Peygamberimiz aleyhisselâm, kendisini karşılamak için her tarafı dolduran coşkulu kalabalığı selâmladı. Çocuklara varıncaya kadar mümkün mertebe hepsiyle ilgilendi. Sonra da Hz. Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin evine doğru yürümeye başladı.
Bütün aile hepsi birden büyük bir coşkuyla atıldılar:
- Buyur ey Allah’ın Rasûlü! Bu ev sizin artık!
Peygamberimiz aleyhisselâm, kimsenin gönlünü kırmak istemiyordu. Yine güneşi bile gölgede bırakacak bir güzellikte tebessüm ederek şöyle buyurdu:
- “İnşallah konaklayacağımız yer burasıdır!” [1]
- Evet, burasıdır yâ Rasûlallah! Evimiz de, malımız da, canlarımız da Sana feda olsun!
Mahşerî kalabalığa dua eden Peygamberimiz aleyhisselâm, Hâlid bin Zeyd’in evine doğru yürürken, bütün aile artan heyecanla O’nu karşılamanın mutluluğu içindeydiler.
- Buyur ey Allah’ın Rasûlü!
Peygamberimiz aleyhisselâm “Besmele” ile içeri girdi.
Bu seçkin ailenin her ferdi sevinç gözyaşları içinde “Bize nasip oldu! Bize nasip oldu çok şükür!” diyorlardı. Hele çocuklar, daha doğrusu küçük büyükler! Sevinçlerinden dilleri tutulmuştu âdeta…
Hz. Hâlid bin Zeyd’in almış olduğu en meşhur künyelerden biri de “Mihmandâr-ı Rasûl” lakabı idi ki, o bunu çok seviyordu…Peygamberler Sultanı bu güzel eve girince, ev halkı şereflerin en büyüğü ile şereflendi. O ana kadar Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensârî olarak bilinip anılan bu büyük sahâbi, o andan sonra Eyyûb Sultan olarak anılmaya başladı. Evin hanımı Fâtıma-i Hazreciyye de Fâtıma Sultan olarak anıldı. Çocuklar da şereflendiler bundan. Sultan Ailenin Sultan Çocukları olarak anılmaya başladılar. Hem anıldılar ve hem de büyük bir saygı ve sevgi gördüler.
Peygamberler Sultanı, bu aileyi sıradanlıktan çıkarıp, erişilmez bir konuma yükseltti. Nimetler nimetinin kıymetini bilen bu kutlu aile, bu eşsiz nimetle eşsiz lütuflara erdi. İkram ve ihsân, aynı zamanda ciddi bir mükellefiyetle beraber yine büyük bir sorumluluğu da beraberinde getirmişti. Sorumluluk, en üst bilincin, kişi veya kişiler üzerine yansımasıydı. Bu büyük nimetin kıymetini en iyi şekilde bilen bu kutlu aile, sorumluğunun da bilincindeydi.
Peygamberler Sultanı, Sultan Aile’nin evindeydi artık…
Peygamberler Sultanı gibi örnekler örneğini misafir eden bu kutlu aileyi biraz daha yakından tanıyalım önce…
Evin reisi Eyyûb Sultan 31-32, evin hanımı Fâtıma-i Hazreciyye 25-26 yaşlarında iken; evin gül çocukları da sırasıyla; Eyyûb 12, Hâlid 10, Abdurrahman 9, Amre ise 6 yaşlarındaydılar. [2]
Evi şereflendiren Peygamberler Sultanı, içeri girer girmez buyur edilen yere oturdu. Soğuk bir şeyler ikram ettiler hemen. Evdeki herkes hizmet yarışındaydı. Küçücük bir kız olmasına rağmen, Amre bile bir şeyler yapmanın gayreti içindeydi.
Peygamberler Sultanı, ev halkının her biriyle ayrı ayrı görüştü. Çocuklarla özel olarak ilgilenen Peygamberimiz, onları çok mutlu etmişti.
Sadece ev halkı değil, gerek O’nunla beraber gelenler, gerekse çevredekiler de dolmuşlardı içeri. Öyle ki, evde değil oturmak, ayakta duracak yer bile kalmamıştı. Her biri Peygamberler Sultanı’nı yakından görmek ve O’na yakın olmak, aynı zamanda O’nunla biraz daha beraber olmak için bütün fırsatları değerlendirme çabasındaydı.
