Kuru Gürültü
Hz. Peygambere Karşı Sesi Yükseltmek
Hucurât sûresi Kur’ân-ı Kerim’in kırk dokuzuncu sûresi olup Medine’de nazil olmuştur. Adını dördüncü Âyetindeki Hucurât (odalar) kelimesinden alır. Bu sûrede müminlere bazı görgü kuralları öğretilmekte; Hz. Peygamber (sas)’e karşı nasıl davranılması gerektiği üzerinde durulmakta; haberleşme ahlakı, Müslümanların savaş ahlakı vd. konulara değinilmektedir. Sûrenin tamamı on sekiz âyettir. Fakat biz bu çalışmada ilk beş âyet üzerinde durmakla iktifâ edeceğiz.
Sûre Kur’ân-ı Kerim tertibinde Fetih sûresinden sonra yer almaktadır ki sûreler arası insicâmı gözeten İslâm alimleri, bu sûrenin Fetih sûresinden sonra yer almasını pek manidar bulmaktadırlar.[1] Çünkü bilinir ki askeri ve siyasi yöntemlerle ele geçirilmiş bir beldede iktidarların muktedir olabilmeleri için aynı zamanda gönülleri fethetmeye ihtiyaçları vardır. Peygamber Efendimiz (sas) fetih hareketlerini hiçbir zaman tek yönlü bırakmamış; Mekke’nin ileri gelenleri Müslüman oldukları zaman onları aynı görevde bırakmak sûretiyle gönülleri fethetmiştir.[2] Hatta daha geriye gidersek AKâbe Biatı’na katılan müminlerle birlikte Mus’ab b. Umeyr’i muallim göndererek, Medine’yi içten fethetmiş[3] hicret gerçekleştiğinde ise Medineliler onu “Ay Doğdu Üzerimize” diyerek sevinç gösterileriyle karşılamışlardır.
Gönüllerin Fethi; insanların beşeri münasebetlerindeki incelikler, hak hukuk gözetme , sevgi, kardeşlik, merhamet, görgü kuralları gibi bir takım ayrıntılarda gizlidir.
İşte ayrıntı gibi gözüken ama içinde önemli unsurları barındıran Âyet-i Kerimeler:
1. Âyet:
Ey İman Edenler! Allah’ın ve Resûlü’nün önüne geçmeyin. Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah işitendir, bilendir.
Âyet-i Kerime nida yani sesleniş ile başlamakta böylece muhatabın dikkati çekilmektedir. Hitap müminlere seslenildiğini ortaya koymakla beraber “iman”ın bundan sonra söylenecek emirleri yerine getirme noktasında bağlayıcı olduğunu hatırlatmaktadır.[4]
“Allah ve Resûlü’nün önüne geçmeyin” ifadesinde Allah’ın tek başına zikredilmeyip Resûlü’nün de zikredilmiş olması O’nun dini açıklama, uygulama ve tamamlama noktasındaki rolünü hatırlatmaktadır.[5]
“Önüne geçmeyin” ifadesi ise; geçmeyin ve geçirmeyin anlamını taşımaktadır. Mümin gerek hüküm- karar gerekse davranışlarında Allah ve Resûlü’nün önüne geçmemekle yükümlü kılınmıştır.
Âyetin Günümüze Taşınması:
O’nun bulunmadığı yer ve zamanlarda öne geçmemek ve geçirmemek; dine aykırı bir karar vermemek ve dine aykırı bir şey yapmamak anlamına gelmektedir. Önüne geçirmemek de kişinin kendi nefsi başta olmak üzere kimsenin irade ve rızasını Allah ve Resûlü’nün irade ve rızasının önüne geçirmeme anlamına gelmektedir.[6] Öne geçmek söz fiil vb. bütün durumlarda söz konusudur. Âlimler bu âyet-i kerimeden hareketle, namazda imamın önüne geçilmemesi ondan önce hareket edilmemesi vb. hükümler çıkarmışlardır.[7]
Günümüz Müslümanları Hz. Peygamber (sas)’i bizzat görememektedirler. Ancak o bizlere iki büyük miras bırakmıştır. Onlar da Kur’ân-ı Kerim ve Sünnettir. Modern hayatı yaşarken önümüze çıkan engellerde dini bırakıp beşeri arzu ve heveslere göre değil, elimizdeki iki mirasa göre hareket etmeliyiz. Günümüze uymadığını düşündüğümüz konularda ya da karşımıza çıkan problemlerde dini unsurları göz ardı etmek yerine “günümüze nasıl taşırız” sorusunu sormak daha mantıklı olacaktır. Bu konuda işin mütehassısları çalışmalar yapmakta[8] ve karşılaşılan problemleri dinin genel mantalitesi içinde çözüme ulaştırmaktadırlar. Müslümanın görevi Kur’ân ve sünneti terk etmeden çareler aramak olmalıdır. İçtihat bu çareleri arama gayretidir.[9]
2. Âyet:
Ey iman edenler! Seslerinizi Peygamberin sesinin üstüne yükseltmeyin. Birbirinize bağırdığınız gibi, Peygambere yüksek sesle bağırmayın. Yoksa siz farkına varmadan amelleriniz boşa gidiverir.
