Hicret
Hicret, sözlükte “terk etmek, ayrılmak, ilgisini kesmek” anlamına gelen hecr (hicran) mastarından türetilmiş bir isimdir. Hicret “kişinin herhangi bir şeyden beden, dil veya kalbiyle ayrılıp uzaklaşması” anlamına da gelir. Ancak kelime daha çok “bir yerin terk edilerek başka bir yere göç edilmesi” manasında kullanılmıştır.
Siyer kaynaklarında sıkça kullanılan hicret, bir siyer terimi olarak ele alındığında:
1- Özelde Rasûlullah’ın (a.s.), Mekke’den Medine’ye göç etmesini ifade eder. Bu göç, İslâm tarihinde yeni bir çağın başlangıcı olmuştur.
2- Genel anlamda ise hicret: Yurtlarında kalmaları talep edilenler hariç, başta Mekke’den olmak üzere Arap Yarımadası’nın muhtelif yerlerinden, İslâm’ı kabul edenlerin, “Rasûlullah’ın (a.s.) Medine’ye hicret ettiği yılın Muharrem ayından” [8] başlayarak, Mekke’nin fethine kadar; yani kamerî takvimle 7 yıl, 8 ay, 19 gün devam eden Medine’ye göç sürecini ifade eder.
Medine’ye göç eden Müslümanlara muhâcir denilmiştir.[9] Hz. Peygamber (a.s.), kendisine ve muhâcirlere yardım eden Medineli Müslümanlara ise ensâr ismini vermiştir.[10]
Muhâcirlerin ve ensârın fazîletine dair pek çok âyet ve hadîs bulunmaktadır:
“İman edip de Allah yolunda hicret ve cihâd edenler, (muhacirleri) barındıran ve yardım edenler (ensâr) var ya işte gerçek müminler onlardır. Onlar için mağfiret ve bol rızık vardır”.[11]
“Zulme uğradıktan sonra Allah yolunda hicret edenlere gelince, onları dünyada güzel bir şekilde yerleştireceğiz. Eğer bilirlerse ahiretin mükâfatı elbette daha büyüktür. (Onlar) sadece Rablerine tevekkül ederek sabredenlerdir”.[12]
Muhâcir ve ensârın faziletlerine dair hadîsler, hadîs kaynaklarında, Kitâbu’l-Menâkib, Fedâilu Medine, Kitâbu Fedâili Ashâbi’n-Nebî, Kitâbu Menâkibi’l-Ensâr gibi başlıklar altında zikredilmiştir.
Hz. Peygamber (a.s.) devrinde vuku bulan hicretin temelinde yatan en önemli saik, İslâm’ın sürekli varlığını ve yayılmasını sağlayacak bir merkez oluşturmaktır. Zira Müslümanlar Mekke’den Medine’ye yaşanan göçe rağmen Medine ve çevresinde bir azınlık durumunda bulunuyorlardı. Kuşkusuz İslâm gitgide yayılıyordu. Ancak o sırada pek az olan Müslümanların sayısını arttırmak için başka bir takım çarelere başvurmak gerekmekteydi. Rasûlullah (a.s.), dağınık bir vaziyette bulunan Müslümanları bir araya getirmek suretiyle işe başlamıştır.
