En Güzel Sözlü

Allah’a ve O’nun dinine davet Müslüman’ın günlük hayatının vazgeçilmez bir parçasıdır. Evinde, iş yerinde, sokakta yani fırsat bulduğu her yerde bu vazifeyi ifa etmesi gerekir. Çünkü bu Müslüman’a yüklenmiş ilahi bir misyon ve büyük bir ikramdır. Rabbimiz şöyle buyurur: “İnsanları Allah’a çağıran, salih amel işleyen ve ‘Ben Müslümanlardanım.’ diyenden daha güzel sözlü kim olabilir.”[1]

Bu ayetin nazil olduğu dönemde bir kimse Müslüman olduğunu ilan ettiğinde, adeta kendini her an parçalayabilecek vahşi hayvanlarla dolu bir ormanda gibi hissediyordu. Hele bu şahıs daha da ileri giderek İslâm’ı tebliğ etmeye kalkıştığı takdirde “Gelin vahşiliğinizi ispat edin.” dercesine bu hayvanlara davetiye çıkarmış olurdu. Bir kimsenin bu şartlar altında İslâm’ı kabul etmesinin ve sebat göstermesinin salih amel olduğu buyruldu. Ayrıca bir şahıs, Müslüman olduğunu ilan ettikten sonra başkalarını da İslâm’a çağırır; Allah’a tevekkül ve ibadet eder ve başkaları, yaşadığı hayat hakkında bir şey söylemesin, dolayısıyla da İslâm’a bir leke gelmesin diye amellerine titizlikle önem verirse bu, o Müslüman’ın vardığı en üst derecedir.[2]

Hiç şüphe yok ki Allah’a davet Rabbimizin ilk insan ve ilk peygamber Hz. Âdem’den (a.s) Hz. Muhammed’e (s.as.) kadar gönderdiği bütün peygamberlere farz kıldığı yüce bir görevdir. İnsanoğlu yeryüzünde ilk var olduğu günden bu yana ilâhi davetin muhatabıdır. Bu davetin işaret ettiği yolda fıtratındaki zaaf ve eksiklikler sebebiyle bocaladığında ise, nebevî rehberlik imdadına yetişmiştir. “Onlara dedik ki: Hepiniz oradan inin. Size benim tarafımdan bir hidayet rehberi geldiğinde, kim o hidayetçimin izinden giderse, onlar için hiçbir korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır.”[3]

İlk insanla başlayan hakikate davet faaliyeti, peygamberler (hepsine salât ve selam olsun) başta olmak üzere, ehil ve yükümlü kişiler vasıtasıyla tarihleri ve coğrafyaları aşarak günümüze kadar geldi ve kıyamete kadar da devam edecektir. Rasûl-i Ekrem (s.a.s) Efendimiz, bir Müslüman için bu faaliyetin ne kadar önemli ve vazgeçilmez olduğunu şöyle ifade buyurur:

“Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, ya iyiliği emreder, kötülükten sakındırırsınız, ya da Allah’ın ilâhi katından size bir ceza göndermesi pek yakındır. Bu durumda O’na dua edersiniz de, duanızı kabul etmez.” [4]

Tebliğ, davet ve irşad, Müslüman’ın temel misyonu olan “emr-i bil ma’ruf nehy-i ani’l-münker”den ayrı olmayıp, onun bir parçasıdır. Dolayısıyla hiçbir şekilde ihmali, geçiştirilmesi ve hafife alınması mümkün değildir. İnsanoğlunun yeryüzünde söyleyebileceği ve Rabbi katında kendisini yüceltecek en güzel sözler Allah’ın dinine davet amacı ile sarfettiği sözlerdir. Rahman’ın katında bu güzel sözlerin değer bulabilmesi için davet edenin tam teslimiyeti ve sözlerini doğrulayan salih ameli gerekir.

