Sabredin Yâsir Ailesi! Mükafatınız Cennettir
Bu, asırlara yenilmeyen ve kıyamete kadar devam edecek bir hikâye.
Yâsir Ailesi, adları çocuklara isim olmuş, direnişleri çağlara damgasını vurmuş bir aile. Köle bir kadın, himaye ile Mekke’ye yerleşmiş bir eş ve yüreği özgür bir oğul. Kadının, adını bırakın, varlığına tahammül edilemeyen, küçük kızlara hangi günahları sebebiyle öldürüldüklerinin sorulduğu bir devirdeyiz.
Güçlünün güçsüzü ezdiği, menfaatin kol gezdiği, putların Mescid’e yerleştiği bir devirdeyiz. Yer Mekke…
Köle Kadın, Oğlu İçin Endişelenmekte
Nedir bu, geceleri karanlığın bastığı demlerde çıkıp çıkıp gitmeler? Etrafa çevirdiği kuşkulu, heyecanlı bakışlar… Ara sıra dalıp da tatlı tatlı gülümsemeler… Dudakları kıpır kıpır. Birinin ismini sayıklar gibi. Bir sevda mı bu. Neler oluyor?..
Ammar’ın gövdesine sığmayan kalbi heyecanla atmakta. Gecenin karanlığına inat, gönlü aydınlanmakta. Yüzü, nurunu gökteki kamer’den alıyor sanki. Dolunay biraz yükselmiş de ışık huzmeleri üzerine yeni düşüyor gibi.
Annesi haklıydı. Ammar bir sevdaya tutulmuştu. Ama bu sevda onu, ailesini ve tüm iyileri kuşatacak bir sevdaydı. Bu, Ammar’ın tek başına taşıyamayacağı kadar büyük bir sevdaydı.
Ammar, ne zamandır düşündüğü şeyi gerçekleştirmişti. Muhammed’in (a.s) yanına gidecek ve neler söylediğini bizzat onun ağzından işitecekti. Vaktini kollamış ve kimseye sezdirmeden Erkam’ın evine gelmişti. Allah Elçisi’nin orada olduğunu biliyordu. Fakat birden Süheyb b. Sinan er-Rumî görünmüştü. Erken davranıp ona orada ne işinin olduğunu sormuştu. Fakat aynı soruyu Süheyb de ona yöneltmişti. İkisi de aynı amaçla orada bulunduklarını anlamışlar ve bunu birbirilerine itiraf etmişlerdi. Birlikte içeri girdiklerinde Allah Rasûlü onlara İslam’ı anlatmış, ikisi de hemen Müslüman olmuşlardı. Akşam olunca gizlice oradan ayrılmışlar; bedenleri ayrılmış ama gönülleri iyice bağlanmıştı.
Bundan sonra da bir daha ayrılamaz oldular. Yeni gelen vahiyleri onun ağzından duyabilmek için çırpındılar. Tenha vakitleri beklemekten yoruldular ama O’nu dinlemeye doyamadılar.
Annesi Ammar’daki bu değişiklikleri fark etmiş ve şüphelerinde haklı çıkmıştı.
Ammar Daha Fazla Dayanamazdı
Anne ve babasının göz göre göre ateşe yuvarlanmalarına ve uydurulmuş şekillere ilah diye tapmalarına razı olamazdı. İslam’ı onlara bütün yalınlığıyla anlattı. Sümeyye ve Yâsir şaşkınlık, dehşet, endişe içinde oğullarını dinlediler. Zamanla şaşkınlık emniyete, dehşet sükûnete, endişe yerini ümide bıraktı. Gönülleri İslam’a açıldı. Belki de ilk kez insan olduklarını hissettiler. Yüce yaratıcının bir ve tek olduğuna imana davet ediliyorlardı. Bir karar vermeleri gerekiyordu ve bu karar dünya ve ahiretlerini etkileyecek en önemli karar olacaktı. Bu kararın neticesinde ne değişecekti?
Kölelikten mi kurtulacaklardı. Hayır.
Çektikleri eziyetler mi bitecekti? Hayır.
Dünyevî bir mal mülke mi erişeceklerdi: Hayır.
Öyleyse Muhammed’in daveti ne anlama geliyordu?
Kölelikten kurtulmayacaklardı belki ama Allah katında kölelik yoktu. İnsanlar bir tarağın dişleri gibi eşittiler.
Dünya malı dünyada kalacaktı. Çokluk hırsı insanı helak ediyordu.
Eziyet desen, sabredildiği takdirde ebedi yurtta onları çok büyük nimetler bekliyordu. Allah Rasûlü Muhammed, İslam’a girene cennet vaat ediyordu.
Sümeyye ve Yâsir o günden sonra sarsılmaz bir imanla İslam’a bağlandılar. Fakat zorlu günler, kapılarında pusu kurmuş bekliyordu.
Taşlar Yerinden Oynuyor
Hz. Peygamber’in insanları açıktan davet etmesiyle birlikte “Lâ ilâhe illallah” diyenlerin sayısında artış olmaya başladı. Bu sayı artışı karşı çıkanlarda da gözlendi. Fakat, Allah’a teslim olanlarda zayıf, aciz, kimsesiz, kadın gibi himayeye muhtaç kimseler çoğunluktaydı. Lât ve Uzza’nın adını sayıklayıp onun ardına sığınanlar ise Kureyş’in eşrafı ve varlıklı kimselerdi.
