Naîm’e Giden Yol
Önden Gidenler
Hamd bizi yaratan, bizlere kitabını gönderen, vahyiyle ve mutlak bilgisiyle bizleri şereflendiren âlemlerin Rabbine aittir. Peygamberlerin en şereflisi, Efendimiz Muhammed’e (s.a.s), onun aile efradına, Ashabına ve kıyamete kadar onun yolundan gidenlere salât ve selâm olsun.
Bütün insanlar karşısında cephe almışken peygamberin çağrısına teslim olma erdemini gösterenler, adlarını çağlara altın harflerle yazdıranlardır. Hz. Âdem (as) ile başlayan İslam davası, yükü omuzlarında taşıyıp zirveye doğru yükselten yüce peygamberler ve onlara tabi olanlar sayesinde günümüze kadar gelmiştir. Bizlere elçilerini gönderen ve onlara tabi olacak kullar var eden Rabbimize binlerce hamd ediyoruz.
Peygamberler, sayıları bazen az bazen çok, Kur’an’ın ifadesiyle “es-sâbikûn” ile desteklenmiştir. Bunların başında cennette Efendimizle (sas) olacaklarını umduğumuz ilk Müslümanlar gelir. Bu değerli insanlar İslam adına, korkusuzca, birçok ilklere imza atmışlar ve diğer Müslümanlara öncü olmuşlardır. Onlar, iman ve mücadeleleri örnek alınması ve isimleri beyinlerimize nakşolması gereken büyük şahsiyetlerdir.
İslam’ın ilk nesli, her şeyi yeniden öğrenmiştir. Şirk koşarak inandıkları Allah’a, Rablerinin istediği şekilde inanmayı, hayatı ve yaşama gayelerini yeniden öğrenmişlerdir. Bir inançtan kopmanın ve kişiliğini yeni bir inançla donatmanın güçlüğünü bütün zorluklarıyla yaşamışlardır.
Bir peygamberin tebliğine muhatap olmak, hem büyük bir lütuf hem de büyük bir imtihandır. O elçi ile karşılaşana kadar inanılan bütün değerler, bir anda altüst olmuştur. Kişinin atalarından miras alıp inandığı dini terk etme, hak-batıl tercihiyle karşı karşıya kaldığı bir imtihandır. Anlatması ve yazması çok kolay gözüken ancak kabulü ve yaşanması çok zor bir imtihandır. Bu imtihan sonunda Ebû Bekir olmak da var, Ebû Cehil olmak da var. İnancınızdan dolayı çile, azap çekmek de var, şehadete talip olmak da var. Allah diyenlere karşı durarak lanetlenmek de var. Cehennem odunu olmak da var.
İlk kez bir davaya muhatap olanlarla sonradan muhatap olanlar arasında fark vardır. Sonra gelenler için nispeten bir kolaylık vardır. Bir kere gidilen yol, ayak izleriyle sonradan gelenlere öncülük eder. İslam’a inanıp peygambere tabi olmada da durum aynıdır. İslam’a ilk muhatap olanların inançlarına yakîn bir şekilde bağlılıkları sayesinde imanın önü açılmıştır. Sinelerde var olan cahiliye hastalıkları aşılarak kalpler bir tek olan Allah inancına yani tevhide alışmıştır. Rasulüllah’a en zor zamanlarda iman edip tabi olan ilk nesilden sonra gelenlerin tümü, onların yürüdükleri yolu yürümenin, öncü neslin ayak izine basmanın kolaylığını yaşamışlardır. Bu sebeple bütün Müslümanlar ilk nesle şükran borçludurlar.
