Peygamber Efendimiz'i ne kadar temsîl edebiliyoruz?

Efendim! Fahr-i Kâinât Efendimiz’in “Kutlu Doğum”u münasebetiyle ülkemizde birbirinden güzel konferanslar yapıldı, seminerler icrâ edildi. İnsanın, “O Nûr” ile onurlandığı üzerinde duruldu. Peki, Rasûlullah Efendimiz’in kıymet ve hakikatini lâyıkıyla idrâk edebilmek husûsunda biz gençlere, zât-ı âlînizin ne gibi mesajları olur?

Osman Nuri Topbaş Hocaefendi cevaplıyor...


Sonsuz hamd ü senâlar olsun ki, Cenâb-ı Hak bizleri, peygamberlerin serveri Hazret-i Muhammed Mustafâ  Efendimiz’e meccânen ümmet kıldı.

Peygamber Efendimiz’e de nihâyetsiz salât ü selâm olsun ki, insanlık O’nun vesîlesiyle cehâlet ve küfrün zifiri karanlığından kurtulup, îman nûruyla şereflendi, haysiyet ve değer kazandı.

Cenâb-ı Hak, “Habîbim” buyurduğu en sevgili Rasûl’ünü, insanlığın en buhranlı zamanında peygamber olarak gönderdi. Dünyanın zulüm ve isyan karanlıklarına gömüldüğü bir dönemde, O Varlık Nûru’nu, âlemlere rahmet olarak insanlığa armağan etti.

Allah Rasûlü  Efendimiz, şahsiyet ve karakteriyle “el-Emîn ve es-Sâdık” kişiliğiyle, sâde ve mütevâzı yaşayışıyla, fazîletli davranışlarıyla, yepyeni bir dünyanın, yepyeni bir hayatın, nurlu ufuklarını açtı.

O Varlık Nûru’nun risâletiyle bütün varlıklar yüksek bir mânâ kazandı. Zaman ve mekân, O’nun teşrîfiyle ulvî bir kıymete nâil oldu.

Hakîkaten, Fahr-i Kâinât Efendimiz öyle bir coğrafyada, öyle bir iklimde, öyle bir toplumda doğdu ki; o toplumda;

–Üstünlük, zenginlere âitti.

–Haklılık, güçlülerin imtiyâzıydı.

–Zayıf, mağdur ve mazlum insanlar, ikinci sınıftı.

–Kadınlar ve köleler, bir metâdan farksızdı.

İşte Rasûlullah  Efendimiz, vicdanların sıfırlandığı, insanî değerlerin kaybolduğu, insanın zulüm ve vahşette sırtlanları geçerek “esfel-i sâfilîn”e, yani aşağıların en aşağısına düştüğü bir zamanda gönderildi.

Gaflet ve cehâlet dehlizlerinde isyan dumanlarıyla boğulan insanlık, O’nun rehberliğinde ebedî saâdet ufuklarına kanat açtı. Taş kesilmiş vicdanlar, O’nun mübârek ellerinde hamur gibi yumuşayarak yepyeni bir kıvam kazandı. Kararmış kalpler, O’nun billur pınarında yıkandı, arındı; nurlu birer muhabbet ve merhamet tecellîgâhı hâline geldi.

Meselâ hidâyetinden evvel Habeşli Vahşî, canavar ruhlu bir vahşet adamıydı. Fakat hidâyetle şereflenip Peygamber Efendimiz’ in mânevî terbiyesine teslim olduktan sonra, gözü yaşlı, yufka yürekli, derin düşünceli bir sahâbî oldu. Onun gibi daha niceleri de hidâyetlerinden evvel pek çok kötü sıfatın pençesinde, mânen ölü hâldeydiler. Fakat onlar da aynı hidâyet menbaının âb-ı hayâtını yudumlamak sûretiyle, ebedî bir diriliğe kavuştular.

Rasûlullah   Efendimiz, 23 senelik nübüvvet hayatıyla, yarı vahşî bir câhiliye toplumundan, fazîletler medeniyeti inşâ eden, melek tabiatlı bir “Asr-ı Saâdet Toplumu” yetiştirdi. O insanlarla çağlar ve zamanlar şekillendi.

İslâm hukuku metodolojisinin en mühim sîmâlarından olan Karâfî (v. 684) der ki:

“Rasûlullah  Efendimiz’in başka hiçbir mûcizesi olmasaydı, sadece yetiştirmiş olduğu ashâb-ı kirâm bile, Allah Rasûlü’nün nübüvvetini ispata kâfî gelirdi.”