Rasûlullah (a.s.), Medine’ye hicret şeklindeki iftihar edilecek değerli işin Mekkelilere özel bir liyakat olmadığını, yeni bir emre kadar Medine’ye hicret yolunun yarımadadaki bütün Müslümanlara açık bulunduğunu, beyan etti. Böylece Medine dışında oturup da İslâm Dini’ne giren bütün Müslümanlara kendi kabile ve ülkelerini terk ederek Medine’ye gelip yerleşmeleri için hicret mecbur kılındı.[13] Bu mecburiyet Mekke’nin fethine kadar sürdü. Etkin bir şekilde yürütülen bu hicret ameliyesi neticesinde İslâm kuvvetli bir merkeze sahip oldu.[14]
Fıkıh terimi olarak hicret, gayri müslim ülkeden (daru’l-harb) İslâm ülkesine göç etmeyi ifade eder:
(الهجرة هي ترك الوطن الذي بين الكفار والانتقال إلى دار الإسلام).[15]
Hz. Peygamber’in (a.s.) hadîslerinde hicret, kötülüğün ve taşkınlığın egemenlik alanından doğruluk ve adaletin egemenlik alanına geçmek, haramı terk edip helâle sarılmak ve tamamen manevi bir göç gibi ahlâkî ilkeleri de ifade eder.[16]
Hicretin bazı önemli hukukî sonuçlarının belirtildiği bir hadiste kaydedildiğine göre Rasûlullah (a.s.), bir seriyye veya ordu komutanına kendisi ve beraberindeki Müslümanlar hakkında hayrı ve takvayı tavsiye ederek şöyle derdi: “Müşriklerle karşılaştığınızda onların şu üç husustan birini seçmelerini iste. Bunlardan hangisine icabet ederlerse onu kabul ederek onlardan el çek: (1) Onları İslâm’a davet et; eğer sana icabet ederlerse kabul et ve onları kendi yurtlarından dârulmuhâcirî’ne göç etmeye çağır. Bunu yaptıkları takdirde muhacirlerin lehine ve aleyhine olan hükümlerin onların da lehine ve aleyhine olacağını bildir. Eğer kendi yurtlarını tercih ederlerse Müslüman olan bedevî Arapların (A’râb) statüsüne girerler ve kendilerine Müslümanlara uygulanan hükümler uygulanır. Müslümanlarla birlikte cihat etmezlerse fey ve ganimetten pay alamazlar. Eğer İslâm’a girmeyi reddederlerse (2) onları cizye vermeye davet et, icabet ettikleri takdirde kabul et ve kendilerinden el çek. Eğer bundan da yüz çevirirlerse Allah’a güven ve (3) onlarla savaş”.[17]
Bu hadîsten anlaşıldığı üzere başlangıçta İslâm’a girenlerin kendi yurtlarını terk edip Medine’ye hicret etmeleri farzdı. Çünkü yeni Müslüman olanların İslâmiyet’in hükümlerini öğrenmeleri ve Medine İslâm toplumunun çekirdeğini oluşturan ensâr ve muhacirlere destek olmaları zaruri idi. Medine’ye hicretin farz oluşu Mekke’nin fethine kadar devam etmiştir. Rasûl-i Ekrem’in (a.s.), “Fetihten sonra hicret yoktur. Lakin cihâd ve niyet vardır. Cihada davet edildiğinizde hemen seferber olunuz.”: (لاَ هِجْرَةَ بَعْدَ الْفَتْحِ وَلَكِنْ جِهَادٌ وَنِيَّةٌ وَإِذَا اسْتُنْفِرْتُمْ فَانْفِرُوا)[18] hadîsi de bunu göstermektedir.