Hikâye gibi dinlerken keşke ben de orada olsaydım, dediğimiz çok olmuştur. Ancak ilk olmak zor ve meşakkatli bir şeydir. Belki bu yükü yüklenmekten kaçanlardan da olabilirdik. Sahabe Efendilerimizden sonraki kuşaktan bazıları buna benzer şeyler söylemişlerdir. Rivayet edildiğine göre bir gün Mikdad b. Esved’in (ra) oturduğu yere bir adam geldi. Gözlerini işaret ederek Mikdad’a şunları söyledi: “Hz. Peygamber’i gören şu iki göze ne mutlu! Allah’a yemin olsun ki senin gördüğünü görmeyi çok isterdim. Aynı şekilde, katılmış olduğun o peygamber meclislerine de katılmayı çok isterdim.” Adamın bu sözleri üzerine Mikdad o kişiye şunları söyledi:
“Niçin sizden bazı kimseler hâlâ Allah Teâlâ’nın kendisine nasip etmediği bir mecliste bulunmayı temenni etmektedir. Eğer bu kişi Hz. Peygamber devrinde yaşamış olsaydı durumunun ne olacağını kestirebilir miydi? Allah’a yemin ederim ki Hz. Peygamber’in meclislerinde çok kimseler bulundu. Fakat Allah onları, burunları üzerine cehenneme attı. Çünkü onlar Hz. Peygamber’e icâbet etmediler ve onu doğrulamadılar.”[1]
Buna benzer bir durum Efendimizin (sas) sırdaşı Huzeyfe’nin (ra) başına da gelmiştir. Yezîd b. Şerik et-Teymî’nin şöyle dediği rivayet edilir:
“Huzeyfe (ra)’nin yanındaydık. Adamın biri ona, ‘Eğer ben Peygamber’e yetişseydim onunla beraber çarpışır ve çarpışmayı tam yapardım.’ dedi. (Yani siz tam yapamadınız demek istedi.) Huzeyfe ona; ‘Sen öyle yapacaktın ha?’ dedi. Sonra şöyle devam etti: ‘Ben Ahzab gecesi Efendimizle idim. Müthiş bir fırtına ve soğuğa tutulmuştuk. Rasûlullah ‘Şu kâfirlerin ne yaptığı haberini getirebilen yok mu? Allah onu kıyamette benimle birlikte kılacak.’ buyurdu. Biz sustuk. Hiç cevap verenimiz olmadı. Sonra ‘Müşriklerden haber alıp gelecek yok mu? Allah onu kıyamette benimle birlikte kılacak.’ buyurdu. Biz yine sustuk, hiç birimiz cevap vermedik. Sonra ‘Müşriklerden haber alıp gelecek kimse yok mu? Allah kıyamet günü onu benimle beraber kılacak.’ buyurunca, yine susup cevap verenimiz olmadı.
Efendimiz ‘Kalk yâ Huzeyfe! Onların haberini al, gel!’ diye adımla çağırınca itirazıma hiç mahal kalmamıştı. Bana ‘Kalk git ve haberlerini getir. Sakın yakalanıp da onları korkutup üzerimize salma.’ buyurdu. Efendimizin yanından ayrılıp yola düşünce soğuk falan kalmamış, sanki hamamda gidiyormuşum gibi olmuştum…”[2]
Rasûlullah’ın (sas) tebliğiyle Mekke’de oluşan küçük ama kıymetli İslâm toplumunun fertleri, işkencenin ve fitnenin her türlüsü ile karşı karşıya kaldı. İş kimi zaman kan dökülmesi aşamasına kadar vardı. İşte o günlerde kendini tamamen Yüce Allah’a adamış; her türlü sıkıntıya, fitneye, açlığa, sürgüne, işkenceye ve en acımasız türden ölüme katlanmayı peşin olarak göze alan seçkin insanlardan başka hiç kimse, “Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Rasûlullah” cümlelerinden oluşan “tevhid” çağrısını seslendirmeye ve bu yeni toplumun liderlik kadrosunun direktiflerini benimsemeye cesaret edememişti.
Bu seçkin azınlık sayesinde İslâm, Arap toplumunun en sağlam unsurlarından oluşmuş, dayanıklı bir temel edinmişti. Bu baskılara katlanamayan kimseler ise, yeni dinlerinden vazgeçerek tekrar cahiliye dönemine dönmüşlerdi. Bu tür kişiler sayıca azdı. Çünkü bu dine girenlerin başlarına ne gibi belâların geleceği önceden belli ve açıktı. Bu yüzden sağlam karakterli ve seçkin kimseler dışında kalan sıradan insanlar, cahiliye toplumundan koparak İslâm’a girmeyi, korkular ve tehlikeler ile dolu dikenli yola koyulmayı göze alamamışlardı.