“İnsanlara iyiliği emreder de kendinizi unutur musunuz?”[5] , “Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz, Allah katında büyük bir nefretle karşılanır.”[6]

Peygamber Efendimizin (s.a.s) tebliğ ve temsil olmak üzere iki önemli görevi vardır. Tebliğ yönü ile insanlara hak ve hakikatleri anlatan Allah Rasûlü, temsil yönüyle de kendisine yüklenen rolü bütün benlik ve samimiyetiyle yerine getirerek insanlığa örnek olma mevkiindedir. Tebliğ adamı, anlattığını aynı zamanda mutlaka yaşamalı ve onu en iyi şekilde temsil etmelidir. Müslüman’ın söylediği sözle, yaptığı işin tutarlı olması gerekir. Ne söylüyorsa, onu bizzat yaparak göstermelidir. Şayet yapmaya niyeti veya gücü yoksa o zaman susmalıdır. Çünkü bir kimsenin yapmadığı bir şeyi söylemesi Allah katında en kötü amellerdendir. Ve o kimse Allah’ın azabını hak etmiştir. Ayrıca müminlik iddiasında bulunan bir kimseye bu şekilde davranmak yakışmaz.

Yaşadığımız modern dönemi yani ahir zamanı önceki zamanlardan ayıran en önemli husus; seküler, putçu ve rasyonel aklın, hayata derinlemesine ve genişlemesine hâkim olmasıdır.  Çoğulculuk, özgürlük ve hoşgörü kavramları üzerine inşa edilen çağdaş hayat, “emr-i bil ma’ruf nehy-i ani’l-münker” görevinden sarf-ı nazar etmesi mümkün olmayan Müslüman için son derece önemli bir problemdir. Modern çağda internet, televizyon ve benzeri kitle iletişim ve bilişim vasıtaları, tebliğ ve davetin kitleselleşmesini mümkün kılmaktadır. Bu doğrudur. Ancak bu araçların tabiatında bir “yapaylık” ve “kuruluk” bulunduğu da bir gerçektir. Bir diğer ifadeyle, hiçbir vasıta “yüz yüze iletişim”in ve “birebir diyalog”un yerini tutamaz. Bu vasıtalar kanalıyla aktarılan şeyler, “kurgusal” bir boyut taşımak ve “teorik bilgi” seviyesinde kalmak durumundadır. Tebliğ edilen hususların pratiği, hayatın içinde canlı olarak yaşanmadıkça ve tabii ortamlar içinde fiiliyata aktarılmadıkça inandırıcı olmaz, kalıcı etki yapmaz.[7]

Allah’a davet, Nebi’den (s.a.s) ümmetine kalan mirastır. Eğer İslâm’ın zararlı inanç ve ideolojilerden korunmasını ve Allah isminin en yüce olmasını istiyorsak, davetin süreklilik arz ederek devam etmesi şarttır.  Müslümanları karanlık ve bozuk fikirlerin etkisinden arındıran davet olmadan insanların fikir ve inançlarının arı ve duru olabileceği tasavvur bile edilemez. Aynı şekilde İslâmî davet olmadan İslâm dininin hayata hâkim olması, güçlü bir şekilde âleme yayılması da düşünülemez.

Unutulmaması gerekir ki, Allah’a çağırma eylemi devam ettiği müddetçe İslâm geçmişteki izzetine ve gücüne kavuşur; insanlığa hayat vermeye ve adalet dağıtmaya devam eder. Bugünün dünyası ve bizler buna ne kadar da muhtacız.

Geçmişi Güzel Olmak

Temiz bir geçmiş, dini tebliğ etme sorumluluğu yüklenmiş rasûllerin ortak özelliğidir. Bu özellikleri, kendilerine düşmanlık eden kimselerin bile ikrar etmek zorunda kaldığı bir gerçektir. Temiz geçmiş, davetçinin güvenilirliğini artıran önemli bir özelliktir. Allah’a davet eden kişi, toplumu tarafından güzellikleriyle ve temiz geçmişiyle tanınırsa inandırıcılığı daha da artar. İnsanlar şahsiyetleri ve karakterleri ile yaşarlar. Onları onurlu kılan bu özellikleridir. Sahip olunan değerler toplum nezdinde karşılık bulur. Toplumların örnek ve saygın insan arayışlarına bu kişilikler cevap verir.

