Kitap verdiklerimiz, onu (peygamberi), oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Onlardan bir takımı, doğrusu bile bile hakkı gizlerler.”[5]
Yahudilerin büyük çoğunluğu[6] Sevgili Peygamberimizle karşılaşınca Tevrat’ta vasıflarını buldukları bu peygamberi[7] bile bile inkâr ettiler. Mesela ileri gelen Yahudi liderlerden Huyey b. Ahtâb ve kardeşi Ebû Yâsir bu bağnaz Yahudilerdendi.
Hz. Safiyye binti Huyey (r.anhâ) annemizin anlattığına göre, Sevgili Peygamberimiz Medine’ye teşrif buyurduğunda, Kureyzaoğulları Yahudilerinin liderlerinden olan babası Huyey b. Ahtab ve amcası Ebû Yâsir, Kuba’da konaklayan Efendimiz aleyhisselâm’ı görmeye gitmişlerdi. Akşam hava kararıncaya kadar dönmediler. Akşam döndüklerinde ise bitkin, suskun ve perişan bir vaziyetteydiler. Öyle üzüntülüydüler ki her zamanki gibi kendilerini karşılayan Hz. Safiyye’ ye dönüp bakmadılar bile. Halbûki onu çok sever ve iltifat ederlerdi. Bu sırada Hz. Safiyye, babasıyla amcası arasında geçen konuşmalara da şahit olmuştu.
Amcası Ebû Yâsir, babasına, “-(Sence) bu, o (beklenen peygamber) mi?” diye sordu. Huyey: “-Evet” dedi. Amcası (tekrar): “- (Yani) onu tanıdın ve benzettin (öyle mi?)” diye sordu. Babası yine, “Evet, vallâhi” diye cevap verdi. Amcasının, “Peki nefsinde ona karşı ne hissediyorsun?” sorusuna ise Huyey, “Allah’a yemin olsun ki yaşadığım sürece ona düşmanlık besleyeceğim” şeklinde karşılık verdi.[8]
Bu hadise Yahudilerin lanetli karakterini tam manasıyla yansıtan bir ayna gibiydi. Hakikati iyice araştırıp öğrendikten sonra ondan yüz çevirmek tam da onlara yakışan bir tutumdu. Kibir, bencillik, haset ve ırkçılık zincirleri onları öylesine bağlamıştı ki bu bağlardan sıyrılıp hakka teslim olamıyor, göz göre göre ateşe sürükleniyorlardı.
Bir kısım Yahudilerin ise, bilip tanıdıkları son peygambere uymalarını engelleyen şey, kendi etraflarına ördükleri korku duvarlarını aşamamalarıydı. Nitekim Medineli iki Yahudi, Peygamber Efendimizin yanına gidip ona, Musa aleyhisselâma verilen dokuz âyet hakkında soru sormuş, aldıkları doğru cevap karşısında da hemen onun el ve ayaklarını öpüp, “Senin bir peygamber olduğuna şehâdet ederiz” demişlerdi.[9] Allah Rasûlü sallallâhu aleyhi ve sellem, “O hâlde sizin bana uymanıza engel olan nedir?” diye sorduğunda ise onlar, “Dâvûd her zaman kendi soyundan bir peygamber gelsin, diye dua etmişti. Bizler ise sana uyduğumuz takdirde Yahudilerin bizi öldüreceğinden korkuyoruz” dediler.[10] Bu hâdise Yahudilerin kendi ırkçı ideolojileri etrafında nasıl bir korku atmosferi oluşturduğunu göstermektedir. Öyle ki hiçbir Yahudi bu boğucu atmosferden çıkıp rahat nefes alma imkânı bulamıyordu.
Yahudi âlimler arasında Hz. Abdullah b. Selâm radıyallâhu anh gibi çok az sayıda kişi hakka teslim olmayı seçti.