Bir taraftan hoş-beş ederken diğer taraftan da ikramlar başlamıştı. Hem ev halkı ve hem de çevreden gelenler, ikram üstüne ikram etme yarışına girmişlerdi. Hiç birini kırmak istemeyen Peygamberler Sultanı, ikram edilen şeylerden duruma göre ya bir yudum ya da küçük bir lokma alarak, gerisini içerdekilere ikram etmelerini söylüyordu. Bu böyle uzun bir süre sürüp gitti.
Eyyûb Sultan’ın evine gelenler, sadece ziyaret için, ya da sadece Peygamberimiz’e ikram için gelmiyorlardı. Misafirlerin en kıymetlisini ağırlayan bu aileye yardıma da geliyorlardı. Bir şeye ihtiyaçları olup olmadığını sorarak, gerekli desteği sağlama gayreti içindeydiler. Her biri hem bir komşu olarak ve hem de Müslüman kardeş olarak ne yapmaları gerekiyorsa onu yapıyorlardı. Üstelik ev sahibinin herhangi bir şey demesine veya herhangi bir şey istemesine gerek bırakmadan. Komşuluk ve kardeşlik buydu işte…
Peygamberimiz aleyhisselâm, Eyyûb Sultan’ın evine yerleşince, etrafına bakarak sordu:
- “Yâ Ebâ Eyyûb!”
- Lebbeyk (buyur) yâ Rasûlallah!
- “Sizin bir seririniz (sedir, divan, somya) yok mu?”
- Yoktur ey Allah’ın Rasûlü! Ama en kısa zamanda temin ederim inşallah! [3]
Mekkeliler genellikle sedir üzerinde oturur, yatıp uyurlardı. Peygamberimiz de bunun için sormuştu. Eyyûb Sultan; “Yok yâ Rasûlallah, böyle idare ediniz!” dememiş; “Yoktur ey Allah’ın Rasûlü! Ama en kısa zamanda temin ederim inşallah!” diyerek hemen bir çare aramaya başlamıştı. Yokluğu bahane etmemek, mutlak bir çaresini bulmaya çalışmak güzelliği çıkıyor ortaya.
Peygamberimiz aleyhisselâm’ın serir-sedir sorduğunu duyan Hz. Es’ad bin Zürâre, hemen harekete geçti. “Birileri bu işe baksın.” demedi. “Bu işi ben yapmalıyım.” diye düşünerek işe koyuldu. Ama önce Eyyûb Sultan ile konuşmayı uygun buldu:
- Ben bu işten anlarım ey Ebû Eyyûb! Sen hiç merak etme. Bir saat içinde yapar getiririm sediri. Sen diğer işlere bak.
- Hay Allah senden razı olsun Es’ad! Bu işten anlaman da çok iyi, Allah razı olsun!
-Anlamasam bile anlayanı bulur yaptırırdım. Misafir hepimizin misafiri! Öyleyse “ben anlamam” gibi bir düşünce bize yakışmaz. Ya anlar gereğini yaparız, ya da anlayanı bulur, yine gereğini yaparız Allah’ın izniyle.
Hz. Es’ad (ra), hemen gidip işe koyuldu. Direklerini ağaçtan yaparak, üzerini keten ve hurma lifleriyle örüp, hasırla kaplı bir serir yaparak acele ile Eyyûb Sultan’ın evine getirdi. Peygamber Efendimiz’e takdim ederken, gönül dolusu şöyle söyledi:
- Malım-mülküm, annem-babam, çoluk-çocuğum, canım-kanım, her şeyim Sana feda olsun ey Allah’ın Rasûlü! Sizin için bir sedir yapıp getirdim. Uygun görürseniz bunun üzerinde oturur, akşamları da buna yatıp uyursunuz.
Peygamberimiz aleyhisselâm da, Es’ad b. Zürâre’nin hediyesini kabul ederek, ona dua buyurdular. [4]
En temiz hizmet aşkıyla gönülden gelen, bu hediyeden dolayı, Peygamberimiz gerçekten çok memnun olmuştu. Peygamberimiz, Eyyûb Sultan’ın evinde kaldığı sürece onun üzerine oturur, onun üzerinde yatıp uyurdu.
Müslüman, başkasına iş çıkaran değil, işi halleden bir ahlâka sahip insandır. Başkasından iş bekleyen değil, Müslümanların işini, kendi işi gibi gören bir şahsiyettir. Hz. Es’ad bin Zürâre (ra), bu konuda ne güzel örnek oldu bize! Ama burada birilerinin Hz. Es’ad gibi yapmasını beklemek değil, Hz. Es’ad gibi olmaya çalışmak önemlidir.