İmam Şâfiî’nin belirttiğine göre Medine’ye hicreti takip eden ilk zamanlar hicret farz olmadığı gibi Mekke’de ikamet de haram değildi. Hicretten sonra cihat önce mubah, daha sonra farz kılınınca hicret etmeyenlere karşı uygulanan baskı ve zulüm iyice arttı. Bunun üzerine baskıya mâruz kalanlardan hicrete gücü yetenlerin hicret etmesi farz kılındı. Medine’de teşekkül halindeki İslâm toplumunun geleceği bakımından taşıdığı önem sebebiyle bu emre uymayanların durumu ve akıbeti şöyle ifade edilmiştir: “Kendi nefislerine zulmeden kişiler olarak canlarını alacağı kimselere melekler, ‘Ne işte idiniz?’ derler. Onlar, ‘Biz yeryüzünde -dinin emirlerini uygulamaktan- acizdik.’ deyince melekler, ‘Allah’ın arzı geniş değil miydi, siz de hicret edeydiniz ya!’ derler. İşte onların barınakları cehennemdir. O ne kötü bir yerdir!”.[19] Âyetin devamında ise hicrete gücü yetmeyenlerin mazeretinin kabul edileceği belirtilmiştir (en-Nisâ 4/98). Öte yandan hicret, göç etmeye muktedir olanlardan dinleri hususunda baskıya mâruz kalanlar için farz kılınmıştır. Çünkü Rasûlullah (r.a.), Hz. Abbas (r.a.) gibi baskı altında bulunmayan bazı kişilere Mekke’de kalma izni vermiştir.[20]
Hicret Hâdisesi
Hz. Peygamber (a.s.), III. Akabe Biati’nden sonra, Medine’ye hicret emrini verdi. Mahpus, hasta veya hicret edemeyecek durumdaki bazı güçsüzler dışında Müslümanların ekserisi hicret edinceye kadar O (a.s.), Hz. Ebû Bekir (r.a.) ve Hz. Ali (r.a.) Mekke’de kaldılar.[21]
Hz. Ebû Bekir (r.a.), hicret etmek için Rasûlullah’tan (a.s.) izin istemiş, fakat O (a.s.): “Acele etme! Umulur ki Allah sana bir arkadaş nasip eder.” buyurmuştur. Hz. Peygamber (a.s.) beraber hicret edeceklerini haber verdiğinde ise Hz. Ebû Bekir (r.a.) sevincinden ağlamıştır.[22]
Eza ve cefalarını arttıran Mekke müşrikleri: “Hatırla ki, kâfirler seni tutup bağlamaları veya öldürmeleri yahut seni (yurdundan) çıkarmaları için sana tuzak kuruyorlardı. Onlar (sana) tuzak kurarlarken Allah da (onlara) tuzak kuruyordu. Çünkü Allah tuzak kuranların en iyisidir.”[23] meâlindeki âyette işaret edildiği üzere, Hz. Peygamber’i (a.s.) Mekke’den sürmek, hapsetmek veya suikast gibi fikirler üzerinde tartışmaya başladı. -Mekkelilerin Meclisi- Dârünnedve’de –bir rivâyete göre 15, başka bir rivâyete göre 100 kişinin katıldığı bir toplantıda- yapılan müzakereler neticesinde Ebû Cehil Amr b. Hişâm b. Muğîre el-Kureşî el-Mahzûmî’nin teklifiyle Hz. Peygamber’i (a.s.) suikast kararı alındı.
Taberî’nin, İbn İshâk’ın da yer aldığı bir birleşik senetle naklettiği rivâyete göre:
Benî Abdişems’den: 1- Şeybe b. Rebîa, 2- Utbe b. Rebîa, 3- Ebû Süfyyân b. Harb,
Benî Nevfel b. Abdimenaf’dan: 4- Tuayme b. Adî, 5- Cübeyr b. Mutim, 6- Hâris b. Âmir b. Nevfel,
Benî Abdiddâr b. Kusay’dan: 7- Nadr b. Hâris b. Kelde,
Benî Esed b. Abdiluzza’dan: 8- Ebu’l-Buhterî b. Hişâm, 9- Zem’a b. Esved b. Muttalib, 10- Hakîm b. Hizâm,
Benî Mahzûm’dan: 11- Ebû Cehil Amr b. Hişâm b. Muğîre el-Kureşî el-Mahzûmî,
Benî Cumah’dan: 12- Ümeyye b. Halef’in aralarında bulunduğu Kureyş’in ileri gelenlerinin katıldığı bir topluluk, Hz. Peygamber’in (a.s.) durumunu görüşmek üzere Dârünnedve’de toplanmıştır.[24]
Suikast, -İbn Sa’d’ın rivâyetine göre- on iki kişilik bir grup, -Semhûdî’nin rivâyetine göre-[25] beş Kureyş kabilesini temsil eden beş kişilik bir grup genç tarafından yerine getirilecekti.
