Yârenime Nâme 6: el-FETTÂH
“Allah kimin gönlünü İslam’a açmışsa artık o, Rabbinden bir nur üzerinde değil midir?” (39/Zümer, 22)
Sevgili Yârenim,
Bahar dalları açtı her yerde. Sevginin sembolü ya çiçekler. Yâre, yârene kucak kucak sunuyoruz ya sevdayı pekiştirme adına. Geçenlerde bir eğitim programında “Allah’ın bize olan sevgisini tabiat dolusu çiçekle izharı”ndan bahseden bir yaklaşım dinledim. İçim açıldı. Hiç düşünmemiştim böyle. Heyecanlandım. Hediye gibi geldi bu fikir, baharla beraber. Ağaçları, çiçekleri başka bir gözle seyreder oldum. Bir zenginin bahçesinden pembeli beyazlı dalları budamışlar, yol kenarındaki çöp bidonunun içine atmışlar. Dayanamadım. Eve gelene kadar pembe-beyazların çoğunun döküleceğini bile bile, bu pahaya kırdım bir iki küçük dalı, aldım yanıma. Salondaki sümbülün yanına iliştirdim. Birkaç güne kuruyacağını bile bile, o pahaya.
Ümit işte. Ümitle korku arasında zor bir dengede duruyoruz dünya cambazhanesinde, ipin üstünde. Her varlık, her ilişki, her olay, bu iki uç arasında sarkaç ritminde gidip geliyor.
Anladın değil mi, bu aralar bahar havasının etkisiyle olsa gerek, kilitlerin açılacağına, düğümlerin çözüleceğine, karların eriyip bahar dallarının saksıda bile yeşereceğine, bir dahaki bahara mutlaka yeşereceğine dair delice bir ümit var zihin ve kalp koridorlarımda. Merak ilmin hocasıdır diyorlar, umut da her türlü sevginin hocası olabilir mi, ne dersin?
Hangi adım sebep oluyor bu coşkuya, en merak ettiğim soru da bu. Hangi adım, hangi hareket? Umudun hocası kim? Baharı getiren, dallardaki o cümbüşü yaratan üflüyor muhakkak ki ümidi ama benden O’na bir nefes ulaşıyor mu bu üfleyişten önce bunu bilmiyorum. Sen biliyor musun?
Yine kabz ve basta dönecek konu, tekrar o döngüye sarmalanacağım diye mevzuu biraz daha kaydırayım. Kapının açılması, kapıyı çalmadan önce mümkün müdür? Çalacak eli engelleyen sebepler, kapının ardındakinin malumu olduğuna göre çalmadan da açılabilir kapılar: Kader bahsi. En sevgilinin “kaderin mahiyetini fazla düşünmemeyi” tavsiyesi ne yerinde bir tavsiye. Ve ruhum, dimağım ne kadar teşne uyarıları unutmaya, uyutmaya… Nefsim ne kadar hazır “adım benden mi geldi” diye kendine pay çıkarmaya. Lütufkâr açılışlarla sürekli sırtımı sıvazlayan eli, ne hain bir ısırışla ısırıyor benliğim, öpmek yerine.
İşte yine ipin ucunu kaçırma, tefekkür silsilesini bozmaya aday soru yağmurları üşüşüyor kalemime. Durduramıyorum, açıkçası durdurmaya çabalamıyorum, daha açıkçası durdurmak istemiyorum. Bak yakalıyorum sanki yumağın ucunu. Zihnimdeki hırçın kedi, dişleyip atmazsa, zedelemezse tabii. İstemek. Hepsinin ilk muharriki bu mu acaba? İstemek. Çok istemek. Yok değil. İsteğimi kim veya ne gıdıklıyor peki? Niye bazen sadece uyumak, hiç soru sormadan mışıl mışıl uyumak geliyor da içimizden, bazen ölesiye diliyoruz koşmayı? Tabanlarımızın paralanması vız geliyor “gayet nazlı” bedenimize. İsteten kim?
Haydi yârenim. Kilitler şakırdayarak dönmeden üst üste, düğümler sıkıştırılmadan, bahar dalları kurumadan, bu aralar sık gördüğüm hüsn-ü hat tablolarında yazılı “HÎÇ”lerin sırrına mazhar olma duasını edeyim de seni gerçek Fettah’a teslim eyleyeyim.