Maneviyatıyla bizi kuşatan bir şehir Saraybosna

Uzun süreli İstanbul beklemesinin ardından gece geç saatlerde Saraybosna’ya indik. Kan ve barut kokularının içine işleyen mazlum şehre… Sabah bizi alacak servisi beklerken yıkılmamış ama savaşın kurşun izlerini taşıyan eski bir binayla karşılaştık. Sanki tarihe şahitlik etmek için zorla direniyordu. Mermilerin vızıltısını duyar gibi oluyor insan… Bize çok etkileyici geldi. Meğer daha onun ne örneklerini görecekmişiz! Yeni nesle güzel bir tarih dersi olmuş. Önce Ilıca’nın serin sularında ve nefis oksijeninde hava aldık. Bosna havasının en nadide yerlerinden birisiydi burası. Paçalarımızı çemreyip bir arkadaşımla buz kesen suyun tadına bakmak ise ayrı bir anı oldu.

Zamanının çok zor şartlarında ve en ilkel yollarla yapılmış Bosna savaş tünelini ziyaret ettik. Kuşatma altındaki hava alanıyla, hare­ket merkezi olarak kullanılan bir evin arasını bağlayan tünel… Savaşın acımasızlığı ve oran­tısızlığı konusunda en fikir verici yerlerden bi­risiydi. Biz kısa bir bölümünü görsek de sava­şın gaddar yönünü müşahede etmek ve acının hissiyatını anlamak için önemli… Oradaki bir ekrandan gözyaşlarını, annelerin feryadını, ço­cukların çığlığını tıkanmış kulaklar için izledik.

Osmanlı’nın mirası her yerde

Biz, şehir merkezine ve Baş Çarşıya doğru yönelirken acılarımızı yüklenerek ay­rıldığımız bu mekân geride kalmıştı. Azığımı­za hüzün yükledik. Bir ay kadar önce Afrika seyahatinden dönmüştüm. Oranın sokakla­rında ne kadar yabancılığınızı hissederseniz, Bosna’nın sokaklarında da o kadar yerli olur­sunuz. Kahvenin tadı her yerde başka bir gü­zeldir. Ama Saraybosna çarşılarında daha bir özel… Osmanlı’nın ve Osmanlı ruhunun yaşa­dığı yerdir orası... Doyumsuz kahveniz cezve­nin içinde gelir. Fincanın sapı yoktur. Osmanlı döneminde Hıristiyanların kahve fincanında sap olurmuş ve bunu üç parmakla tutarlar­mış. Kendilerince teslis inancına bir vurgu olsun diye… Müslümanlarsa sapsız kahve fincanını iki parmaklarıyla hilal şeklinde kav­rayıp içerlermiş. Bosna’da kahve içerken par­maklarınızla bilmeden de olsa hilal çizersiniz. Kahveye, Hilal’e ve yüzyıllardır beraber yaşa­mış olsalar da Hıristiyan geleneklerine sanki böyle bakıyorlar. Tabii Hilal deyince bütün ca­milerin minarelerindeki hilalli Osmanlı san­cağını unutmamak lazım...

Selçuklu Belediyesi tarafından restoras­yonu yapılmış tarihi Mevlevi Tekkesi’ne kadar çıktık. Tepede, estetik ve zarafetiyle insanı büyüleyen o güzelim tekkede önce çaylarımı­zı yudumladık. Çağlara ve nesillere birer anıt olarak dikilmiş beyaz mermerlerden oluşan şehit mezarlarının arasından Fatiha okuyarak aşağıya indik.

Bastığın yerleri ‘toprak!’ diyerek geçme, tanı

Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı…

dizeleri burada ayrı bir anlam taşıyordu. Ben hayatımda Haremeyn’in dışında mane­viyatı ile insanı bu kadar çok etkileyen başka bir yer görmedim. Taşların değil meleklerin arasında yürümekti sanki… Cennet ağaçları­nın kokusunu hissederek adım atmaktı… Me­zarlığın daha aşağısına indiğimizde Bosna’nın mücadele lideri Aliya İzzetbegoviç’in ihtişamını tevazuundan alan kabri bekliyordu. Kabir taşı­nın üstüne ‘Abdullah’ diye yazılmıştı. Kendini kurtuluş lideri, ülkenin cumhurbaşkanı, in­sanların gönlüne taht kurmuş bir önder olarak tanıtmak yerine ‘Allah’ın bir kulu’ olarak tanıt­mayı tercih eden bir türbe…

Kelimeler insanın boğazına düğümleniyor

Kur’an okumanın, dua etmenin zorlaştığı ve duygu selinin yükseldiği mekândı burası. ‘Şehadet ruhunun ve azminin’ önderi bir bü­yüğün yanında aynı duygular için yapılan duada kelimelerin hıçkırığa karıştığı yer. Kelimeler, insanın boğazına bir yumruk gibi düğümlendi. Arkadaşlarımızın hepsinde aynı hisler uyan­dı. Sanki vızıldayan kurşunlar, onlardan önce bizi düşürdü toprağa… Halkın içinden çıkan ve onlar gibi yaşayıp, onlar gibi göçen bir li­der… Ertesi gün Bosna’nın gerdanlığı Mostar’a doğru yola çıktık. Yemyeşil ormanlar, şırıl şırıl pınarlarla sanki cennetten bir köşe… Mostar, mührün vurulduğu yer… Hem mührün hem de kalplerimizin vurulduğu yer burası… Şeh­rin ortasından akan nehrin üzerindeki sanat şaheseri köprü, sadece şehrin iki yakasındaki yerleşim yerlerini birbirine bağlamaz. Oradaki Müslüman ve Hırvat nüfusun arasındaki ileti­şim kanalıdır aynı zamanda…

Onlarca Osmanlı vezirinin kabrinin bu­lunduğu, tepelerin şehit mezarlarıyla bezen­diği Travnik’e uğramamak ayıp olurdu. Fatih Sultan Mehmet’in atından inip su içtiği dere­den bir yudum buz gibi suyu içmek, sizi tarihin derinliklerine götürecektir. Camileri, medre­seleri, hala eğitime devam eden İslâm Üniver­sitesi, kalesi ve halkın mütevazı ve mütevekkil duruşu; Travnik’te bambaşka duygular yaşa­tır insana… Son gün Bosna’nın çağdaş fatihi Aliya’yı yeniden ziyaret edip onunla vedalaş­madan ayrılmak uygun olmazdı. Selamlaştık, tekrarına sözleştik…

Haşim Akın “Meşhed”, Kitabın Ortası dergisi, Mayıs 2018, sayı 14.

Kaynak: www.dunyabizim.com

Yeni yorum ekle

Image CAPTCHA
Enter the characters shown in the image.