Bu mübarek beldeler, kucakladığı her şeye ve herkese kendi nurunu, kendi rengini ve kendi yumuşaklığını yansıtır. Burada simalar uhrevileşir, bakışlardan ilahi bir aşk süzülür. Mabedlerde, çarşı-pazarda, caddelerde ve otellerde karşılaştığımız her sima hep bir vuslat yolculuğu yaşıyor hissi uyandırır bizlerde. Rüzgârı olmayan bu beldeler insan avuçlarından yükselen ümit ve beklentilerle serinler ve bir duygu çağlayanı haline gelerek sonsuzluğa doğru akar.
Ne Mekke-i Mükerreme’de ne Medine-i Münevvere’de ibadet ve taat coşkusu hiç eksik olmaz. Her şeyi daha farklı görme, farklı duyma, farklı yorumlama ve yaşama kabiliyeti âdeta köpürür ve insanları kendi ummanının derinliğine doğru çeker. Böylece ruh cismani rabıtasından ve gündelik alakalarından kurtulup kendisini kurtuluşun zirvesine yükselmiş hisseder.
Günler ve geceler her daim bir nur tufanı gibi doğar karanlık simalara. Bilhassa gece saatlerinde gözlerimizin içine gülerek bizleri âdeta büyüleyen rengârenk mabet ışıkları kulaklarımıza hep başka bir dünyada yaşıyor olmanın büyüleyici namelerini fısıldar. Ve bu nameler, mü’minlerin umumî edalarında büyük bir iman ve aşka dönüşür. Böylece insan bütün maddi zevk ve lezzetleri aşıp mukaddes bir ufka doğru yol almaya başlar. Sürekli bir rahmet arayışı içine girer. Ve bu uğurda her gün katettiği merhalenin sonunda küçük bir vuslata ulaşır ve mübarek seferini elde ettiği bu vuslatla taçlandırır.
Taçlanmış gönüller, ibadetlerin bağrında açan ümitlerden ve mü’minlerin bakışlarında parıldayan manalardan elde ettikleri derûni hazlarla ledûnni bir sessizliğe gömülür ve öteki buluşmanın rüyalarına salar kendini. Gönüller her an, gözlerinde ayrı bir büyü ile tüllenen güzelliklerle, avuçlarında kıpır kıpır eden inci taneleri, Sevgili’nin bakışlarında açan çiçekler ve O’nun cemalinden akseden ışık huzmeleriyle füsunlu bir ırmak içinde yüzüyor gibi kendilerini zaman üstülüğe açılmış zannederler. Zaman onlara hep öteki kavuşmayı işaret eder. Ve daima önlerine çeşit çeşit meyveler, güller ve çiçeklerle üfül üfül esen ve rahmet nidalarıyla şırıl şırıl akan ırmaklarla bezeli cennet bahçelerini çıkarır. Mü’min mabedine doğru attığı her adımla, dilinden döktüğü her zikirle ve soluna alıp Kâbe’sini her “Bismillahi Allah-u Ekber” deyişiyle biraz daha yaklaşır bu cennet bahçelerine…
Bir ömür boyu yoluna baş koydukları Yüce Zat’ın istikbalinin, rahmetinin ve ikramının sıcaklığıyla kendilerinden geçerler âdeta. Ve bütün bunlar karşısında pervane olup başlarlar dönmeye. Kimi zaman bu dönüşler gözyaşı seline dönüşerek fani zevkleri de önüne katıp karışıverir gönül ummanına.
Mekke’de farklıdır insanlar, farklıdır bakışlar, farklıdır duygular… Burada yaşam biraz daha farklıdır ötekilerden… Vakit biraz daha kıymetlidir. Tüm benlikler, kibirler, kıskançlıklar, dünyevi hırslar yok olur Hakk kapısında. Pişmanlık damlalarıyla ıslanan yüzler, birden yapışıverir Kâbe’nin kara örtüsüne. İnsan, ıslak yüzüyle yapıştığı takdirde bu örtüye, mutlaka af kapılarının açık olacağını bilir. Hem neden olmasın ki? Bir anne bile eteğine yapışan gözü yaşlı yavrusunu geri çevirmezken bir anneden dahi kat kat merhamet sahibi olan Yüce Allah (c.c), kapısına kadar gelmiş kuluna neden kapatsın ki af kapılarını? Yeter ki o kapı ısrarla çalınsın, bilâ şek elbet açılır!