Âyeti Kerimede üç cümle mevcuttur:
-Sesi Peygamberin sesinin üstüne çıkarmak(Öne geçmek)
-Birbirilerine hitap ettikleri gibi Peygamberlerine hitap etmemek(akran gibi davranmamak)
-Amellerin boşa gidebileceği gerçeği (sonuç fark edilemeyebilir. )
Fahreddin Râzi haşyet duyguları içerisinde bulunan bir kimsenin sesini çok yüksek kullanamayacağına işaret etmekte ayrıca bu Âyette çok konuşmaktan men olabileceğine vurgu yapmaktadır.[10] Çünkü iki kişiden biri konuşuyorsa diğeri susuyor demektir. Karşılıklı konuşmada biri çok konuşuyor ve sesini üst perdeden kullanıyorsa arada ya hiyerarşi olduğu düşünülebilir ya da biri diğerinin hakkını ihlal ediyor olabilir.
Bu âyeti kerimeden hareketle bazı ilim adamları Peygamber’in kabrinin yanında ses yükseltmeyi mekruh görmüşler bazıları da peygamber mirasçıları olmaları hasebiyle, âlimlerin meclislerinde sesi yükseltmeyi mekruh saymışlardır.[11]
“Siz farkına varmadan amelleriniz boşa gider”. Âyet-i Kerimenin sonundaki bu ifade çok dikkat çekicidir. Çünkü insan, sesi yükseltmekle amellerin boşa gitmesi arasındaki bağlantıyı hemen kavrayamayabilir. Zaten âyet-i kerime bu durumun, farkına varılmadan oluşabileceğine dikkat çekiyor.
Eğer sesinizi yükseltir ve onun önüne geçerseniz bu algılayış, bu düşünüş sizde kötü bir alışkanlık haline gelir, zamanla onu küçük görmeye başlarsınız. Hatta bu durum amellerinizi boşa çıkaracak bir irtidada kadar gidebilir.[12]Kişi saygıyı yitirdiği zaman ‘ben de onun gibiyim’ düşüncesine kapılabilir ve -beşer olmasından da hareketle- ‘o da benim gibi’ diye düşünebilir. Hâlbuki Allah’ın, Resûlü’nü beşer cinsinden seçmesinden maksadı, insanların onu küçük görmesi için değil örnek alması içindir. Kelimeler düşüncenin yansıması olduğu gibi düşünmeyi etkileyen bir husustur da… Bu sebeple Resûlullah (sas)’tan bahsederken onun –herhangi bir arkadaş gibi- sırf ismini söylemek ümmet terbiyesi açısından pek uygun görülmemektedir. O’nun ismi ile beraber Peygamber, Nebi, Resûl, Resûlullah, Resûl-i Ekrem, Peygamber Efendimiz, Habibullah gibi sıfat ve unvanları kullanmak yerinde olacaktır. Ayrıca Ahzab sûresi elli altıncı âyetin gereği olarak onun adı anılınca “Allah’ın salât ve selâmı üzerine olsun” anlamına gelen “Sallâllahu aleyhi ve sellem” ifadesini kullanmamız da ona olan saygımızın bir gereğidir.[13] Allah celle ve âlâ müminlere, Hz. Peygambere saygı duymayı emrederken; Hz. Peygambere de, müminlere karşı şefkat ve tevazu ile davranmasını ve onlara karşı sabırlı olmasını emretmiştir.[14]
3. Âyet:
Allah elçisinin huzurunda seslerini kısanlar, şüphesiz Allah’ın kalplerini takva ile imtihan ettiği kimselerdir. Onlara mağfiret ve büyük bir mükâfat vardır.
Bir önceki âyetin nazil olmasıyla birlikte dikkat ve rikkat üzere olan ashâb hemen mesajı anlamış ve kendini muhasebeden geçirmiştir. Hatta bazıları Resûlullah Efendimiz (sas)’in yanına gidemez olmuştu. Sahabeden Sâbit b. Kays dâvudî bir sese sahipti ve amelleri heba olur korkusuyla evinden çıkamayacak hale gelmişti. Aynı şekilde Hz. Ebû Bekir (ra) ve Hz. Ömer (ra) seslerini öyle kısıp konuşuyorlardı ki Resûlullah bazen onları duymakta zorlanıyordu.[15]Burada ashâbın âyet-i kerimeyi yanlış anladığını düşünmek yerine pek çok konuda basiret gösteren bu sahabelerin davranışlarını süzgeçten geçirmek yerinde olacaktır. Âyetin devamı okunduğunda onları bekleyen müjdeler hiç de az değildir çünkü.