Zira Efendimiz , zulmün zifiri karanlığına bir güneş gibi doğdu. İnsanlara insanlıklarını yeniden hatırlattı. Merhameti unutmuş vicdanları tedâvi etti. Anne feryatları arasında, âdeta yürekleri parçalayarak kız çocuklarını diri diri gömmeye götüren taşlaşmış kalpleri yumuşattı. Kurak çöllere dönmüş gönülleri yeniden ihyâ için, rahmet esintileriyle âdeta bir ilkbahar mevsimi getirdi.

O’nu öldürmek isteyenler, O’nda dirildiler. O’na ve İslâm’a düşmanlık besleyenler, O’nda hayat buldular.

İnsana ait ne kadar kötü husûsiyet varsa; kin, husûmet, nefret, zulüm, bütün o iğrenç vasıflar, Peygamber Efendimiz’in deryâlar misâli engin yüreği karşısında, yerini kardeşliğe, yardımlaşmaya, merhamete, fedâkârlığa, edep ve hayâya bıraktı.

Allah Rasûlü  bütün mahzunların peygamberiydi. Bütün mazlumların peygamberiydi. Edep, hayâ, cesaret ve metânet peygamberiydi. Binbir çile ve meşakkatler içinde, saâdet ve huzurun peygamberiydi. Bütün âlemlere rahmet olarak gönderilmiş bir şefkat ve merhamet peygamberiydi.

O’nun cihana getirdiği adâlet ve huzurun ihtişâmını, pek çok gayrimüslim filozof, tarihçi ve devlet adamı dahî, îtiraf etmek durumunda kalmıştır. Bunlardan biri olan Fransız tarihçi Lamartine şöyle diyor:

“Şayet gayenin büyüklüğü, vasıtaların küçüklüğü ve neticenin azameti, insan dehâsının üç ölçüsü ise; modern tarihin en büyük şahsiyetlerini Hazret-i Muhammed’le kıyaslamaya kim cesaret edebilir?

O şahsiyetlerin en meşhurları, ancak ordular teşkil ettiler, kânunlar çıkardılar, imparatorluklar kurdular. Fakat neticede, çoğu kez gözleri önünde ufalanan maddî kuvvetler meydana getirebildiler.

Hâlbuki O, sadece orduları, hukuk sistemlerini, imparatorlukları, kavimleri ve hânedanları değil, dünyanın üçte biri üzerindeki milyonlarca insanı da harekete geçirdi.”

Dünya zifiri bir câhiliye karanlığına gömülmüşken Allah Rasûlü’nün ebedî kurtuluş dâvetini insanlığa duyurmak için tek başına gösterdiği canhıraş gayretleri unutmayıp bugün bizler de O’nun fedâkârlık ve gayretlerini ne kadar yaşayabildiğimizi sık sık muhâsebe etmeliyiz.

hz. muhammed

Yine İngiliz yazar Thomas Carlyle şöyle demiştir:

“Başında taç bulunan hiçbir imparator, kendi eliyle yamadığı hırkayı giyen Hazret-i Muhammed kadar sevgi ve saygı görmemiştir.”

1789 Fransız ihtilâlinin fikrî temellerini hazırlayanlardan biri olan filozof Lafayet, meşhur insan hakları beyannâmesi yayınlanmadan önce bütün hukuk sistemlerini incelemiş ve İslâm hukukunun üstünlüğünü görünce:

“Ey Muhammed! Sen’in adâleti gerçekleştirmek hususunda ulaştığın seviyeyi bir daha hiç kimse gösteremedi!..” demekten kendini alamamıştır.

Geçen asrın ortalarında, Hollanda’nın Lahey şehrinde toplanan bir ilim ve fikir adamları konseyi, dünyanın yüz büyük adamını tespit etmiş ve hepsi hristiyan olan seçici kurul, koydukları temel ahlâkî ölçüler çerçevesinde, en üstün insan olarak Hazret-i Peygamber’i tercih etmek zorunda kalmışlardır.

İşte asıl fazîlet odur ki, düşmanı bile onu tasdîk ve îtirâfa mecbur kala!.. Hazret-i Peygamber’in fazîlet ve büyüklüğünü, kendisine inanmayanlar bile vicdânen tasdîk etmişlerdir.

Peygamber Efendimiz , nasıl ki azgın bir câhiliye devrine derman oldu ve onu asr-ı saâdete dönüştürdü ise, bugün de insanlığı huzûra erdirip kurtaracak olan, O’nun rahmet nefesidir.

