Bazıları Kur’an’da adı geçen Mescid-i Aksâ’nın Kudüs’teki Mescid-i Aksâ olmadığını bu ifade ile başka mescidlerin mesela Mekke’deki bir başka yerin kastedildiğini söylüyorlar. Yine bu bölgenin Kur’an’da “edna’l arz: en yakın yer” olarak ifade edildiğini[1] buna karşılık İsrâ Suresi’nde ise “Mescid-i Aksâ: en uzak mescid” ifadesinin kullanıldığını, bu durumda Kur’an’da zikredilen Mescid-i Aksâ’nın Kudüs’te bulunamayacağını iddia eden âlimler var. Ancak Mescid-i Aksâ Mekke’de olsaydı ve Efendimiz buraya götürüldüğünü söyleseydi Kureyş bunu hayretle karşılamaz, bazı zayıf imanlılar dinlerinden dönmezlerdi.
Mescid-i Aksâ (uzak mescid) ifadesinin sebebi muhtemelen yeryüzünde o tarihteki en uzak mescidin Kudüs’teki mescid olmasıydı.[2] Ayetin başındaki “subhâne” ifadesi Allah’ın kusursuzluğunu, olayın azametini ifade ettiğinden bu yolculuğun uzak bir yere, Kudüs’teki Mescid-i Aksâ’ya olması gerekir. İslam âlimlerinin neredeyse tamamı Mescid-i Aksâ’nın Kudüs’te bulunan Beytü’l-Makdis olduğunu kabul etmişlerdir.[3]
Yine bazıları Mescid-i Aksâ’nın daha evvel yıkılmış olduğunu, o tarihlerde mevcut bulunmadığını ifade ediyorlar. Ancak onlar da kabul ediyorlar ki Efendimiz ve Müslümanlar hicretten on sekiz ay sonrasına kadar Mescid-i Aksâ’ya yönelerek namaz kılmışlardır. Müslümanların, olmayan bir mekâna yönelmelerini veya güvenilirliği kesin olmayan bilgileri kabul etmektense sahih kaynaklardaki bilgileri[4] kabul etmek çok daha makuldür. Aslında bu düşünceler Müslümanların Kudüs’ten, Mescid-i Aksâ’dan soğumasından başka bir şeye yaramayacak, “Efendimiz Mi’râc’a Kudüs’ten yükseltilmedi ve oraya hiç gitmedi” gibi yaklaşımlar, Mescid-i Aksâ’nın özgürlük mücadelesine zarar verecek, Kudüs’ü ümmetin gözünde sıradan bir hale getirecektir. Oysaki Mescid-i Aksâ, Mescidi Harâm demektir, Mescid-i Aksâ tehlike altında ise Mescid-i Harâm, Kâbe tehlikededir. Efendimizin semaya Mescid-i Aksâ’dan yükseltilmesi, Allah katında bu mescidin ne kadar mübarek olduğunu ve İslam ümmetinin Rasûl’ün bu aziz hatırasına sahip çıkmalarının lüzumunu gösterir. Bunun aksi fikirler ise ancak işgalci Siyonistlerin ekmeğine yağ sürer.
Sevgili Peygamberimiz Rebiülevvel ayının 13'ü Pazartesi günü öğle vakti Hz. Âişe’nin odasında Rabbine kavuşmuş, Salı günü Hz. Ali, Hz. Abbâs, Fadl b. Abbâs, Kusem b. Abbâs, Üsâme b. Zeyd ve Şükrân (Salih) tarafından yıkanmış ve kefenlenmiştir. Efendimiz aleyhisselâm’ın mübarek naaşı daha sonra odasındaki sedirin üzerine konmuştur. Hz. Ali radıyallahu anh’ın “Rasûlullah bizim diri iken de ölü iken de imamımızdır” sözlerinden sonra Müslümanlar cenaze namazını cemaatle değil ferdi olarak kılmışlardır.
Buna göre Peygamberimizin cenaze namazını ilk önce Efendimizin en yakın akrabaları olan Hâşimoğullarının erkekleri, kadınları ve çocukları, daha sonra muhacir ve ensâr, gruplar halinde, imamsız bir şekilde kılmışlardır. Allah Rasûlünün defnedileceği oda oldukça küçük olduğu için cenaze namazı gecenin ilerleyen saatlerine kadar devam etmiştir.
