Bir İnsan Kazanmak
İlâhî daveti bütün insanlığa benimsetme aşkı, Rasûl-i Kibriyâ Efendimize derin bir heyecan veriyordu. Gönüllerini bu davete kapayanlara acıyarak, üzülerek bakıyordu. Bunlar bilmiyorlar; bilmedikleri için böyle davranıyorlar; ben onlara bilmedikleri gerçeği anlatmalıyım, diye düşünüyor ve kendini tüketircesine gayret ediyordu.
Âmâ Geldi Diye
Bir gün çok garip bir şey oldu. Efendimiz Mekke’nin ileri gelen kâfirlerinden birkaçıyla oturmuş konuşuyordu. Onlara İslâmiyet’in güzelliğini anlatıyor, Müslüman olmanın ne büyük bahtiyarlık olduğunu söylüyordu. Adamlar ayak direyince, konuyu bir başka açıdan ele alıyor; onların katılaşmış kalplerini yumuşatmaya çalışıyordu.
Derken içeriye Abdullah ibni Ümmi Mektûm girdi. Gözleri görmüyordu İbni Ümmi Mektûm’un. Bu sebeple de Fahr-i Kâinât’ın nasıl bir ruh hâleti içinde olduğunu fark etmiyordu. Bu adamları kazanırsa, onların bir işaretine bakan yüzlerce insanın kurtuluşa ereceğini hayallediğini bilemiyordu. Yeni nazil olan ilâhî buyrukları öğrenme arzusuyla:
“Yâ Rasûlallah! Allah’ın sana öğrettiklerinden bana da öğret.” diye bağırdı.
İbni Ümmi Mektûm’un böyle bağırmasını yersiz bulan Fahr-i Cihân Efendimizin canı sıkıldı. Pişmiş aşa soğuk su kattığı düşüncesiyle ona dönüp bakmadı bile. Zira Rahmet Peygamberi’nin ümit dolu gönlü bu kaşarlanmış kâfirleri kazanma heyecanıyla yanıyordu.
İbni Ümmi Mektûm, sözlerini Nebiyi Ekrem’e duyuramadığını hesap ederek aynı sözleri bir daha, bir daha söyledi. Efendimizin iyice canı sıkıldı ve mübarek yüzünü ekşitip öte yana döndü.
Rahmet Peygamberi’nin bu tutumu, Abese Sûresi’nin nazil olmasına sebep oldu. Sûre şöyle başlıyordu:
“Âmâ kendisine geldi diye yüzünü ekşitip çevirdi.
Rasûlüm! Onun hâlini sana kim bildirdi?
Belki o senden öğrendikleriyle temizlenecek yahut öğüt alacak, bu öğüt kendisine fayda verecekti…”
Ayetler, kazanılmış bir gönlü, nasıl olsa bizdendir düşüncesiyle ihmal ettiği için Allah Rasûlü’nü kınıyordu. Kâfirleri İslâm’a davet uğrunda Rabbin’den azar işiten Rasûl-i Ekrem (s.a.s), yanına Abdullah ibni Ümmi Mektûm’un her gelişinde:
“Ey hakkında Rabbimin beni azarladığı zât, merhaba!” diye onu yanına çağırır, iltifat eder ve ridâsını altına yayardı.
Kendini mi Mahvedeceksin?
Fahr-i Cihân’ın davet aşkı, İslâm’ı sevdirip benimsetme arzusu, işte böylesine alev alevdi. Rahmet Güneşi’nin engin gönlü herkesin doğru yolu bulmasını, cennete ulaşmasını, ebedî azaptan kurtulmasını istiyordu. Bunu öylesine istiyor, kendini işine öylesine kaptırıyor, İslâm’a karşı tavır almasınlar diye öylesine gayret sarf ediyordu ki, Allah Teâlâ onu:
“Onlar iman etmeyecek diye kendini mi helâk edeceksin?” diye uyardı (Şuarâ 26/3).
Bu ilâhî ihtar ona, ancak ezelde bahtiyar diye yazılanların doğru yolu bulacağını, bahtsızlığı seçenlerin kurtulamayacağını hatırlattı. Eğer herkesin Müslüman olması gerekseydi, gökten indirilecek bir mucize ile bunun kolayca temin edileceğini ve o zaman herkesin ister istemez hidayete ereceğini bildirdi. Demek ki Kâinatın Sahibi bunun böyle olmasını istiyordu. Neden böyle olması gerektiğini de sadece O biliyordu.
Ne var ki, Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz rahmet ve şefkatinin aynası olan, bu sebeple de kendisine: “Biz seni âlemlere rahmet olarak gönderdik.” buyrulan Habîbullah’ın, herkesi kurtarma aşkıyla içi yanıyordu. Önce kendi yakınlarını, kendi kavmini kazanmak, sonra da ötelere, daha ötelere giderek bütün insanları kurtarmak istiyordu. İlâhî davet karşısında kendi kabilesinin ayak dirediğini görünce onlara kızdığı oluyor ve:
“Kureyş ne sanıyor? Allah’a yemin ederim ki, tek başıma da kalsam ya bu dini yayacağım veya bu uğurda öleceğim.”, diyordu.