Hepimiz, O’nu hem idrâk etmek, hem anlatmak, hem de yaşamak sûretiyle, O en büyük ilâhî armağana teşekkür zarûreti içindeyiz. O’nun bütün âlemleri kuşatan sonsuz rahmet ve nûrunu, mâneviyattan uzaklaşmanın buhranlarıyla boğuşan âhirzamana taşıyacak birer köprü olabilmek, imkânlarımız nisbetinde hepimizin en büyük vazîfesi… O’nu bütün insanlığa dilimiz döndüğünce en güzel bir şekilde tanıtmak, O’na olan en büyük vefâ borcumuz. Özellikle de hâl ve davranışlarımızla O’nu en güzel şekilde temsîl edebilmek, biz ümmet-i Muhammed için şereflerin en büyüğü...

Allah Rasûlü , bizim en büyük gönül servetimiz. Bütün dünya nîmetleri bizim olsa, fakat Allah Rasûlü’nü tanımamış olsaydık, bunun ne kıymeti olurdu?! Zira bu dünyadaki ömrümüz de, dünya da fânîliğe mahkûm… Fakat Rasûlullah  Efendimiz’i tanıyıp O’na cân u gönülden tâbî olmanın getireceği huzur ve saâdet ise, sonsuz...

Bu itibarla ashâb-ı kirâmın gönlünde hiçbir sevgi, Allah ve Rasûlullah sevgisinin önüne geçmedi. Ne mal-mülk, ne çoluk-çocuk, ne de can sevgisi… Zira bunların hepsi dünyada kalacak, Allah ve Rasûlü’nün sevgisi ise, ebedî saâdetin gönül sermâyesi olacaktır. Hakîkaten, sahâbe neslinin en çok sevdiği, Allah ve Rasûlü idi. Efendimiz’in, candan ve maldan fedâkârlık gerektiren emirlerini bile büyük bir aşk ve vecd içinde îfâ etmeyi canlarına minnet bilirlerdi. Büyük bir îman vecdi içinde; “Anam-babam, malım-canım Sana fedâ olsun ey Allâh’ın Rasûlü!” derlerdi.

Ashâb-ı kiram, nasıl O’nun en sâdık tâkipçileri ve talebeleri idiyse, bizler de Fahr-i Kâinat Efendimiz’in 1400 sene sonra gelen ümmeti ve talebeleriyiz. Bizler için bundan büyük bir şeref ve zenginlik olamaz. O’na ümmet olma nîmetinden dolayı Cenâb-ı Hakk’a ne kadar şükretsek azdır.

Rasûlullah  Efendimiz, ümmetine çok düşkündü; raûf/son derece şefkatli ve rahîm/son derece merhametli idi. Vefatından sonra dahî, kabrinde ümmetinin sâlih amelleri için hamd edip günahları için istiğfâr edeceğini, ayrıca ilk sûr üfleninceye kadar “ümmetim, ümmetim” diyerek niyaz hâlinde olacağını haber vermişti.

Biz de -inşâallah- her vesileyle; “Peygamber’im, Peygamber’im!” demeliyiz. Karşılaştığımız her hâdisede; “Şimdi Peygamber Efendimiz olsa nasıl davranırdı? Benim hâlimi görse mübârek yüzü tebessümle parıldar mıydı, yoksa üzüntüden gül yüzü solar mıydı?” diye düşünüp O’nun ahlâkıyla ahlâklanmaya gayret etmeliyiz. Yaşadığımız zamanda ve mekânda O’nu temsil etmeye çalışmalıyız.

Dünya zifiri bir câhiliye karanlığına gömülmüşken Allah Rasûlü’nün ebedî kurtuluş dâvetini insanlığa duyurmak için tek başına gösterdiği canhıraş gayretleri unutmayıp bugün bizler de O’nun fedâkârlık ve gayretlerini ne kadar yaşayabildiğimizi sık sık muhâsebe etmeliyiz.

Cenâb-ı Hak, cümlemize Rasûlullah  Efendimiz’in örnek şahsiyetinden hisseler alabilmeyi nasîb eylesin! O’na itaat, hürmet, muhabbet ve bağlılığa dâir yaşadığımız takvâ imtihanlarında bizleri muvaffak kılsın! Böylece lûtf u keremiyle bizleri Efendimiz’in şefaatine nâil eylesin. O’nun Hamd Sancağı altında haşrolup Kevser Havuzu’ndan kana kana içebilmeyi cümlemize nasîb eylesin! 

Âmîn!

Kaybak: Yeni Şafak

Yeni yorum ekle

Image CAPTCHA
Enter the characters shown in the image.