Peygamberler Sultanı’nın çok yorulduğunu gören ziyaretçiler, O’nun dinlenmesi için birer ikişer çıkmaya başladılar.
Nihayet herkes çıkmış, Sultan Aile, Peygamberler Sultanı ile baş başa kalmışlardı.
Ne yaptığının bilincinde olan bu kutlu aile, herkes çıkıp İki Cihan Güneşi ile baş başa kalınca, bir başka havaya girdiler. O’nunla aynı mekânda olmak ve O’nun soluduğu havayı solumak bir başka mutlu ediyordu onları. Hele bir de böylesine büyük bir şerefe kendi evlerinde ermeleri ise, tarifi imkânsız bir hava yaşatıyordu onlara.
Peygamberler Sultanı’nın dinlenmesi için yer gösterdiler:
- Yukarı buyur, ey Allah’ın Rasûlü!
- Buyur yâ Rasûlallah, yukarısı sizin!
- “Ben altta oturmak isterim!”
- Hâşâ yâ Rasûlallah!
- Siz yukarı buyurun.
- “Ben altta oturmak isterim!”
- Siz yukarı buyurun ey Allah’ın Rasûlü!
- Sizin için üst katı hazırladık biz.
- “Ben altta oturmak isterim!”
- Bizim, sizin üzerinizde ne işimiz var?
- Biz sizin üzerinizde nasıl kalırız?
- “Bana sürekli ziyaretçiler gelip gidecek. Bu yüzden ben alt katta olmalıyım!”
- Biz onlara yol gösteririz.
- Evet yâ Rasûlallah, siz yukarı çıkın, biz gelenlere yardımcı oluruz.
- “Ben altta oturmak isterim! Bana sürekli elçiler ve ziyaretçiler gelip gidecek. Bu yüzden ben alt katta olmalıyım!”
- Biz Sizin üstünde kalamayız yâ Rasûlallah!
- Sizin üzerinizde olmak, hâşâ!
- “Ben böyle istiyorum!” [5]
Peygamberimiz “Ben böyle istiyorum!” diye buyurunca, bütün aile susup kaldılar. O’nun sözünü çiğneyemezlerdi. O ne derse o olurdu. Derhal itaat etmeliydiler.
Yorum yok, itaat var…
Peygamberler Sultanı’nın alt katta oturmasına gönülleri razı olmuyordu bir türlü. Fakat yapılacak bir şey yoktu.
Bundan dolayı üst katta O’nun için yaptıkları hazırlıkları hemen alt kata taşıdılar. Hz. Peygamber’in istirahatini temin etmek için, çabuk davrandılar.
Bu kutlu aile her şeylerini feda edecekleri kadar sevdikleri Peygamberler Sultanını, şanına uygun bir şekilde ağırlamaya çalışıyorlardı.
İlk önce Hz. Mus’ab bin Umeyr’den öğrenmişlerdi O’nu. Ellerinden geldiğince hiçbir dersi kaçırmamaya çalışarak, bütün derslere ve sohbetlere katılmışlar; Kur’ân eğitiminin yanında Peygamber Efendimiz’i öğrenmişlerdi. Hem o kadar ki, görmeden önce görmüş gibi bir hale gelmişlerdi.
Sonra aile içi sohbet ve derslerle bilgilerine bilgi, ufuklarına ufuk katmışlardı. Şimdi ise hayal bile edemeyecekleri bir nimete ermişlerdi. Peygamberler Sultanı ile aynı evi paylaşmak nimeti. İşte bu nimetlerin en büyüğü idi…
Sevgili anne ve babalarının ne kadar dikkatli hareket ettiklerini gören çocuklar, onlardan daha dikkatli hareket etmeye çalışıyorlardı. Öyle ki, konuşurlarken bile seslerini çıkarmamaya dikkat ediyor, zor duyulacak bir sesle fısıldayarak konuşuyorlardı.
Daha çok küçücük olmasına rağmen Amre bile işin bilincindeydi. Parmakları ucuna basarak yürüyor, fısıltı ile konuşuyordu.
- Abi!
- Söyle canım!
- Rasûlullah bizim evde, değil mi?
- Evet, sen de biliyor ve de görüyorsun ya!
- Hep bizde mi kalacak?
- Neden sordun?
- Öğrenmek istedim de.
- Uzun bir süre bizde kalacak gibi görünüyor.