Hz. Peygamber (s.a.s) Hudeybiye Sulhu’ndan sonra İslâm’a davet mektupları yazdırmış ve bu mektupları önemli merkezlere göndermiştir. Bizans İmparatoru Heraklius’a da Dıhye bin Halife vasıtasıyla İslam’a davet mektubu göndermiştir. Kayser mektubu okuyunca “Şimdiye kadar hiç böyle bir mektup almamıştım.” dedi ve adamlarına:  “Şam’ın altını üstüne getirin ve bana bu adamın kavminden birilerini bulun getirin.” diye emretti. O esnada Ebû Süfyan da orada bulunuyordu ve imparatorun adamları tarafından Heraklius’un karşısına çıkarıldı. Heraklius, Ebû Süfyan’a Efendimiz’le(s.a.s) alâkalı birçok soru sordu. O da sorulan sorulara cevap verdi.

Bu konuşmadaki sorulardan iki tanesine dikkat çekmek gerekir.  Heraklius, Ebû Süfyan b. Harb’e: “Şu söylemiş olduğun şeyi (peygamberlik davasını) söylemeden önce, hiç onu yalanla itham ettiğiniz, suçladığınız olmuş muydu?” sualini sorar. Ebû Süfyan b. Harb: “Hayır” cevabını verir.

“Kendisinin hiç sözünde durmadığı, ahdini bozduğu vâki midir?” diye sorulunca da “Hayır, vâki değildir.” diye cevap verir.

Heraklius ile arasında geçen konuşmayı ayrıntılı olarak nakleden Ebû Süfyan daha sonra şunları demiştir: “Kayser’le konuşurken, Muhammed hakkında yalan şeyler söylemeyi çok arzuladım. Ama bizi dinlemekte olan arkadaşlarımın beni yalancılıkla itham ederek aşağılamalarından çekindiğim, onların gözünde yalancı konumuna düşüp saygınlığımı yitirmek istemediğim için bütün sorulara doğru cevap vermek zorunda kaldım. Eğer arkadaşlarım olmasaydı yalan söylerdim.”[8]

Günümüzde İslamî davette bulunan veya bu şerefli göreve talip olacak kardeşlerimiz, öncelikle kendi iç dünyalarını halletmelidirler. Şeksiz bir iman sahibi olmalı, ibadetlerini ve İslam’ın emirlerini yerine getirmeli, yasak ettiği şeylerden kaçınmalıdır. Bir gün yüzüne vurulacak ve davet faaliyetini zayıf düşürebilecek kötülüklerden elinden geldiğince uzak durmalıdır. Hatalardan da bir an önce tevbe etmelidir. Unutulmamalıdır ki yalancılık, riya, bencillik, adaletsizlik ve dolandırıcılığın her türlüsü mümine yakışmayan vasıflardır. Bu vasıflardan birini veya daha fazlasını üzerinde bulunduran kişi, Allah’ın diniyle insanların arasına perde olur. Kendi nefsinin zaaflarına düşmüş, şeytanın tuzağına yakalanmış, nasıl kurtulacağını bilmeyen bîçare insanları; İmam-ı Gazalî Hazretleri şöyle tasvir eder: “Yakasında akrep olan bir kimsenin boynundaki akrebe aldırış etmeyip de eline aldığı bir yelpazeyle başkalarının burnundaki sineği kovalamaya çalışmasına benzer.”

Yüzmesini bilmeyen kişinin, başkasını boğulmaktan kurtarması mümkün değildir. Davetçinin görevi insanlara ayna olmaktır. Muhatabı, kendi yanlışlarını davetçinin temiz ahlâkında görüp düzeltebilmelidir.

Rabbim insanları Allah’a çağıran, salih amel işleyen ve “Ben Müslümanlardanım.” diyen  kullarından eylesin. Âmin…

 

 


 


[1]Fussilet Suresi 41/33.

[2] Mevdûdi, Tefhîmü’l-Kur’an, c. V,s.193.

[3] Bakara Suresi 2/38.

[4] Tirmizî, Fiten 9, Hadis no: 2169

[5] Bakara Suresi 2/44.

[6] Saff Suresi 61/2-3.

[7] Ebubekir Sifil, Modern Çağda Tebliğ ve Davet, Anadolu Gençlik Derneği 3. Uluslararası Asr-ı Saadet Sempozyumu (21-22 Nisan 2007)

[8] İbn Hacer el-Askalânî, Fethu’l-Bârî, I,46.

Yazar: 

Yeni yorum ekle

Image CAPTCHA
Enter the characters shown in the image.