İbn Sa’d’a göre bu şahıslar: 1- Ebû Cehil, 2- Hakem b. Ebi’l-Âs, 3- Ukbe b. Ebî Muayt, 4- Nadr b. Hariş, 5- Ümeyye b. Halef, 6- İbn Ğaytale, 7- Zam’a b. Esved, 8- Tuayme b. Adî, 9- Ebû Leheb, 10- Übey b. Halef, 11- Nubeyh b. Haccâc ile 12- Münebbih b. Haccâc’dır. Son iki kişi kardeştir.[26]
Böylece Benî Hâşim’in kan davasına kalkışması önlenecekti. Müslümanlar, bu kararın alındığı güne “yevmü’z-zahme” (sıkıntı, zahmet günü) demişlerdir.[27]
Hz. Peygamber (a.s.), suikast kararından, Cebrâil[28] veya –Hz. Peygamber’in (a.s.) babasının amcası kızı- Rakîka bint Sayfî b. Hişâm [29] vasıtasıyla haberdar olunca hicret için harekete geçti. Hz. Ebû Bekir’in (r.a.) evine hiç gelmediği bir saatte; öğlenin en sıcak vaktinde geldi. Hicret için gerekli hazırlık ve planlar yapıldı. Bu karardan Hz. Ali (r.a.) ile Hz. Ebû Bekir’in (r.a.) ev halkı dışında kimse haberdar olmadı.[30]
Bu hazırlıklar esnasında Esmâ bint Ebî Bekir [doğumu: hicretten 27 yıl önce – vefatı: 73/595-692], ikiye ayırdığı kuşağının bir parçasıyla kuşaklanmış, diğerini erzakı denkleştirmek için kullanmıştır. Bunu gören Hz. Peygamber’in (a.s.): “Allah bu kuşağının karşılığında cennette sana iki kuşak versin.” diye iltifat etmesi üzerine “Zâtü’n-nitâkayn” (iki kuşaklı) lakabını almıştır.[31]
Hz. Peygamber (a.s.), hicret gecesini kendi yatağında geçirmek, kendisinin evde olduğu kanaatini uyandırmak ve suikastçıları oyalamak gibi ölümle sonuçlanabilecek çok tehlikeli bir görevi Hz. Ali’ye (r.a.) verdi. Hz. Ali’nin (r.a.) bu tehlikeli görevi gönüllü olarak kabul ettiği ve sonuçlarının farkında olduğu, şiirlerinden anlaşılmaktadır. Dışarıdan bakıldığında Rasûlullah’ın (a.s.) yatağında uyuduğu sanılıyordu. İbn Abbâs’ın (r.a.) bir rivâyetinde, Hz. Ali’nin (r.a.), Hz. Peygamber (a.s.) gibi davranarak müşrikleri yanıltmaya çalıştığı ifade edilmiştir.[32]
Gece karanlık çökünce seçilen suikastçı gençler, Hz. Peygamber’in (a.s.) kapısı önünde toplanarak uyumasını gözetlediler, uyur uyumaz O’na (a.s.) saldıracaklardı. Hz. Peygamber (a.s.) gece yarısı, -daha sahîh kabul edilen rivâyete göre- müşriklerin beklediği kapıyı kullanarak evinden ayrıldı.
Başka bir rivâyete göre ise Hz. Peygamber (a.s.), Mâriye adındaki hizmetçisinin yardımıyla duvardan atlayarak evinden ayrılmıştır.[33]
Yâsîn Sûresi’nin: “Yâsîn, Hikmet dolu Kur’ân hakkı için, Sen şüphesiz peygamberlerdensin. Doğru yol üzerindesin. (Bu Kur’ân) üstün ve çok merhametli Allah tarafından indirilmiştir. Ataları uyarılmamış, bu yüzden kendileri de gaflet içinde kalmış bir toplumu uyarman için indirilmiştir. Andolsun ki onların çoğu gafletlerinin cezasını hak etmişlerdir. Çünkü onlar iman etmiyorlar. Biz, onların boyunlarına halkalar geçirdik. O halkalar çenelere kadar dayanmaktadır. Bu yüzden kafaları yukarı kalkıktır. Önlerinden bir set ve arkalarından bir set çektik de onları kapattık, artık göremezler” (36/1-9) meâlindeki ilk âyetlerini okuyarak evini kuşatan suikastçıların arasından geçti. Benî Cumah mahallesindeki Hz. Ebû Bekir’in evine gitti. Gözetlenme ihtimaline karşı bir tedbir olarak evin arkasındaki küçük bir menfezden dışarı çıktılar. Böylece kamerî ayın son günlerinde zifiri karanlık içerisinde Mekke’den ayrıldılar.[34]