Görüldüğü gibi Muhammed aleyhisselâm’ın cenaze namazına 17 kişi değil Medine’de bulunan tüm Müslümanlar katılmıştır.
Hz. Ömer'in İslam öncesi hayatı hakkında anlatılan en önemli hadiselerden biri onun kızını diri diri toprağa gömmesi olayıdır. Bu bilgiye delil olarak Hz. Ömer'den şu cümle nakledilmektedir:
“Cahiliye devrinde yaptığımız iki şey vardı ki bunlardan birini hatırladıkça güler, diğerini hatırladıkça ağlarım. Helvadan put yapıp tapar, acıktığımızda yerdik. Bunu hatırladıkça gülerim. Ağladığım şey ise kızlarımızı diri diri toprağa gömmemizdir.”
Bu ifadede Hz. Ömer’in kızını toprağa gömdüğü değil, o dönemde kızların diri diri gömüldüğü anlatılmaktadır. Ayrıca Hz. Ömer'e ait olduğu ifade edilen bu cümle, hiç bir tarihî kaynakta mevcut değildir. Aslında Hz. Ömer'in kızını diri diri gömmüş olması mümkün değildir. Zira Hz. Ömer müslüman olmadan önce üç evlilik yapmış, bu evliliklerden dört erkek ve bir kız çocuğu olmuştur. Hz. Ömer'in bu tek kızı, en büyük çocuğu olan ve İslâm’dan beş sene evvel doğan, Hz. Hafsa'dır. Hz. Hafsa Sevgili Peygamberimizin hanımı olmakla şereflenmiş, müminlerin annesi olmuştur. Hz. Ömer'in diğer kızları ise kendisinin Müslüman oluşundan sonra doğmuşlardır.
İlk dönem kaynaklarında mevcut olmayan yukarıdaki cümle sonradan uydurulmuş ve maalesef üzerinde araştırma yapılmaksızın kesin bir bilgi gibi anlatılagelmiştir.
Miraç hadisinde belirtildiğine göre Sevgili Peygamberimize tarifi imkânsız ilâhî vuslatta önce elli vakit namaz farz kılınmıştır. Onun bu Rabbânî hediyeyle ümmetine her dönme teşebbüsünde Mûsa aleyhisselâmla karşılaşması ve Onun tavsiyesiyle tekrâr tekrar ilahî huzura çıkması ve ümmeti hesabına elli vakti indirmesi için Rabbe niyazda bulunması bazı haddini bilmezlerin diline dolanmıştır.
Sevgili Peygamberimizin birkaç defa Yüce Allah’ın huzuruna çıkması ve böylece namaz vakitlerinin beşe inmesi onlara göre bir çekişme ve pazarlığı hatırlatmaktadır(!) Yine onlara göre bu olayda Hz. Musa’nın müdahalesi, Onun Son Peygamberden üstün olduğu imajını vermektedir(!) İşte onlar bu gerekçelerle, birçok âlime göre mütevâtir kabul edilen[1] ve hemen bütün âlimlerin de sahih kabul ettiği[2] bu olayı bir çırpıda reddederler. Onlar bu tutumlarıyla aklî düşündüklerini ileri sürseler de aslında olayları yorumlamakta ne kadar sığ kaldıklarını göstermiş olurlar. Şöyle ki, herhangi bir olayı önceden yaşamış kimselerin tecrübelerini aktararak o olayı yaşaması muhtemel diğer insanlara tavsiye ve uyarıda bulunmalarının bir üstünlük davranışı olduğunu sanıyorlar. Tecrübe sahibi kimselerin uyarılarını dikkate alan akıllı ve mütevâzi kimseler de onlara göre alçalmış oluyor(!) Meselâ bir hastaya elli doz ilaç uygulayıp onu tedavi etmek isteyen bir tıp profesörüne, o hastaya daha önce uzun müddet o ilaç tedavisini uygulamış olan sıradan bir doktorun tecrübesine dayanarak tavsiyede bulunması ve hastanın elli doz ilacı kaldıramadığını söylemesi nasıl o doktoru profesörden üstün konuma getirmiyorsa, Hz. Musa aleyhisselamın da elli vakit namaz hakkında insanlarla ilgili tecrübesini aktarıp onların bu namazı kılmayacaklarını söylemesi, Onun Son Peygamberden üstün olduğunu göstermez. Ancak ümmeti Muhammede olan sevgi ve merhametini gösterebilir.