Abdullah b. Selâm, Rasûlullah aleyhisselâm Medine’ye teşrif ettiğinde onu görmek için şehrin içindeki coşkulu kalabalığın arasına karışmış ve “Onu gördüğüm zaman bu yüzün sahibinin yalancı olamayacağını anladım” demiştir.[11] Daha sonra Hz. Ebû Eyyûb el-Ensârî radıyallâhu anh’ın evinde Rasûlullah aleyhisselâmı ziyaret eden Abdullah b. Selâm, Efendimiz aleyhisselâma bir peygamberden başkasının bilemeyeceğini düşündüğü üç soru sormuş ve sorularına aldığı dosdoğru cevaplar karşısında kelime-i şehâdet getirerek Müslüman olmuştur.[12] Sonrasında Hz. Abdullah b. Selâm, Peygamberimize Yahudilerin çok iftiracı ve dönek olduklarını söylemiş, ondan, huzuruna geldiğinde Yahudilere öncelikle kendisi hakkındaki düşüncelerini sormasını istemiştir.
Efendimiz aleyhisselâm ziyaretine gelen Yahudilere Hz. Abdullah b. Selâm’ı sorunca onlar, onun ve babasının aralarındaki en faziletli kişiler olduğunu ve Abdullah b. Selâm’ın asla Müslüman olmayacağını ifade etmişlerdir. Onun Müslüman olduğunu öğrendiklerinde ise onun ve babasının Yahudilerin en şerli kişileri oldukları iftirasında bulunmuşlardır.[13] İşte lanetlenmiş Yahudi karakteri! Döneklikte o kadar süratliydiler ki, bir dakika önce övdükleri kişilere bir dakika sonra rahatlıkla sövebiliyorlardı.
Yahudilerin Soğuk Savaşı
Medine’deki Yahudi kabileleri Rasûlullah aleyhisselâmın şehre gelmesinden itibaren ona ve sahâbîlerine karşı ideolojik ve psikolojik bir savaş başlattılar. Öyle ki bu savaşta hiçbir kural tanımıyorlar; ölümleri ve doğumları bile istismâr ediyorlardı.
Meselâ Rasûlullah aleyhisselâma ilk biat edenlerden ve seçilen on iki temsilcinin reisi olan[14] Hz. Esad b. Zürâre radıyallâhu anh, Rasûlullah aleyhisselâmın Medine’ye hicretinden kısa bir süre sonra vefat edince Yahudiler, “(Eğer) arkadaşı (gerçekten peygamber ise) onu tedavi edip de niçin fayda veremedi?” diyeceklerdi. Rasûlullah aleyhisselâm ise onları kınayarak, “(Allah dilemedikçe) ben fayda ve zarar vermeye muktedir değilim ki” buyuracaktı.[15]
Yine hicretten hemen sonra Yahudiler Mekkeli muhacirlere büyü yaptıkları ve bu yüzden çocukları olmayacağı şâyiasını yaydılar. Hicretten yedi ay sonra Medine’de doğan ilk muhâcir çocuğu olan Hz. Abdullah b. Zübeyr radıyallâhu anh’ın doğumu Müslümanları sevince boğdu. Çünkü Yahudilerin propagandası boşa çıkmış, Müslümanlar moral bulmuştu.[16]
Yahudiler, kıblenin değişmesi hâdisesinde de muhalif kampanya yürüterek fikrî bir savaş verdiler. Peygamber Efendimiz sallallâhu aleyhi ve sellem Mekke döneminden itibaren namazlarını Kudüs’teki Mescid-i Aksâ’ya yönelerek kılıyordu. Mekke’deyken Kâbeyi önüne alarak, rükn-i Şâmî ile Rükn-i Yemanî arasında duruyor böylece hem Kâbeye hem de Kudüste bulunan Mescid-i Aksâ’ya yönelmiş oluyordu.[17]
Hz. Berâ radıyallâhu anh’ın rivayetine göre Medine döneminde de on sekiz ay kadar Beyt-i Mukaddes’e; yani Mescid-i Aksâ’ya dönerek namazlarını kılan Rasûlullâh Efendimiz namazlarını tamamlayınca çok kere semâya bakardı. Bunu kıblenin Kâbe-i Muazzama’ya çevrilmesini yürekten arzuladığı için yapardı.[18]
Sevgili Peygamberimiz sallallâhu aleyhi ve sellem’in bu arzusunun sebebi hem Kâbe’nin Peygamberimizin atası İbrahim aleyhisselâmın kıblesi olması, hem de Yahûdilerin kıble meselesini güya kendi haklılıklarını(!) ispatlamak için istismâr etmeleriydi. Onlar, Kıble Kudüs’e doğruyken, "Sen hem bizim kıblemize tabi oluyor hem de dinimize muhalefet ediyorsun" ve “Vallahi Muhammed ve arkadaşları kıblelerinin neresi olduğunu bilemediler. Onlara kıblelerini biz gösterdik” gibi sözlerle yaygara yapıyorlardı. Daha sonra Bakara Sûresinin 144. Âyeti indirilerek kıble Kâbe’ye çevrilmiş oldu:
“Doğrusu biz, yüzünün semaya doğru çevrilip durduğunu görüyoruz. Şimdi seni hoşnut olacağın bir kıbleye çevireceğiz. Yüzünü Mescid-i Harâm tarafına çevir. Nerede bulunursanız bulunun, yüzlerinizi o tarafa çevirin. Şüphesiz ki, kendilerine kitab verilenler bunun Rablarından gelen bir gerçek olduğunu bilirler. Allah, onların yaptıklarından gafil değildir.”