Vâkıdî ve İbn Hazm’a göre, Hz. Peygamber (a.s.) ve Hz. Ebû Bekir (r.a.), evden gece ayrıldılar.[35] Semhûdî’ye göre, Urve b. Zübeyr, Muhammed b. Sîrîn ve Mûsâ b. Ukbe gibi siyer-megâzî ulemâsının rivâyetleri: “Evinin kuşatıldığı gecenin kalan kısmında, Hz. Peygamber’in (a.s.) Hz. Ebû Bekir (r.a.) ile birlikte Sevr Mağarası’na sığındığını” gerekli kılar.[36] el-Fîrûzâbâdî (729-817/1329-1415) de Hz. Peygamber’in (a.s.) gece yarısı Hz. Ebû Bekir’in (r.a.) evine geldiğini belirtir (فانه جاء فى نصف الليل الى بيت ابى بكر).[37]
Senedi hasen bir rivâyete göre ise Hz. Peygamber (a.s.), müşriklerin evini muhasara ettiği gece, evinden ayrılınca doğrudan Sevr Mağarası’na yönelmiş, ardından Hz. Ebû Bekir (r.a.), ona (a.s.) yetişmiş ve birlikte yola devam ederek mağaraya sığınmışlardır.[38]
Takipçileri şaşırtmak için Mekke-Yemen yolu üzerinde, Medine’ye ters istikamette, Mescid-i Harâm’ın güneydoğu istikametinde ve oraya yaklaşık
Suikastçılar, ancak gün ışırken, Hz. Peygamber’in (a.s.) yatağında uyuyanın Hz. Ali (r.a.) olduğunun farkına varabildiler. Onu itip kaktılar, dövdüler ve bir saate yakın bir süre Mescid-i Harâm’da alıkoydular. Mekkeliler, bir süre sonra aralarından selâmetle çıkıp gidenin asıl aranması gerektiğini hatırladılar ve evinde bulamadıkları Hz. Peygamber’in (a.s.) peşine düştüler.[41] Hz. Ebû Bekir’in (r.a.) evinde yapılan arama netice vermeyince bütün çevreyi taramaya başladılar. Etrafa haberciler göndererek Hz. Peygamber (a.s.) ile Hz. Ebû Bekir (r.a.) için yüzer deve[42] ödül koyduklarını ilan ettiler. Bir grup, Sevr Mağarası’na kadar geldi. Hz. Ebû Bekir (r.a.), duyduğu seslerden endişeye kapılarak: “Ey Allah Rasûlü! Eğilip baksalar bizi görecekler” dedi. Rasûl-i Ekrem (a.s.) ise: “Eğer siz ona (Rasûlullah’a) yardım etmezseniz (bu önemli değil); ona Allah yardım etmiştir: Hani, kâfirler onu, iki kişiden biri olarak (Ebû Bekir ile birlikte Mekke’den) çıkarmışlardı; hani onlar mağaradaydı; o, arkadaşına: ‘Üzülme, elbette Allah bizimle beraberdir.’ diyordu. Bunun üzerine Allah ona (sükûnet sağlayan) emniyetini indirdi, onu sizin görmediğiniz bir ordu ile destekledi ve kâfir olanların sözünü alçalttı. Allah’ın sözü ise zaten yücedir. Çünkü Allah üstündür, hikmet sahibidir.”[43] meâlindeki âyetin sonunda tesbit edilen “üzülme, elbette Allah bizimledir” sözleriyle onu teskin etti.[44]
Yüce Allah’ın, Rasûlünü koruduğu aşikârdı. Çünkü müşrikler, mağaranın yanına kadar geldikleri halde içine bakmadan dönüp gittiler. Bir örümceğin mağaranın ağzına ağ örmesi, iki vahşi güvercinin ise yuva kurup yumurtalarını bırakması, müşriklerin mağaraya bakmadan dönmelerine sebep oldu.[45]
Sebepler dünyasında tedbiri elden bırakmayan Hz. Peygamber’in (a.s.) 23 yıllık peygamberlik hayatı boyunca maruz kaldığı tehlikeli durumlar az değildir. “Ey Rasûl! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O’nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Doğrusu Allah, kâfirler topluluğuna rehberlik etmez.”[46] meâlindeki âyet onun (a.s.) Yüce Allah tarafından korunduğunu bildirir.
