Artık inanmadığımız için terk ettiğimiz bir sünnet: Yağmur duası

11 Aralık Cuma günü ülke genelinde Diyanet İşleri Başkanlığımızın organizasyonuyla yağmur duası yapıldı. Bu olay hatırıma küçüklüğümde babamla gittiğimiz yağmur dualarını getirdi birden. Meğer ne uzun zaman geçmiş üzerinden.

Benim çocukluğum Trakya'da geçti. Bambaşka bir Müslümanlık yaşanır bu coğrafyada; insanları iyi niyetlidir, yapabildikleri kadar vazifelerini yerine getirmeye çalışırlar, Hz. Peygamber en özge sevgilileridir. Bir de güzel adetleri vardır bu insanların: Yağmur duaları.

Yakın zamana kadar her köy ve beldede her yıl bilaistisna sürdürülürdü bu güzel gelenek. Yağmur yağmıyorsa yağmur duasına, yağmışsa da şükür duasına çıkılırdı. Ben de babamın İmam olması sebebiyle bazen gönül rızasıyla bazen de ayak sürüyerek köy köy dolaşıp katılırdım bu dualara. Şu an ruhumdaki tesirlerine baktığımda keşke hepsine katılsaymışım diyorum. Bu arada şimdi anlatacaklarımın henüz 10'lu 15'li yaşlarımda yaşadıklarıma tekabül ettiğini belirteyim.

Hatırlayabildiğim kadarıyla bu dua cemiyetleri tertip edilmeden önce köyün ileri gelenleri imamlarının önderliğinde toplanır, gerekli planlamaları ve hazırlıkları yapıp çevre köylere haber gönderirlerdi. Katılımın yoğun olması için genelde duanın yapılacağı gün hafta sonu olarak belirlenirdi. Haberleri köylüye yine bir namaz sonrası imamlar iletir, "komşular, falanca köyde hafta sonu yağmur duası olacak, hep birlikte gidelim" derlerdi. Duanın yapılacağı gün cami cemaatinden müsait olanlar belirlenen köye gitmek üzere birlikte yola çıkarlardı. O yolculuk esnasında havadan sudan pek güzel muhabbetler olurdu. Ama söz dönüp dolaşıp elbette mevsimin kuraklığına, böyle giderse mahsulün az olacağına gelirdi. Orada biraz keyifler kaçardı işte. Fakat sonra "İnşallah hayırlı yağmurlar yağar" denerek duaya henüz yolda başlanırdı. Şükür duasına çıkılıyorsa bu yüzden nispeten daha neşeli gidilirdi.

Namazdan önce yağmur duasının yapılacağı köyün camisinde toplanılır, çevre köylerden gelen güzel sesli hoca efendiler tarafından köylüye ve misafirlere aşr-ı şerifler, yâsîn-i şerifler, kasideler, ilahiler okunurdu. O meclislerde okunan kasideleri ve ilahileri hiç unutamıyorum.

"İlahi cennet evine girenlerden eyle bizi,

Varup anda cemâlini görenlerden eyle bizi" ne güzel söylenirdi mesela.

Hele ki "İsmi sübhân virdin mi var?

Bahçelerde yurdun mu var?

Bencileyin derdin mi var?

Garip garip ötme bülbül..

Ötme bülbül, ötme bülbül,

Derdi derde katma bülbül..

Benim derdim bana yeter,

Bir de sen dert katma bülbül.." diye bir başlandığı vakit dinleyenler mest ü hayrân olurlar, gözlerinden süzüm süzüm yaşlar akıtırlardı.

Yine bu meclislerde,

"Canım kurban olsun senin yoluna,

Adı güzel, kendi güzel Muhammed.." de denmeden kalkılmazdı.

Son olarak çoğunlukla,

"Geçtiğiniz yollara bizden selam götürün,

Hak-dost diyen dillere bizden selam götürün.." diye Haremeyn-i Şerîfeyne içli içli selâm gönderilirdi. Benim de babamın ısrarlarıyla bu feyzi, bereketi bol meclislerde "Şol cennetin ırmakları"nı okumuşluğum ve okurken şaşırmışlığım çoktur.