Hastasını daha önce tedavi etmiş bir doktorun tavsiyelerini dikkate alması nasıl bir profesörü küçültmez, bilakis tecrübelere değer veren akıllı bir kimse olduğunu gösterirse, Hz. Musa’nın tecrübesini ve tavsiyesini dikkate alması da Sevgili Peygamberimizi küçültmez, tam tersine yüceltir.
Allah’ın salat ve selamı bütün Peygamberlerin üzerine olsun. Namazın önce elli vakit farz kılınıp, sonra Sevgili Peygamberimizin peş peşe müracaatlarıyla beş vakte kadar inmesi ve bu beş vaktin elli vakte denk sayılmasında iki yönlü hikmet-i ilâhî düşünülebilir:
Bunlardan birisi Peygamberimizle, diğeri de biz ümmetiyle ilgilidir. Olayın Peygamber Efendimize bakan yönünde, Onun naz makâmında Yüce Rable defalarca vuslat fırsatı elde edip bir kulun erişebileceği en büyük mutluluğu defalarca yaşaması hikmeti vardır. Yüce Allah En Sevgili kuluna işte böylece büyük bir ikramda bulunmuştur. Burada ümmet-i Muhammedin hissesine düşen hikmet de iyi tefekkür edilmelidir. Anlaşıldığına göre burada, namazla temsil edilen kulluğun hakkının bütün hayatı kaplaması olduğu hatırlatması vardır. Çünkü bir günde elli vakit namaz kılınması demek, günün tamamının namazla geçirilmesi demektir.
Kullar hayatları boyunca başlarını secdeden kaldırmasalar, yine de Allah’ın sayısız nimetlerinin şükrünü edâ etmiş olmazlar. Hamdolsun Rabbimize ki bizim az ibadetimizi şükrümüz için yeterli sayıyor ve attığımız her adımı kendi rızası ve iradesi istikametinde atmamızı da ibadet kavramına dâhil ediyor.
[1] Bkz.: Kettânî, Mütevâtir Hadisler, Çev.: Hanifi Akın, Karınca yayınları, İstanbul 2003, shf. 489 - 496
[2] Buhârî, Salât: 1 ; Menâkıbu’l-Ensâr:42 ; Müslim, İman:264 (164)
Siyer sözlükte davranış, hal, hayat tarzı, gidişat, bir kimsenin ahlakı, hayat hikayesi, tedbir, tabiat, seyahat etmek, idare gibi anlamlara gelen sîret kelimesinin çoğuludur. Sîret kelimesi Kur’an-ı Kerim’de Tâhâ Sûresi 21. ayette hal ve şekil anlamında kullanılmıştır. (“Allah, Mûsâ’ya onu(asanı) tut ve korkma. Biz onu ilk haline (sîratehâ’l- ûlâ) döndüreceğiz, buyurdu.’’)
Hz. Peygamberin hadislerinde kendi tedbir ve hareket tarzını ifade etmek üzere sîret kelimesi zikredilmiştir. Hz. Peygamber, Dûmetü’l-Cendel Seriyyesi’ne komutan olarak tayin ettiği Abdurrahmân b. Avf’a şöyle buyurmuştur:
“Ey Avf’ın oğlu! Sancağı al! Hepiniz Allah yolunda, Allah’a inanmayanlarla savaşın, emanete hıyanet etmeyin, haksızlık yapmayın, kimsenin uzuvlarını kesmeyin, kadınları ve çocukları öldürmeyin. Bu Allah’ın ahdidir ve size yol gösteren Peygamberinizin sîretidir (tedbir, tavır ve hareket tarzıdır).”[1]
Terim olarak Siyer-i Nebi, Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed’in (s.a.s) 63 yıllık hayatını ve peygamberlik mücadelesini bütün yönleriyle ele alan ilim dalı ve bu alanda yazılan eserlere denir.
Siyer ayrıca savaş, esirler, ganimetler başta olmak üzere devletler hukuku dallarına ait konulara ve bu konulara dair yazılan eserlere de isim olmuştur. Muhammed Hamidullah’a göre, siyer kelimesini İslâm Devletler Hukuku manasında kullanan ilk alim İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe’dir.