İlahi azametin karşısında küçülen kullar, duygu dünyalarında Rahmet-i Sonsuz’un o derin ve ezeli şefkatiyle kucaklaştıklarını hissederler. Bu ruh hâliyle aşk içinde dönmeye devam ederler etrafında mabedlerinin. Ve daha içten sever, daha değişik duyar ve çevrelerinde O’nunla irtibatlandırabildikleri her şeyi rikkatle kucaklar, sevgiyle okşar ve tıpkı nadide bir çiçek misali öpüp koklarlar.
Mescid-i Haram’ın kucağında daha zariftir insan. Kadın-erkek, genç-ihtiyar, bilen-bilmeyen bu mübarek beldelerde ve mübarek zaman dilimlerinde zariflerden en zarif halleri ve en ince tavırlarıyla zamanın manevi güzelliklerine bürünür ve gezdikleri her yere kendi kokularını ve ince bakışları ardında akseden nezaketlerinden bir parça bırakırlar.
Bu aydınlık beldede algılarımız da değişir. Her zamanki dar mantıklarımızdan sıyrılarak, sanki kudsi bir âleme davet edilmişiz gibi benliklerimizi sevinç, coşku, heyecan, ümit ve ağlamaya salarız. Ettiğimiz her duada, Rabbimize yalvardığımız her anda soluklarımızın Mekke semalarına inen meleklerin soluklarına karıştığını zannederiz. Ay ile yıldızların her dua cümlesinin sonunda bir ağızdan “âmin!” deyişlerini duyar ve yürekler pişmanlık duygusuyla biraz daha kavrulsun diye güneşin şiddetini daha da arttırdığını hissederiz. Öyle ki Rahman’ın kucağında gönüller olabildiğince yumuşar, gözler yaşarır ve çoğu kez içimizde varlığını hissettiğimiz kördüğümler yavaş yavaş gevşer ve nefsin ukdeleri bir bir çözülüverir. Derken yanaklarımızdan süzülen gözyaşlarımız ruhumuza sirayet etmiş olan tüm problemleri önüne katar ve onlarla birlikte süzülerek dökülüverir damla damla ebediyete…
Ve işte şimdi, hafifleyen vicdan derinden bir “elhamdulillah” der ve ruh bu hafifliğin, zindeliğin hakkını verme duygusuyla şahlanır. Gece gündüz Rabbinin huzurunda, O’na kendisini biraz daha göstermek ve “Ben de buradayım Ya Rabbi!” diyebilmek için divane divane döndüğü beytinin etrafında biraz daha hızlanır adımları aşkla… Ve böylece beşeriyeti zindaniyesinden kurtulan insan, cismaniyetinden de firar edip kalbinin derinliklerine doğru yolculuğa çıkarak burada hakiki kimliğiyle karşılaşır ve Hakk kapısında hakiki saadetin yanında hakiki hürriyete de kavuşur.
Minarelerden yükselen ilan sesleri bu ahvale ayrı bir tat, ayrı bir güzellik ve ayrı bir serinlik katar. O’ndan bir haber ve bir lütuf gibi hoplatır yürekleri. Elbette ki Yüce Mevla her zaman için güzel ve lütufkardır. Ancak kimi zaman bizler böylesine özel mekânlarda ve zamanlarda bu manayı biraz daha derince hissederiz. Zira kalbimizin bütün heyecanını kendisine çeker bu mana… Bu yolla duyulan zevk ölçüsünde başka zevk de yer almaz gönüllerde. Çünkü bu ruhani zevk Mevla’nın ihsanlarından kaynaklanan zevktir. Rahman’ın ihsanları da aşk ve muhabbetin yürekten ve ebedi olması halinde bürünür sınırsız hâle…
Yeni yorum ekle