Yeni yorum ekle

Resûlullah (s.a.s)’ın Ümmetine Düşkünlüğü

لَقَدْ جَاءَكُمْ رَسُولٌ مِنْ اَنْفُسِكُمْ عَزِيزٌ عَلَيْهِ مَا عَنِتُّمْ حَرِيصٌ عَلَيْكُمْ بِالْمُؤْمِنِينَ رَؤُفٌ رَحِيم

And olsun! Size, içinizden sıkıntıya düşmeniz onun gücüne giden, size pek düşkünmüminlere de şefkatli ve esirgeyici olan bir peygamber gelmiştir. (Tevbe 9/ 128)

Allah Teâlâ  sonsuz  merhametiyle insanlara; korku duymamaları ve mahzun olmamaları,[1] hidayet yolunu bulmaları için, kendilerini kötülüklerden ve inkârdan temizleyen, kitap ve hikmeti öğreten bir Peygamber göndermekle büyük bir lütufta bulunmuştur.[2]

Bütün peygamberler gönderildikleri topluluklar için rahmetin bir tecellisi, Rabbin rızasına uygun yaşayışın en güzel örnekleridir ve her biri, ümmetinin hidayete kavuşabilmesi için neredeyse kendini paralayacak derecede çaba sarf etmiştir. Hz. Nuh, gece gündüz kavmine tebliğde bulunarak, onların Allah’ın rahmetine ve bağışlamasına kavuşmaları için çok uğraşmıştır. Bu tebliğ, onların nefretini artırmasına rağmen aralarında tam 950 sene kalarak onları Allah’a çağırmıştır.[3] 950 sene gibi uzun bir süre her türlü alaya tahammül, ancak Allah’ın emrine itaat ve ümmete olan düşkünlükle mümkündür. Diğer peygamberler için de aynı durum söz konusudurAncak içlerinden birisi var ki yüce Rabbimiz bizleri O’na ümmet olmakla şereflendirmiştir.

Hz. Muhammed (s.a.s) risaletinin başlangıcından vefat ettiği ana kadar hep ümmetini düşünmüştür. O’nun, ümmetine olan düşkünlüğünü Kur’ân-ı Kerim şu şekilde ifade buyurmaktadır: “And olsun! Size, içinizden sıkıntıya düşmeniz onun gücüne giden, size pek düşkün, müminlere de şefkatli ve esirgeyici olan bir peygamber gelmiştir.” (Tevbe 9/128)

O Peygamber, şeref, üstünlük ve izzet sahibidir. Ümmetinin sıkıntı çekmesi O’nu üzer ve O, ümmetine çok düşkündür. Efendimizin ümmeti genel olarak O’nun tebliğine muhatap olan herkestir. Resûlullah (s.a.s) bütün insanlığın kurtulması için çaba sarf ediyor ve onlar için o kadar endişeleniyordu ki Allah Teâlâ O’nu şu şekilde uyardı: “Bu yeni kitaba inanmazlarsa (ve bu yüzden helak olurlarsa) arkalarından üzüntüyle neredeyse kendini harap edeceksin.”[4]

Bu uyarı müminlerden dolayı değil kâfirlerden dolayı yapılmıştır. İbn Abbas şöyle demiştir: Utbe b. Rabîa, Şeybe b. Rabîa, Ebû Cehl, Nadr b. Hâris, Ümeyye b. Halef, As b. Vâil, Esved b. Muttalib ve Ebû’l-Bahteri Resûlullah (s.a.s)’ı çağırıp onunla konuştu. Hz. Peygamber kavminden olan bu kişilerin kendisine muhalefet ettiklerini ve nasihatlerini dinlemediklerini görünce çok üzüldü. İşte bunun üzerine Allah Teâlâ: “Demek ki bu söze inanmayanların ardından üzülerek neredeyse kendini mahvedeceksin.” âyetini inzal buyurmuştur. Rivayette adı geçenlere dikkat edildiğinde onların sıradan insanlar olmadığını, aksine Mekke küfrünün önde gelen liderleri olduğunu görürüz. Hz. Peygamber, işkence ve eziyet gören Müslümanlara üzüldüğü kadar onlara eziyet edenlere de üzülmüştür. Zira eziyet gören Müslümanlar sonunda cennete gidecek, bu dünyanın geçici eziyetlerinden kurtulacaktır. Ama inkâr eden imansız ise ebedî hayatını mahvı perişan etmektedir.[5]