Fahr-i Cihân bir savaştan dönüyordu. Mescid’de iki rekât namaz kıldıktan sonra sevgili kızı Hz. Fâtıma’nın evine uğradı. Her zaman böyle yapardı. Önce kızını görüp kucaklar, sonra hanımlarının yanına giderdi. Hz. Fâtıma babasının yüzünü, gözünü öperek ağlamaya başladı.
- Niçin ağlıyorsun, yavrum, diye sordu Rasûl-i Kibriyâ.
Hz. Fâtıma:
“Babacığım, gül rengin solmuş, elbisen eskimiş.” deyince Şâh-ı Enbiyâ Efendimiz şunları söyledi:
“Ağlama, Fâtıma! Allah Teâlâ senin babana bir görev verdi. İsteseler de istemeseler de, yeryüzünde insanın yaşadığı her yere bu din girip yayılacaktır. Benim vazifem de bunu sağlamaktır.”
Rasûl-i Ekrem Efendimizi başarıya götüren, Allah’ın yardımıyla birlikte, bütün cihanı kucaklayan bu azmi ve gayretiydi. Buyurduğu aynen gerçekleşti. Güneşin doğup battığı her yere İslâmiyet girdi. Her yerde Müslümanlar muzaffer, küfür zelil ve hakir oldu.
Bir Kişi için
Hayber’in kuşatıldığı günlerdeydi. Efendimiz ashâbına, ertesi gün sancak-ı şerîfi Allah ve Rasûlü’nü seven, onlar tarafından da sevilen birine vereceğini ve fethin onun eliyle gerçekleşeceğini söyleyince, Müslümanlar çok heyecanlandılar. Bu bahtiyarın kim olduğunu düşünmekten gözlerine uyku girmedi. Seyyid-i Kâinât Efendimiz ertesi sabah sancağı Hz. Ali’ye teslim ederken ona İslâm davetinin ruhunu şu sözlerle özetledi:
“Ali! Hiç acele etme. Oraya varınca önce onları İslâm’a davet et ve Allah’ın buyruklarını kendilerine bildir.
Ali! Senin bu davet ve irşadınla tek bir kişinin Müslüman olması, senin için dünya servetine bedeldir”.
Evet, İslâm davetinin ruhu, işte bu son cümlede yatmaktadır: Bir insan kazanmak…
Bir Yahudi çocuğu Server-i Kâinât Efendimize hizmet ederdi. Çocukcağız bir gün hastalandı. Efendimiz kalkıp onu ziyarete gitti. Başucuna oturdu ve:
“Müslüman ol, yavrum!” dedi.
Çocuk yanında duran babasının gözlerine baktı.
Babası:
“Muhammed’in arzusunu yerine getir” deyince çocuk Müslüman oldu.
Gönlü herkese şefkatle dolu olan Efendimiz:
“Onu ateşten kurtaran Allah’a hamd olsun” diyerek oradan ayrıldı.
`
Bu hadisler ve hâdiseler bize her Müslüman’ın yeryüzünde Allah’ın halifesi ve Rasûl-i Zîşân’ın mirasçısı olduğunu hatırlatıyor. Her birimiz bir kişi kazanma ümidiyle yola çıkmalıyız. Bizim elimizle hidayete erecek o meçhul şahsın veya şahısların kim olduğunu bilemediğimiz için de, ilâhî davetin her muhatabına ümitle, sevgiyle, şefkatle yaklaşmalıyız. Tıpkı Efendimizin takip ettiği davet siyasetine uygun olarak, önce kendi yakınlarımızdan, kendi milletimizden, konuşup anlaşabildiğimiz insanlardan başlayarak yürümeliyiz. Ümidimizi asla kaybetmeden.
Bi’r-i Maûne’de şehid olan ashâb-ı kirâm’dan Hakem ibni Keysân’ın Müslüman oluşu ne kadar ibretlidir. Hicretin on yedinci ayında bir Kureyş kervanını ele geçiren Müslümanlar, bu arada Hakem ibni Keysân’ı da esir etmişlerdi. Esiri önce öldürmek istediler. Sonra vazgeçip onu Hz. Peygamber’in huzuruna getirdiler. Efendimiz Hakem’i İslâm’a davet etti. Fakat o kabul etmedi. Efendimiz her zaman olduğu gibi ümitliydi. Onu bir daha, bir daha davet etti. Hakem’in oralı olmadığını gören Hz. Ömer dayanamadı:
“Bununla ne diye konuşuyorsun, yâ Rasûlallah! Bırak da şunun kellesini uçurayım.” diye celâllendi. Rahmet Güneşi buna izin vermedi. Sonunda Hakem ibni Keysân Müslüman oldu ve İslâm’a güzel hizmetler etti. Hâkem’in Bi’r-i Maûne’de şehid düşmesinden sonra Hz. Ömer bu olayı anlatır, onu metheder ve vaktiyle söylediklerine pişman olduğunu ifade ederdi.
Bize yakışan:
“Yâ ilâhî rahmetinden kimseler dûr olmasın!” düşüncesiyle herkese hoşça bakmaktır. Kim bilir beğenmediğimiz niceleri, ne mükemmel bir kul olacak, Allah’ın dinine ne güzel hizmetler edecek, bizi de kendisine imrendirip hayran bırakacaktır.
Öyleyse; ömrümüzün geri kalan sayılı günlerini, hep bir insan kazanma heyecanıyla değerlendirelim…