Mağarada kaldıkları süre boyunca, Hz. Ebû Bekir’in (r.a.) azatlısı ve çobanı Âmir b. Füheyre, her akşam, onlara süt ve yiyecek, Abdullah b. Ebî Bekir de şehirdeki haberleri getirdi. Âmir b. Füheyre, çobanlığını yaptığı ve bir kısmı Hz. Ebû Bekir’e (r.a.) ait olan koyun sürüsü ile Abdullah b. Ebî Bekir’in izlerini de siliyordu. Üç gün sonra[47] şehir sakinleşince, Hz. Ebû Bekir’in (r.a.) güvenilir bulup ücretle tuttuğu -mahir bir kılavuz olan- Benî Kinâne’den Abdullah b. Uraykıt el-Leysî ed-Dîlî, iki veya üç[48] cins deve ile mağaraya geldi.[49]
Benî Dîl’in (الدئل) Benî Abd b. Adi (بني عبد بن عدي) koluna mensup ve müşrik olan Abdullah b. Uraykıt, Mekkeli Âs b. Vâil es-Sehmî ailesinin antlaşmalısı (halîf)[50] idi. el-Hafız Abdülğani, el-Mizzî ve en-Nevevî, Abdullah b. Uraykıt’ın Müslüman olduğuna dair bir bilgiye sahip olmadıklarını belirtmişlerdir.[51]
Hz. Ebû Bekir (r.a.), az önce bahsedilen iki veya üç cins deveyi 800 dirheme satın alıp dört ay[52] özel olarak besleyip yolculuğa hazırlamıştı. Urve b. Zübeyr’den nakledilen bir rivâyete göre ise Hz. Ebû Bekir (r.a.), diğer Müslümanlarla birlikte hicret etmek maksadıyla iki deve satın aldı. Fakat Rasûlullah’ın (a.s.) isteği üzerine hicretini erteledi ve onun (a.s.) hicret etmesini bekledi.[53]
Hz. Peygamber (a.s.), hicretinin kendi malıyla olması gayesiyle bineceği -Kasvâ adındaki- deveyi Hz. Ebû Bekir’in (r.a.) almış olduğu aynı bedelle; yani 400 dirhem karşılığında ondan satın aldı.[54]
-Hz. Peygamber (a.s.), Hz. Ebû Bekir (r.a.), Âmir b. Füheyre ve Abdullah b. Uraykıt’tan oluşan- dört kişilik kafile, Sevr Mağarası’ndan gece vakti ayrılarak Medine’ye Mekke’nin güneybatısından bir kavis çizerek yöneldi.
Peygamberimiz (a.s.); Mekke’den ayrılmadan önce Hazvere Çarşısı’nda durarak Beytullah’a/Kâbe’ye baktı. Mekke’ye: “Vallahi, biliyorum ki, sen, hiç şüphesiz, Allah’ın yarattığı yerlerin en hayırlısı ve Allah’a en sevgili olanısın! Senden daha güzel ve bana senden daha sevgili bir belde yoktur! Eğer senin halkın beni senden çıkarmamış olsalardı, çıkmazdım!” buyurdu.
Bazı rivâyetlere göre, Yüce Allah, Peygamber Efendimiz’e (a.s.) hicret emri verildiği zaman: “Ve şöyle niyaz et: Rabbim! Gireceğim yere dürüstlükle girmemi sağla; çıkacağım yerden de dürüstlükle çıkmamı sağla. Bana tarafından, hakkıyla yardım edici bir kuvvet ver”: (وَقُلْ رَبِّ أَدْخِلْنِي مُدْخَلَ صِدْقٍ وَأَخْرِجْنِي مُخْرَجَ صِدْقٍ وَاجْعَلْ لِي مِنْ لَدُنْكَ سُلْطَانًا نَصِيرًا)[55] âyetinde zikredilen duayı yapmasını emretmiştir.
İbn İshâk’ın İbrahim b. Sa’d rivâyetinde Rasûlullah’ın (a.s.) Mekke’den ayrılırken şu şekilde dua ettiği bildirilir:
“Ben bir hiçken beni yaratan Allah’a hamd olsun.
Allah’ım! Dünya korkusuna, zamanın getireceği felaketlere, gecelerin ve gündüzlerin musibetlerine karşı bana yardım et.
Allah’ım! Yolculuğumda benimle ol, arkamda bıraktığım ailemi gözet. Bana rızık olarak verdiğin şeyleri bereketli kıl. Beni yalnızca Sana karşı zelil kıl. En güzel ahlâkım üzere beni sabit kıl. Rabbim, beni Sana sevdir. Beni insanlara bırakma. Sen zayıfların ve benim Rabbimsin. Senin kerîm vechine sığınıyorum. O kerîm vechin ki, semalar ve yeryüzü onunla nurlanır. Karanlıklar onunla aydınlanır ve açılır, öncekilerin ve sonrakilerin işi onunla düzene girer.