Diğer ilahları reddedip tek bir ilaha iman daveti, aileleri bölmeye başlamıştı. Taşların yerine oturması için önce hepsinin bir bir yerinden oynaması gerekiyordu. Mekke Müşrikleri ikna yöntemlerine başladılar. Önce küçümsediler, alay ettiler. Sonra hakarete başvurdular. Çeşitli sorularla kafa karıştırmayı denediler. Ancak olmuyor, olmuyordu. İnananları yolundan çevirmek mümkün olmuyordu. Bu işe “dur” demenin vakti gelmişti. Şöyle birkaç kişiye şiddetli işkence yaparlarsa diğerlerinin nasılsa sesleri kısılacaktı. En kolay kölelere söz geçerdi. Kendi mallarıydı nasılsa! Kim bir şey diyebilirdi!
Yâsir, aslında köle değildi. Kardeşini aramak için Mekke’ye gelmiş orada Mahzumoğulları’ndan Ebû Huzeyfe’nin himayesi ile Mekke’de kalabilmişti. Ebû Huzeyfe onu çok sevmiş ve cariyelerinden Sümeyye ile evlendirmişti. İşte bu evlilikten Abdullah ve Ammar doğmuştu. Ebû Huzeyfe ile Ammar’a dede torun gibi bakılırdı. Ebû Huzeyfe aynı zamanda Ebû Cehil’in amcası idi. Yâsir ve ailesi Müslüman olunca da Ebû Cehil bu aileye işkence yapmayı kendine görev bilmişti.
Bilal, Habbab ve diğer köleler de benzeri işkencelere tabi tutuluyorlardı. Allah Rasûlü onların bu durumuna çok üzülüyor, kurtarmak için çareler arıyor, en azından onları teselli edecek ve dayanma gücü verecek müjdeler veriyordu.
Bir keresinde “Sabredin ey Yasir ailesi sabredin! Mükafatınız cennettir.” demiş ve bu müjde herkesi pek müteessir etmişti.
Çöl kumları çok sıcaktı… Hikmetten nasipsiz Ebû Cehil’in gönlü ise buz gibi soğuk ve katıydı. Ümeyye b. Halef ve diğer müşrik liderler işkenceden yorulduklarında gölge altında dinleniyor sonra tekrar devam ediyorlardı.
Eziyet altında saatler yıl olur an’lar ay olur. Kaç gün çile doldurdular bilinmez ama eziyetler dayanılır gibi değildi. Müşrikleri asıl çıldırtan bunca eziyete rağmen istediklerini söyletememeleri, iman edenleri yolundan döndürememeleri idi. Kölelere dahi söz geçiremeyen zavallı durumuna düşmüşlerdi.
Ebû Cehil küçüldü, küçüldü, tükendi. Artık dayanamadı. Son hamleyi yapacaktı. Önce kadından başlamalıydı. Kadını ikna ederse erkeği dize getirmek kolaydı. Develeri getirdi. İki yandan el ve ayaklarını bağladı. Develeri zıt yöne sürmelerini emretti. Develerin ayrılmasıyla Sümeyye’nin vücudu da çatırdadı ve ayrıldı. Çığlıklar semayı kapladı. Son bir mızrak darbesi Sümeyye’nin başına cennet tacı kondurdu.
Çok geçmeden bu manzarayı seyretmeye dayanamayan Abdullah ve Yasir de şehid edildi.
Esaret Bitti Artık
Son bir “ah!” sesi yükseldi mi bilinmez. Ama yürekler parçalandı, bölündü, un ufak oldu. Çölün kum tanecikleri gibi savruldu.
Gök, gözyaşlarını döktü mü bilinmez. Ama meleklerin kanat çırpışları yerle gök arasını doldurmuş olmalı.
Sema, kapılarını ardına kadar açtı mı bilinmez. Ama on kere dünyaya döndürülse onunda da şehid olmayı dileyecek canlar yükseldi.
Esaret bitti artık. Beden kafesi toprağa armağan.
Susuzluktan çatlamış dudaklar mıydı konuşmasını istediğiniz. Bir gözkapağının inmesi miydi “evet” anlamına gelen. Bir baş mıydı “olur” anlamında öne bükülen. Alın sizin olsun. Bize O’ndan esintili ruhumuz yeter!
Susturamadığınız vicdanınız belki uzuvlarımızdan oluşan kolyelerle oyalanır.
Dudak ucuyla bağlılığınızı ilan ettiğiniz çok sevgili ilahlarınız bile hâlinize ağlamakta.
Bedir sabırsızlanıyor. Bir bir düşeceğiniz vakti beklemekte. Çöl, sizi yutmak için kızgın kumlarında hendekler açıyor. Ama size çöl kumlarının sıcağı yetmez. Sizi ancak alevli, kızgın ateş söndürür.
İlklerden Olmak
Bugün, 1400 yıl önce yaşamış köle bir kadının şehâdetinden bahsediyorsak eğer ilk’lerden olmanın ne anlama geldiğini bir kez daha düşünmemiz gerekir. Gözleri önünde karısına işkence edilen bir erkeğin çaresizliği, gözleri önünde katledilen anne-babasını izleyen bir yüreğin dayanılmaz isyanı bu hikâyeyi tamamlamaktadır.
Oğulun isyanı Rabbine değil, onun dışındaki zorbalara idi. İsyanı öyle büyüktü ki dilinden çıkamadı belki ama sesi asırlar ötesine ve tüm kıtalara ulaştı.
Sümeyye’ye önde olmak çok yaraştı. O, engin yüreğiyle ailesinin cennet yuvasını yapan dişi kuş gibiydi. Yâsir’e bu ailenin babası olmak çok yaraştı. Ailesini zahiren koruyamamış gözükse de cennet yolculuğunda onları hiç yalnız bırakmadı. Ammar’a önce Müslüman olmak çok yaraştı. O teslimiyeti ana-babasına taşıdı ve onlara cennet kapılarını araladı.
Bugün hala Yâsir ailesinden bahsediyorsak eğer bu “İnanıyorsanız en üstün olan sizsiniz.” ayetinin tecellisinden başka nedir?