- Ne kadar mesela?
- Tam olarak bilemem, ama kendi evi yapılıncaya kadar bizde kalacak.
- Başka bir yere gitmeyecek değil mi?
- Dedim ya, kendi evi yapılıncaya kadar bizde kalacak.
- Ya komşular gelip götürmek isterlerse?
- Senin asıl demek istediğin ne Amre, açık konuşsana?
- Rasûlullah evimize gelince, evimizin havasının nasıl değiştiğini görmüyor musun?
- Evet abi, O gelince evin havası değişti gerçekten!
- Sen de mi fark ettin Abdurrahman?
- Fark etmemek için kör olmak lâzım!
- Ya sen Hâlid?
- Rasûlullah’ın bizim evde olduğunu düşündükçe, sevincimden ne yapacağımı bilemez bir hale geliyorum.
- Onun için mi şaşırıp kaldın öyle?
- Herkesin peşine koştuğu, “bize buyur, bize buyur” diye can attıkları Allah Rasûlü (s.a.s) şu an bizim evde! Şu kısmete bak!
- Haklısın Hâlid, gerçekten büyük kısmet.
- İsterseniz konuşmaya yarın devam ederiz. Ama evde değil, dışarıda.
- Neden Abdurrahman?
- O’nu rahatsız etmemek için!
- Çok güzel düşündün kardeşim. Yarın ve dışarıda!
Çocukların bir köşede fısıldaşarak konuştuklarını gören anneleri, merak ederek onlar gibi sessizce sordu:
- Ne fısıldaşıyorsunuz öyle çocuklar?
- Rasûlullah’ın bize misafir olmasını konuşuyoruz anneciğim?
- Bunun neyini konuşuyorsunuz peki?
- Onca aile can atarken, böyle büyük bir şeref bize nasip oldu. Biz de kendi aramızda bu büyük şerefin şerefini konuşuyorduk.
- Evet çocuklar, gerçekten büyük şeref.
Annelerinin de çocuklara katıldığını gören Eyyûb Sultan, aynı fısıltı ile konuşmalarına katıldı.
- Şeref çok büyük, ama unutmayın ki sorumluluk da çok büyük!
- Unutur muyuz babacığım.
- Biraz daha sessiz olalım baba, yoksa Rasûlullah’ı rahatsız etmiş olacağız!
- Aferin sana küçüğüm, gerçekten yerinde bir söz ettin!
- 6 yaşıma girdim, hâlâ “küçüğüm” diyorsunuz bana!
- Ne diyelim peki? Bizim evin en küçüğü sensin kızım.
- Yaşım küçük ama konuşmalarımı beğenerek “aferin” diyorsunuz bana. Bu nasıl oluyor peki?
- Senin yaşın küçük sadece güzelim, yoksa ne kadar akıllı ve uslu bir kız olduğunu bilmeyen mi var?
- Rasûlullah da biliyor mu?
- Neden sordun?
- O da bilse beni çok sever!
- O herkesi sever kızım! Hele senin gibi akıllı kızları daha çok sever!
- Öyleyse sessizce yatalım artık.
- Neden?
- O’nu daha fazla rahatsız etmemek için!
- Haklısın kızım. Ne kadar sessiz konuşsak da aşağı ses gider mutlaka.
Hepsi birden sustular. Sessizliğin sesi hâkim oldu eve. Her biri aynı şeyi düşünüyor, bu büyük şerefe akıl erdiremiyorlardı bir türlü.
Peygamber Efendimiz’in, bizim evlerimize geldiğini düşünelim!
Sallallahu aleyhi ve sellem…
[1] Taberî, Târihu’l-Ümem ve’l-Mülûk, c. 2, s. 256.
[2] İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-Kübrâ, c. 3, s. 449; İbn Hacer Askalânî, el-İsâbe fî Ma’rifeti’s-Sahâbe, c. 4, s. 2668; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Ğâbe fî Ma’rifeti’s-Sahâbe, c. 7, s. 291-292; İbn Abdilberr, el-İstiâb fî Ma’rifeli’l-Ashâb, c. 4, 479.
[3] Belâzürî, Ensâbu’l-Eşrâf, c. 1, s. 525.
[4] Zehebî, Tecrîd-u Esmâi’s-Sahâbe, c. 2, s. 313.
[5] İbn Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, c. 2, s. 144; Semhûdî, Vefâü’l-Vafâ, c. 1, s. 264.
Yeni yorum ekle