Bundan sonra da Yahudiler, “Muhammed babasının memleketini ve doğduğu yeri özledi. Şayet bizim kıblemize yönelmeye devam edecek olsaydı biz onun, gelmesini beklediğimiz adamımız olduğunu ümit ederdik” diyerek ideolojik ve psikolojik savaşlarını sürdürdüler.[19] Bunun üzerine inen âyet-i kerime tartışmayı kesin olarak bitirdi:
“Andolsun, sen kendilerine kitap verilenlere her türlü mucizeyi getirsen de, onlar yine senin kıblene uymazlar. Sen de onların kıblesine uyacak değilsin. Onlar birbirlerinin kıblesine de uymazlar. Andolsun, eğer sana gelen bunca ilimden sonra onların arzu ve keyiflerine uyacak olursan, o takdirde sen de mutlaka zalimlerden olursun.”[20]
Yahudilere Karşı Yürütülen İslâm Siyaseti
Sevgili Peygamberimiz sallallâhu aleyhi ve sellem, Medine’ye teşriflerinden sonra fiilen Medine şehir devletinin başkanı olmuştu. Çeşitli grupların, kabilelerin ve dinlerin bulunduğu Medine’de Peygamber Efendimiz bir devlet başkanı olarak İslâmî siyasetin gereklerini yerine getirmek üzere harekete geçti.
Öncelikle şehrin birlik ve beraberliğini tesis etmeliydi. Bunun için Medine’de yaşayan insanlar arasında bir belge yazdırdı. Bu belgede Yahudilerle de sulh ve sözleşme yapılıyordu: Onların din ve mal hürriyeti tanınıp tescil ediliyor; onlara bir takım hak ve yükümlülükler getiriliyordu.[21]
Böylelikle Rasûl-i Ekrem Efendimiz, önceki birçok olumsuz tutum ve davranışlarına rağmen Yahudilere yine de önyargıyla yaklaşmamış, onlara barış elini uzatmıştı. Ne yazık ki Yahudiler çok geçmeden onun uzattığı bu dostluk elini reddedip itecek ve rahmeti taşlayan karakterlerini ortaya dökeceklerdi. Nitekim Medine’deki Yahudi kabileleri Rasûlullah aleyhisselâmla yaptıkları antlaşmalarını ilk fırsatta birer birer bozup, ihanetlerini açığa vurdular. Yüce Rabbimiz Kur’ân-ı Kerim’de onların bu hain karakterini, “…İçlerinden pek azı hariç, onlardan daima bir hainlik görürsün…”[22] buyurarak net bir şekilde bildirmektedir.