O zaman “sesi kısmakla-takva” arasındaki bağlantıyı kuralım.
Takvanın müşahhaslaşmış halini Ebû Bekir (ra)’de resmedebiliriz.
İslâm tarihine bakılıp Resûlullah’ın bi’set öncesi dönemi incelendiğinde görülecektir ki Hz. Ebû Bekir, şeref, basiret, günaha dalmama vb. konularda Hz. Muhammed’le neredeyse başa baş gidiyordu. Ve Ebû Bekir bir gün arkadaşının Allah’ın elçisi olma şerefine nail olduğunu görür. Ebû Bekir Efendimizin Mekkeli müşriklerin dediği gibi “neden falana değil de ona”[16] ya da “neden bana değil de ona” dediğine hiç şahit olmuyoruz. Bilakis o, arkadaşına ilk iman edenlerden olmuş ve her hayırda başı çekmiştir. Aslında daha ilginci şudur ki Hz. Muhammed de aslında kendisinin Allah Resûlü olduğuna iman etmek zorunda kalmıştır. Miraç Gecesi ona hediye edilen Bakara sûresinin son âyetleri bu durumu açıkça ortaya koymaktadır. “Âmene’r-Resûlu bimâ ünzile ileyhi min rabbihi ve’l-müminun. Resûl Rabbinden kendine indirilene iman etti, müminler de …”[17]
Dolayısıyla artık şahsı adına kabul edebileceği bir takım davranışları Resûl sıfatıyla kabul edememektedir. Şahıs olarak karşı çıkamadığı bir takım durumları da Allah (cc) âyetiyle gündeme getirerek onun hakkını korumaktadır. İnsanlar zaman zaman yakınlarında bulunan değerli kimselerin, onların mütevazılıkları sebebiyle, kadrini kıymetini bilemeyebilirler. Bu durum o insanların incinmesine yol açabileceği gibi diğer insanların nazarında da yanlış anlaşılmalara sebep olabilir. Diğer yandan en mühimi ise böylesi durumların, kişinin kendi nefsini yüce görmesine kapı aralamasıdır.
4. Âyet:
Sana odaların arka tarafından bağıranların çoğu aklı ermez kimselerdir.
Âyetin sebebi nüzulünde zikredildiğine göre Temimoğulları’ndan bir grup gelmişler ve Peygamber Efendimiz (sas) öğle saatlerinde istirahata çekildikleri bir vakit Muhammed! Muhammed! diye bağırmışlardı. Ardından şair ve hatiplerini Hz. Peygamber (sas)’e karşı yarıştırmak üzere teklifte bulunmuşlardı.[18]
Âyeti Kerimede iki husus dikkati çekmektedir.
- Odaların arkasından bağırmaları
- Bağıranların aklı ermez kimseler oluşu:
Bir engel ardından bağırmak o kişiye “kalk yanımıza gel” anlamını taşır. Bir anlamda ayağına çağırmak demektir. Hele bu durum genel istirahat vakitlerinden birine tekabül ediyorsa burada tek kelimeyle görgü eksikliği var demektir. Bir önceki âyette değinilen hususların mukabilidir. Bir kimsenin padişaha “ey falanca” diye seslenmesi saygısızlıktır.[19]
İnsanlar genelde topluma mal olmuş kimselere her an ulaşabileceklerini düşünürler. Öyle de olmalı belki. Ancak onlar da neticede birer insandır ve üzerlerinde nefislerinin, ailelerinin ve Rabbinin hakkı vardır.
Âyet-i Kerime bu gibi kimseleri, “aklı ermez kimseler” olarak tarif etmekle onların mazur görülebileceğini ifade ediyor olabilir. Sonuçta eğitim görmemiş terbiyeden geçmemiş kimseler, bu tür görgü hatalarında bulunabilirler. Ancak bununla birlikte âyet-i kerimenin hedefinin şehirden-badiyeye, kentten-kasabaya her bölgeye medeniyetin taşınması olduğu hissediliyor.[20] Çünkü 5. âyet doğru davranış modelini ortaya koymaktadır.
5. Âyet:
Eğer onlar sen yanlarına çıkıncaya kadar sabretselerdi, elbette kendileri için daha iyi olurdu. Allah (cc) çok bağışlayan çok esirgeyendir.
Güzel ve hayırlı davranış biçimi budur. Bununla birlikte Allah (cc) çok merhamet sahibidir.