Öfkene maruz kalmaktan ve kızgınlığına uğramaktan, nimetinin kaybolmasından, azabının ansızın gelmesinden, afiyetini gidermenden ve gazabının tümünden sana sığınıyorum. Senin için yapabildiğim en iyi şey, sana yalvarıp yakarmaktır. Güç ve kuvvet ancak senindir”.[56]
Kafile, Mekke-Medine arasında işlek olmayan bir güzergâh izleyerek ve zikzaklar çizerek yol aldı. Bazen sarp dağ geçitlerinden, bazen çöllerin arasından geçildi: -Eski Mekke-Medine yolu üzerinde, Mekke’ye
Buna rağmen kafile, takibe uğradı ve tehlikeli anlar yaşadı. Mesela Müdlic[59] kabilesinin reisi Sürâka b. Mâlik, Hz. Peygamber’i (a.s.) ve beraberindekileri takibe kalkıştı. Şöyle ki: Sürâka, Müdlicoğulları’nın bulunduğu bir mecliste iken Kureyş müşriklerinin elçisi gelip Mekke’den ayrılan Rasûlullah (a.s.) ile Ebû Bekir’i (r.a.) yakalayana veya öldürene 200 deve ödül verileceğini duydu. O sırada Medine’ye doğru yol alan Hz. Peygamber (a.s.) ve Ebû Bekir (r.a.), Müdlicoğulları’nın memleketi olan Kudeyd’den geçiyorlardı. Kabile mensuplarından bir kişi Sürâka’ya sahilde birilerini gördüğünü, bunların Hz. Peygamber (a.s.) ve arkadaşları olabileceğini söyleyince Sürâka, onların develerini kaybedip aramaya çıkan kişiler olduğunu belirtip meclistekilerin dikkatini dağıttı. Daha sonra oradan ayrılarak Rasûlullah (a.s.) ile arkadaşlarının izini sürmeye başladı ve onları buldu. Sürâka’nın gelmekte olduğunu gören Hz. Ebû Bekir (r.a.) telâşlanınca Rasûlullah (a.s.): “Üzülme, Allah bizimle beraberdir” (لاَ تَحْزَنْ إِنَّ اللهَ مَعَنَا) dedi ve: “Allah’ım, onun hakkından dilediğin şeyle bize yeterli gel!” (اللَّهُمَّ اكْفِنَاهُ بِمَا شِئْتَ) diye dua etti. Sürâka, iki kez onlara yaklaştı. İlkinde atı sürçüp kapaklandı. İkincisinde ise atının ön ayakları yere saplanarak onu düşürdü. Atın ayaklarının saplandığı yerden duman gibi bir şey çıktı. Sürâka, iki girişiminden önce baktığı fal oklarında onlara zarar veremeyeceği seçeneğinin çıktığını da gördü. Sürâka, o zaman O’nun (a.s.) korunduğunu anladı. Kendisinden onlara zarar gelmeyeceğine dair güvence verdi. Beklemelerini ve kendisine bir emannâme (muvâdaa: موادعة) yazmalarını istedi. Rasûlullah (a.s.) da Ebû Bekir’e (r.a.) veya Âmir b. Füheyre’ye (r.a.) bunu yazmasını emretti ve istenilen vesika, yazı yazmaya uygun, işlenmiş bir deriye (أديم) yazıldı.[60]
Sürâka b. Mâlik güçlü bir şairdi. Hicret sırasında yaşadığı olaydan sonra Rasûlullah (a.s.) hakkında olumlu şeyler söylemeye başladığı duyulunca Ebû Cehil onun aleyhinde konuştu. Bunun üzerine Sürâka yazdığı bir şiirde, ayağı yere saplanan atın durumunu görseydi Ebû Cehil’in de Rasûlullah’ın (a.s.) bir güç tarafından korunduğunu anlayacağını, esasen günü geldiğinde herkesin bunun farkına varacağını söyledi ve Hz. Peygamber’le (a.s.) uğraşmaktan vazgeçmesini tavsiye etti. Sürâka aynı zamanda iyi bir iz sürücü olduğu için hicret esnasında Ebû Süfyân, Rasûlullah’a (a.s.) ait olması muhtemel bir izin teşhisi konusunda ondan yardım isteyince: “Bu iz daha çok Makâm-ı İbrâhim’deki ayak izine benziyor.” diyerek Mekkelileri başından savmakla[61] beraber zarif bir nükteyle hakikati de ifade etti; ama Ebû Süfyan bunu anlayamadı.
[8] Bunun, Ebû Seleme’nin III. Akabe Biati’ndan önce hicret etmesi gibi bir iki istisnası bulunmaktadır.