Peygamber  (s.a.s) ümmetine karşı durumunu şöyle açıklamaktadır: “Benim ve sizin benzeriniz, ateş yakan ve ateşine pervane ve çekirgeler düşmeye başlayınca onları ateşten kurtarmaya çalışan kimse gibidir. Ben sizi ateşe düşmekten korumak için eteklerinizden tutuyorum. Oysa siz benim elimden kurtulmaya çalışıyorsunuz.”[6] 

Âyet-i kerimede geçtiği gibi O, ümmetinin hidayeti için kendini feda edecek kadar haris (hırslı) bir peygamberdir. Arapçada ‘hırs’ kelimesi şiddetli tutkuyu ve bir şeyi elde etmek için duyulan aşırı isteği ifade etmektedir. İslâm’a karşı hareket edenler için bile bu kadar üzülen bir elçinin, kendi ümmetine muhabbeti yüce Rabbimiz (cc) tarafından övülmüştür.

Peygamberimiz (s.a.s),  Allah Teâlâ tarafından Esmaü’l-Hüsna’dan olan “raûf” ve “rahîm” isimleriyle nitelen­dirilmiştir. Raûf “çok şefkatli”, Rahîm “çok merhametli” demektir. Yüce Allah’ın kendi sıfatlarından ikisiyle Resûlü’nü anması, Efendimizin Allah katında ne kadar değerli olduğunun işaretidir. İman edenlerin bu dünyada sıkıntıya düşmeleri O’na ağır gelmiş, işkenceler altında eziyet çekmelerine karşı çaresiz kalması O’nu üzmüştür. Ancak Efendimiz ümmetini rahatlatacak çareleri Allah’ın izniyle her zaman bulabilmiştir. Habeşistan’a ve Medine’ye hicret, O’nun, müminlerin kurtuluşu için düşündüğü çareler olmuştur.

Kaynukâ Yahudilerinin mahallesinde Yahudiler toplanmış, bir Müslüman kadının örtüsüne saldırmışlardı. Kadın can havliyle bağırıp yardım isteyince hemen yiğit bir Müslüman koşmuş, saldırganları cezalandırmış ama kendisi de şehit olmuştur. Resûlullah (s.a.s) Yahudilerin Müslüman bir bayana yaptığı hayâsızlığı ve bir Müslümanı şehit etmesini kendisine yapılmış bir saldırı kabul ederek onlarla savaşmaktan çekinmemiştir. Çünkü O’nun için Müslümanlar çok değerliydi ve O müminleri canı bilir, onları annelerinden ve babalarından daha çok severdi. Bizlere karşı durumunun, bir babanın evlatlarına karşı olan durumu gibi olduğunu açıklardı.

Bir gece Medine’de korkunç bir ses duyulur. Halk dehşet içinde sokağa dökülür. İnsanlar, Medine’ye büyük bir düşman ordusunun saldırmış olabileceğini düşünürken Resûlullah (s.a.s)’ın sesi duyulur: “Korkmayın, endişe edecek bir şey yok!” Medine halkı endişe içindeyken O (s.a.s),  hemen atına atlayıp sesin duyulduğu yere gitmiş ve gelmiştir. Her zamanki gibi ashabının yüreğindeki paniği, endişeyi yok etmiştir.

Bir hadis-i şerifte de şöyle buyuruyor: “Kim bir mal bırakırsa o akrabalarınadır. Fakat kim de bir borç veya bakıma muhtaç kimse bırakarak giderse borcunun ödenmesi ve geride kalanların bakımı bana aittir.”[7]    

O elçiye itaatsizliğin büyük bir cürüm, O’na duyduğumuz sevgiye karşı büyük bir ihanet olduğunu anlamlı ve ona göre hareket etmek gerekir. Çünkü Allah onu kendi sıfatıyla övmüş ve Tevbe sûresi 129. âyette şöyle buyurmuştur: “(Ey Muhammed!) Yüz çevirirlerse de ki: Allah bana yeter. O’ndan başka ilâh yoktur. Ben sadece O’na güvenip dayanırım. O, yüce arşın sahibidir.”

                                                                    



[1] Bakara sûresi, 38.

[2] Âl-i İmran sûresi, 164.

[3] Bkz: Ankebut sûresi, 14, Nuh sûresi, 164.

[4] Kehf sûresi, 6. Ayrıca bkz. Şuara sûresi, 3.

[5] Tefhimü’l-Kur’an,  c.III, s. 151.

[6] Müslim, Fezail 19.

[7] Buharî, Tefsir, 33/1; Müslim, Feraiz, 15.

Yazar: 
Image CAPTCHA
Enter the characters shown in the image.