Sesi yükseltmenin zaruri olduğu durumlar elbette ki mevcuttur. Nitekim Hz. Peygamber (sas), müminler Huneyn günü bozguna uğradıklarında amcası Abbas’a gür sesle bağırmasını ve Müslümanları toplamasını emretmiş, amcası da bağırmıştır.[21] Yine günümüzde öğretmenler, genelde seslerini yüksek tonda kullanmak durumundadırlar. Benzeri örnekleri çoğaltmak mümkün. Burada yasaklanan mutlak anlamda sesi yüksek kullanmak değil, sesin kime karşı ve ne amaçla yükseltildiğidir. Peygamber Efendimiz (sas) söz konusu olduğunda kişi kendini muhasebeden geçirmeli; kendi istek ve arzularıyla Resûlullah Efendimiz (sas)’in emrettikleri arasında tercihini yapmalıdır.
Kur’ân-ı Kerim’deki âyet-i kerimeler sadece ses değil bakıştan[22] yürüyüşe[23], kapı çalmadan[24] selam verişe[25] kadar pek çok adap kuralını hatırlatmışlardır. Âyet-i Kerimeler incelendiğinde yine aynı şey görülecektir ki dışa yansıyan hareketler, insanın iç dünyasının tezahürüdür. İç dünyasında ilahlığa soyunmuş bir nefis, kişiyi kibirli kibirli yürümeye sevk ediyor[26]; sesini Firavun gibi en yüksek perdeden[27] kullandırıyor.
Sûredeki âyetler, müminleri muhatap almaktadır. Ancak müşriklerin en başından beri vahyin duyulmasını engellemekte sesi kullandıklarını biliyoruz. Onlar değil miydi “Kuran okunurken gürültü yapın”[28] diyen; “Kâbe’yi tavaf ederken ıslık çalan”[29]. Buna mukabil dinimiz sesin en güzel kullanımını sağlamış; ezanda -şehadetleri dinin temeli- olan sözleri insan ağzından çıkan sesle süslemiştir. Kâbe’yi Tavaf’ta ıslık yerine “buyur Allah’ım buyur” (Lebbeyk) diyen insan sesleri çınlamış ve bütün sesler Kur’ân okunduğunda susmuştur.[30]
Diğerleri mi?.. Onlar kuru gürültü çıkarmaya devam etmektedirler. Müminlerin kalpleri takva ile dolu olduğu sürece Hz. Peygamberlerine olan aşk ve muhabbetleri sönmeyecek O’na olan salât ve selamları hiç eksilmeyecek; O’nun sözleri ve Kur’ân-ı Kerim kuru gürültülere rağmen okunmaya ve uygulanmaya devam edecektir.
[1] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili; Emir Yay., İst. 2000, c.VII,s.165.
[2] Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, İrfan Yay. , İst, 1991, c. I, s. 268-269.
[3] A.g.e., c.I, s.155-156.
[4] Elmalılı, a.g.e., c.VII., s.168.
[5] Kur’ân Yolu Türkçe Meal ve Tefsir, Komisyon, D.İ.B. Ankara 2003, c. V. S. 40.
[6] A.g.e., c.V. s, 41.
[7] Elmalılı, a.g.e., c.VII., s.170.
[8] Bu konudaki yöntemler için bkz. Mehmet Erdoğan, İslam Hukukunda Ahkâmın Değişmesi, İFAV, İst. 1990.
[9] Hayreddin Karaman, “Zaman ve Mekanın Değişmesi Halinde Sünnetin Geçerliliği”, Sünnetin Dindeki Yeri, Ensar Neşriyat, İst. 1998.
[10] Fahreddin Râzi, Tefsiri Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ yay. c. XX, s.195.
[11] Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’ân, c.XVI, s.233.
[12] Razi, a.g.e., c. XX, s.197.
[13] Kur’ân-ı Kerim ve Türkçe Meali, Komisyon, T.D.V., 24/Nur sûresi, 33.
[14] 26/Şuara su. 215. a., 18/Kehf su. 28. a.
[15] Elmalılı, a.g.e., c. VII, s.170-171.
[16] 43/Zuhruf su. 31. a.
[17] 2/Bakara su. 285. a.
[18] Elmalılı a.g.e., c. VII, s.172.
[19] Râzi, a.g.e., c. XX, s.200.
[20] Kur’ân Yolu, c.V, s.42.
[21] Kurtubi, a.g.e., c.XVI., s.234.; Müslim, III, 1398.
[22] 24/Nur sûresi, 30-31.
[23] 31/Lokman sûresi,18.
[24] 24/Nur sûresi,58-59.
[25] 4/Nisa sûresi,86.
[26] 17/İsra sûresi,37.
[27] 79/Nâziat sûresi, 23-24.
[28] 41/Fussilet sûresi, 26.
[29] 8/Enfal sûresi, 35.
[30] 7/Araf sûresi, 204.