[18] Buhârî, “el-Cihâd ve’s-siyer”, 56/193; Tirmizî, “Siyer”, 33. Hadîsin şerhi için bkz. İbn Kesîr, III,606-607; Tecrîd Tercemesi, VIII,253.
[20] A. Özel, “Hicret” (fıkıh bakımından), DİA, XVII,462-466; ayrıca bkz. Mekke dönemi, Peygamberlik Sonrası: “45. I. Akabe Biati” ve hicretin 8. yılı olaylarından: “146. Mekke’nin Fethi” başlığına.
[31] Esmâ’ya (r.anha) Zâtü’n-nitâkayn denilmesi konusunda –birbirini destekleyen ve açan- başka rivâyetler de mevcuttur. (1) İki kuşak kullanmasından dolayı Esmâ’ya (r.anha) böyle denilmiştir. (2) İki kuşağından birini –üç gün süreyle Sevr Mağarası’nda saklanan- Hz. Peygamber (a.s.) ve Hz. Ebû Bekir’e (r.a.) geceleri götürdüğü erzakı denkleştirmek için kullanmıştır. Bir başka rivâyete göre ise Esmâ (r.a.), Hz. Peygamber (a.s.) ve Ebû Bekir’in (r.a.) Sevr Mağarası’nı terk edip Medine’ye doğru yola çıkacakları sırada, azık torbasının ağzını bağlayacağı ipi evde unuttuğunu anlayınca, kuşağını ikiye bölerek biriyle azık torbasını bağlamıştır. Bir rivâyette bölme işini babası Hz. Ebû Bekir (r.a.) teklif etmiştir. Başka bir rivâyette ise bölünen kuşak değil Esmâ’nın örtüsüdür (خمار). Diğer bir rivâyete göre ise kuşağın bir parçasıyla yiyecek torbası, diğeriyle de su kırbası bağlanmıştır.
[36] Rivâyetler için bkz. el-Hâfız Nûreddîn Ali b. Ebî Bekir el-Heysemî (735-807/1335-1405), Mecma’u’z-Zevvâid Ve Menba’ü’l-Fevâid, VI,15-17 (eş-Şâmile); Beyhakî, II,465-466,476,477; Semhûdî, I,239.
[39] İbn Hişâm, II,130; Süheylî, IV,135; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Ğâbe, III,320; İbn Selâm el-İbâdî, Bedü’l-İslâm ve Şerâiü’d-Dîn, s. 70 (İ. Aycan – M. M. Söylemez, İdeolojik Tarih Okumaları, Ankara 1998, s. 65-66’dan naklen).
[40] Tüm bunlar: 1- İbn Ebî Şeybe ve İbnü’l-Münzir, Hz. Ebû Bekir’den, 2- Dabbe b. Muhsin el-Anezî, Hz. Ömer’den, 3- el-Hâfız Ebû Nuaym el-Fazl b. Amr (Dükeyn) Enes’den, 4- İbn Murdeveyh Cündüb b. Süfyân’dan, 5- Ebu’l-Hasan Rezîn b. Muâviye el-Abderî es-Sarekustî el-Endelüsî (v. 535) ve 6- Begavî tarafından rivâyet edilmiştir. Bkz. Beyhakî, II,477; Şâmî III,240; Zürkânî (1996 n.), II,121-122; M. Hamidullah, İslâm Peygamberi, I,163.
[45] İbn Sa’d, I,229; III,172-174; İbn Seyyidinnâs (1992 n.), I,297-298; Zürkânî (1996 n.), II,113-121.
[49] İbn Hişâm, II,129; İbn Sa’d, I,229,230; Taberî, II, 454; İbn Hacer, el-İsâbe, II,274; Zürkânî (1996 n.), II,128-129.
[51] Bkz. Cemeâluddîn Ebi’l-Hâc Yusuf el-Mizzî, Tehzîbu’l-Kummâl, I,190 (eş-Şâmile); Ebû Zekeriya Muhyiddîn b. Şeref en-Nevevî, Tehzîbu’l-Esmâ’ ve’l-Lugât, I,30 (eş-Şâmile); es-Safedî, el-Vâfî bi’l-Vefâyât, I,28 (eş-Şâmile); Semhûdî, I,238.
[57] Veya muhtemelen dedesine nisbetle: Evs b. Hucr denilmiştir (İbn Hacer, el-İsâbe, I,157 –eş-Şâmile-).
Yeni yorum ekle