Sahâbeden Hz. Abdullah b. Ömer radıyallâhu anhümâ, Yahudilerin birer birer ihanet etmelerini ve hak ettikleri cezalara çarptırılmalarını şöyle anlatır:
“Nadir kabilesi ve ardından Kureyza kabilesi anlaşmayı bozup savaş açtı. Bunun üzerine Hz. Peygamber (sas) Nadiroğullarını Medine’den sürdü. Kureyza’yı ise bağışlayıp yerinde bıraktı. Nihayet onlar da (Hendek savaşı sırasında) savaş açtı. Bunun üzerine Hz. Peygamber (sas) kendisine sığınıp iman ederek Müslüman olmuş bazı kimseler dışında erkekleri öldürdü, kadın ve çocukları ile mallarını Müslümanlar arasında taksim etti. Sonunda Yahudilerin tamamını Medine’den sürdü. (Daha önceden) Abdullah b. Selâm’ın kabilesi Kaynukaoğulları ve Harisoğullarını da sürmüştü. Böylece bütün Medine Yahudilerini sürmüş oldu.”[23]
[1] Bkz.: Ebû Câfer Muhammed b. Cerir et-Taberî, Târihü’r-Rusül ve’l-Mülûk, thk.: Muhammed Ebu’l-Fadl İbrahim, Mısır ve Beyrut ty. (I – XI) I,539
[2] İbn Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, thk. Dr. Ömer Abdüsselam Tedmurî, (I – IV), Beyrut 1410/1990, II/77. ; Taberî, Târih, c. 2, s. 354
[6] Özellikle Yahudi âlimlerinin büyük bir bölümünün apaçık gerçeğe karşı kör ve sağır davranması diğer Yahudilerin de İslâm davetine karşı kayıtsız kalmalarına yol açmıştı. Rasûlullah aleyhisselâm bu konuda şöyle buyurmuştu: “Eğer Yahudilerden on (âlim) bana iman etmiş olsa idi Yahudiler (tamamıyla) imana gelirdi.” (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr 52 ; Müslim, Sıfatü’l-Münâfıkîn 31)
[7] Peygamber Efendimizin (sas) Tevrat’taki vasıfları bir hadiste şöylece bildirilmiştir: Atâ İbnu Yesâr rahimehullah anlatıyor: "Abdullah İbnu Amr İbni'l-As (radıyallahu anhümâ)'a rastladım ve: "Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın Tevrat'ta zikredilen vasıflarını bana söyle" dedim. Bunun üzerine hemen:
"Pekâla dedi ve devam etti: Allah'a yemin olsun! O, Kur'an'da geçen bazı sıfatlarıyla Tevrat'ta da mevsuftur (ve şöyle denmiştir): "Ey Peygamber, biz seni insanlara şahid, müjdeleyici ve korkutucu (Ahzab 45) ve ümmiler için de koruyucu olarak gönderdik. Sen benim kulum ve elçimsin. Ben seni mütevekkil diye isimlendirdim. O, ne katı kalpli, ne de kaba biri değildir. Çarşı pazarda rastgele bağırıp çağırmaz. Kötülüğü kötülükle kaldırmaz, bilakis affeder, bağışlar. Allah, bozulmuş dini onunla tam olarak ikâme etmeden onunla kör gözleri, sağır kulakları, paslanmış kalpleri açmadan onun ruhunu kabzetmez." [Buharî, Buyû 50, Tefsir, Feth 3.]
[8] İbn Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, thk. Dr. Ömer Abdüsselam Tedmurî, (I – IV), Beyrut 1410/1990, II, 160
[9] Bu iki Yahudi, Peygamber Efendimize, Kur’ân’ın, “Andolsun ki Musa’ya apaçık dokuz âyet verdik.” (İsrâ 17/101) buyruğu hakkında soru sormuş, Rasûlullah aleyhisselâm ise bu dokuz âyeti şöyle açıklamıştır: “Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmayın. Hak ile olması dışında Allah’ın haram kıldığı cana kıymayın. Hırsızlık yapmayın. Zina etmeyin. Sihir yapmayın. Fâiz yemeyin. Suçsuz bir kimseyi, öldürsün diye alıp bir hâkim ya da yöneticiye götürmeyin. İffetli olan kadına iftirada bulunmayın. Savaştan kaçmayın ve size özel olmak üzere ey Yahudiler! Cumartesi hususunda haddi aşmayın.” (Tirmizî, İsti’zân 33 ; Tefsîru’l-Kur’ân 18 ; Nesâî, Tahrîmu’d-Dem 18)
[12] Abdullah b. Selâm’ın Rasûlullâh aleyhisselâma sorduğu üç soru şunlardı: 1) Kıyâmet alametlerinin ilki nedir? 2) Cennet halkının yiyeceği ilk yemek hangisidir? 3) Bir çocuğun babasına veya annesine çekmesinin sebebi nedir? Sevgili Peygamberimiz bu soruları şöyle cevaplamıştı: 1)Kıyâmetin ilk alameti insanları doğudan batıya doğru süren bir ateştir. 3) Münasebet sırasında erkeğin döl suyu kadının suyunun önüne geçerse çocuk erkeğe, kadının suyu öne geçerse çocuk kadına çeker. (Bkz. Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr 50)