Siyer-i Nebi, Rabbini en iyi tanıyan ve insanlara en güzel şekilde tanıtan Efendimizin mübarek hayatıdır. Allah’ın terbiye ettiği yüce ahlak sahibinin, canımızdan ziyade sevdiğimiz ve O’nu sevmekle Rabbimizin sevgisini kazanabileceğimiz Sevgilinin, hayat hikâyesidir.
Siyer-i Nebi, Rabbimizin rahmetine ve Efendimizin şefaatine ulaştıran pek mübarek bir ilimdir. Ashâb-ı Kirâm’ı takip eden nesil, Efendimiz ve arkadaşlarının hayatını Kur’ân öğrenir gibi öğrenmiş ve çocuklarına titizlikle öğretmişlerdir. Zira O’nu tanımayan, mücadelesini bilmeyenler pek çok hayırdan mahrum kalmıştır.
Kur'ân-ı Kerim'de Peygamberimizin Muhammed ismi dört yerde, Ahmed ismi ise bir yerde geçmektedir. Muhammed ismi sırasıyla;
Âl-i İmrân sûresi, 144;
Ahzâb sûresi, 40;
Muhammed sûresi, 2;
Fetih sûresi, 29. ayetlerde;
Ahmed ismi ise Saf sûresi 6. ayet-i kerimede geçmektedir.
Muhammed ismi yerdekilerin ve göktekilerin övdüğü anlamına gelirken; Ahmed, hem Allah’ı en çok öven hem de kullar arasında en çok övülen kimse anlamına gelir. Efendimizden önce hiç kimseye Ahmed ismi verilmemiştir.
Bu soruya sahâbenin alimlerinden Abdullah b. Abbâs radıyallahu anh, Rûm Sûresinin 17 ve 18. âyetlerini ve Nûr suresinin 58. âyetini hatırlatarak cevap vermiştir:
“Akşama erdiğinizde ve sabaha çıktığınızda Allah'ı tesbih edin. Göklerde ve yerde hamd O'na âittir. Gündüzün sonuna doğru ve öğleye eriştiğiniz zaman da O'nu tesbih edin.” (Rûm Sûresi 30/17-18)
Akşama erdiğinizde: Akşam namazı, Sabaha çıktığınızda: Sabah namazı, Gündüzün sonunda: İkindi namazı, Öğleye eriştiğinizde: Öğle namazı.
"Henüz ergenlik çağına ulaşmamış çocuklarınız, şu üç vakitte yanınıza girmek için sizden izin istesinler: Sabah namazından önce, öğlen sıcağında elbiselerinizi çıkarıp dinlenmeye çekildiğinizde ve yatsı namazından sonra.” (Nûr Sûresi 24/58-59)[1]
Şu âyetler de namaz vakitlerini belirlemektedir:
“Güneş'in batıya kaydığı andan gece karanlığına kadar namazı gerektiği şekilde kıl; sabah namazını da öylece kıl. Çünkü sabah namazının tanıkları vardır.” (İsrâ Sûresi 17/78)
“Bunun için sen onların söylediklerine sabret! Güneş doğmadan ve batmadan önce Rabbini hamd ederek tesbih et. Gecenin bazı saatlerinde ve gündüzün belli vakitlerinde de tesbihine devam et ki, Rabbinin hoşnutluğuna eresin.” (Tâhâ Sûresi 20/130)
“Gündüzün iki ucunda, gecenin de gündüze yakın saatlerinde namaz kıl. Çünkü iyilikler, kötülükleri giderir. Bu buyruklar, Allah’ı ananlara bir öğüttür.” (Hûd Sûresi 11/114)
Bu Âyet-i Kerime’de “gündüzün iki ucu” manasında kullanılan “Tarafeyi’n-nehâr” ifadesinde Arapça’da iki varlığı ifade eden “tarafeyn” tesniye kalıbı kullanılmıştır ve bununla öğle ve ikindi namazları kastedilmiştir. “Gecenin gündüze yakın saatlerinde” manasına gelen “zülefen mine’l-leyl” ifadesinde ise Arapça’da en az üç varlığı ifade eden “zülef” cem’î kalıbı kullanılmıştır ve bununla sabah, akşam ve yatsı namazları kastedilmiştir.
Add new comment