Namazdan sonra duaya başlanmak üzere köyün önceden hazırlanmış en geniş alanına geçilirdi. Duadan önce çok hoş vaaz ü nasihatler yapıldığını bilirim. Tevbe-i istiğfardan sonra yapılan şu hatırlatmalar hep dikkatimi çekerdi:

"Aziz cemaat, duaya geçmeden önce elbiselerinizi ters çevirip giymenizi, çocuklarınızı, ihtiyarlarınızı, hayvanlarınızı dua alanına getirmenizi istirham ediyoruz. Allah'ın huzurunda duruyoruz. Kul olalım, yüzümüz yerde olsun, zelîl olalım. Allah içimizdeki günahsızlar sebebiyle bize acısın ve hayırlı yağmurlar versin inşallah!"

Ne manzaraydı ama! Mahşer meydanı gibiydi. Meleyen kuzular, elbiselerini ters çevirip perişan bir şekilde bekleşen biçare insanlar, güneşin karşısında iyice yorulmuş ihtiyarlar ve benim gibi hayatında ilk defa bu kadar büyük bir kalabalık görmüş şaşkın, küçücük çocuklar. Hepimiz bekleşiyorduk. Ne olacağını bilemeden, ama rahmet-i rahmandan da ümit kesmeden bekleşiyorduk. Yağmur yağacağından neredeyse emindik. Emin olmamamız için hiçbir sebep de yoktu. Çünkü daha önce çok ıslanmıştık yağmur dualarında; "Amîn, amîn" diye dilenirken henüz ellerimizi indirmeden avuçlarımız çok defa yağmur sularıyla dolmuştu.

Duayı eğer varsa Müftüefendi, yoksa Hocaefendilerden uygun biri yapardı. Acziyetimizi ifade eden dualardı bunlar. Biz o meydanda Allah'ın çaresiz kulcuklarıydık sadece; başka kapı bilememiş, bulamamış, aslında hiç aramamış, onun kapısına koşmuştuk işte. Cemî hayırların anahtarı onun kudret elindeydi. Yalvarıyorduk, yalvarıyorduk. O da ellerimizi boş çevirmiyordu.

Duadan sonra pilav ve ayran dağıtılırdı gelenlere. Biz bizim cemaatle bir köşede otururduk. Babam da birden başının üzerinde bir tepsiyle çıkar gelirdi yanımıza. Yanımdaki amcalar, "Hocamız bizi yine aç bırakmadı, davranın bakalım" derlerdi. Babam duymazdı bunları. Ama küçük bir çocuk olduğum için pek de önemsemedikleri ben duyardım. O zamanlar hocalar hala toplumu himaye eden, sahip çıkan insanlardı. Henüz topluma yabancılaştırılamamışlardı. Cemaatlerinin gönül hanelerinde onlar, onların gönül hanelerinde cemaatleri vardı. Belki bu yüzden bu zamanlar toplum olarak henüz çok savrulmadığımız zamanlardı.

İlâhî rahmetin tecelli ettiği o yağmur dualarında yediğim, herkese yetip artacak kadar bereketli o pilavların tadını da hiç unutamıyorum.

Şimdi dualarımız yavan kalıyor. Acele ediyoruz. İçimizden gelmiyor ya da inanmıyoruz. Yapmak için yapıyoruz işte. Oysa küçük bir çocukken benim teneffüs ettiğim bu ortamda acelecilik yoktu, içtenlik ve samimiyet vardı.

Bir de üzülerek görüyorum ki yağmur dualarını küçümseyenler türedi geçen zaman içinde. Onlara böyle bir yağmur duası lazım, hem kurak gönüllere hem de kurak topraklara yağıp ıslatan rahmet yağmurları lazım. O katı kalplerinin yıkanıp pîr ü pâk olabilmesi için.

Kim ne derse desin ben bu hissettiklerimi, yaşadıklarımı asla unutmayacağım. Bir yerde yağmur duası varsa çocuğumun da elinden tutup koşarak oraya gideceğim ve;

"Bilmişim dünya halini, terk ettim kıyl ü kâlini,

Baş açık ayak yalını, çağırayım Mevlam seni." diyerek biçare bir kul olmanın o tarifi imkansız huzuruyla Yunusça Mevlâm’ı çağıracağım. Siz de sizin dünyanızı anlayamayan o insanları lütfen önemsemeyin. Hz. Yunus Emre gibi söyleyin:

"Miskin Yunus söyler sözü,

Kan yaş ile doldu gözü,

Bilmeyen ne bilsin bizi?

Bilenlere selâm olsun.."

Bu yazıyı yazarak bu güzel sünnetin içe dönük yanını biraz olsun kaydedebildiğim için çok mutluyum.

Celalettin ALKAN

Kaynak: www.dünyabizim.com

Yeni yorum ekle

Image CAPTCHA
Enter the characters shown in the image.