İşte Yüce Allah muhacirlerin öncülerini bu seyrek rastlanır örnekler arasından seçerek, onların Mekke’de bu dinin dayanıklı temeli olmalarını sağlamıştı. Aynı kimseler daha sonra ensarın öncüleri ile birlikte Medine’de de İslâm’a sağlam temel oluşturma fonksiyonlarını sürdürmüşlerdi. Gerçi Medineli Müslümanlar, Mekkeli Müslümanlar kadar bu dinin sıkıntılarına katlanmamışlardı, ama Peygamberimiz ile yaptıkları “Akabe Biati”, orada içtikleri bağlılık andı onların da bu dinin özü ile bağdaşacak asil bir karaktere sahip insanlar olduklarını kanıtlamıştı.[3] Rabbimiz Kuran’da bu kullarını şöyle över, onlardan razı olduğunu bildirir:
“Muhacirlerden ve ensardan (İslâm’a girmekte) ilk öne geçenler ile bunlara güzelce tabi olanlar… Allah onlardan razı olmuştur, onlar da O’ndan razı olmuşlardır. (Allah) onlara, altlarından ırmaklar akan, içinde ebedi kalacakları cennetler hazırlamıştır. İşte büyük kurtuluş budur.” (Tevbe 9/100)
İslam, her türlü yozlaşmanın, şiddet ve adaletsizliğin hüküm sürdüğü cahiliye zamanında doğdu. Bu sebeple ilk Müslümanlar İslam toplumunun en faziletli toplumudur. Efendimiz (sas) bir hadis-i şeriflerinde ashabını şöyle över: “Ümmetimin en hayırlıları, benim zamanımda yaşayanlardır. Ondan sonra, onlardan sonra gelen nesildir ve ondan sonra hayırlı olanlar da, onlardan sonraki nesildir.”[4]
Bir davada önde bulunanlar ne kadar davaları için fedakârlık yapabiliyorsa başarı da o kadar kaçınılmazdır. İslam’da ilk iman edenlere ve İslamî mücadeleyi yüklenenlere SABİKUN denir. Yarışmak, öne geçmek, koşuşturmak anlamlarına gelen سبق (s-b-k) fiilinden türeyen “sâbikûn” kelimesi Allah’ın dininde öne geçen, hayırda ve güzellikte yarışanlara denir. Vakıa süresinde sabikundan şöyle bahsedilir:
“Ve öncüler, hep önden gidenler. Onlar Allah’a yakındırlar. Bol nimetli cennetlerdedirler.”[5]
Sâbikûn; İslam’ın kaim olması için gerektiğinde varlığını ve hayatını tehlikeye atıp kendilerini siper edenler, “kim var” dendiğinde etrafa bakınmadan öne çıkıp, Allah davasında tereddüt göstermeyenlerdir. Onlar, Allah’a kullukta, ibadette ve şükürde en önde olanlar, insanlar yerine çakılı kalıp saklanmaya çalışırlarken ileri atılan, akına çıkan yiğitlerdir. İslam dinini yeryüzünde hâkim kılabilmek için mücadelenin en önünde olmayı tercih edenler, ahirette Rablerine yakın olacaklardır. Allah’a yakın olmaktan daha büyük hangi ödül vardır?
Siyer kitaplarında cahiliye dönemini okuduğumuzda birçok kötülük ve iğrençliğin topluma hâkim olduğunu görürüz. 1400 sene öncesinin hayatını yaya bırakacak kadar vahşileşmiş bugünün dünyasında Müslüman’ım diyenin yapacak çok şeyi vardır. Rabbimiz bizlere iman şerefini bahşetmiştir. Aynı Kitap ve Elçi de önümüzde rehber olarak bulunmaktadır. İslam’ın çilekeşi olan ilk ve öncü Müslümanların iman ve cihadlarını kendimize rehber ederek Allah Teâlâ’nın müjdesine nail olabiliriz. Zaman; çekişmelerle geçirilecek, boş durulacak, şeytan ve hizbine karşı gaflet içinde olunacak zaman değildir. Bu sebeple; önce kendimiz, daha sonra ailemiz-çevremiz, Müslümanlar ve tüm insanlığın iyiliği için seferber olmalıyız.
Rabbimiz bizleri öncülerden eylesin. Ne mutlu Allah’a yakın olanlara…