Ebû Zer el-Gıfârî radıyallahu anh - 1

 

(Hayatı ve Şahsiyeti)

Ailesi ve Kabilesi

Asıl adı Cündeb b. Cünâde olan Ebû Zer[1], isminden ziyade künyesiyle meşhurdur. Adının Berîr, Büreyr, Yezîd, veya Yüreyr olduğu da söylenmektedir. Babasının adı Seken yahut Abdullah, annesinin adı ise Remle binti Vakîa’dır.[2]

Ebu Zer el-Gıfârî, Yenbu liman şehri yakınlarında oturan Benî Gıfâr kabilesine mensuptur. O, Rasûlullah Medine’ye hicret edinceye kadar kabilesi arasında kalmış, Uhud veya Hendek Gazvesi’nden sonra Medine’ye hicret etmiştir.

Benî Gıfâr kabilesi, Hicaz’da Mekke ile Medine arasında yaşardı. Benî Gıfâr’ın İslâm öncesi tarihi hakkında yeterli bilgi yoktur. Kabile mensupları, yollarda yaptıkları soygunlarla meşhurdur. Öyle ki,  Araplarca kutsal sayılan haram aylarda dahi yağmacılıklarına devam ederler, Kâbe’yi ziyarete gelen hacıların mallarını yağmalayıp almaktan geri durmazlardı.[3]

Medine’ye yakın bir yerde bulunan kabile, daha sonra Hz. Peygamber’in müttefiki olmuştur. Allah Rasûlü ile Benî Gıfâr yardımlaşmak, birbirine destek olmak, komşuluk haklarına riayet etmek ve ihanette bulunmamak gibi hususlarda anlaşmış, böylece kabile mensuplarının can ve mal güvenliği Allah ve Rasûlü’nün teminatı altına alınmıştır.

Hz. Peygamber’in “Allah Gıfâr’a mağfiret etsin”[4] şeklindeki duasına mazhar olan Benî Gıfâr, H. 8 (629) yılında İslam’ı kabul ederek Hâlid b. Velîd kumandasında Mekke’nin fethine katılmıştır.[5]

İslam Öncesi Hayatı

Baskın yapmaktan, yağmacılıktan ve yol kesmekten çekinmeyen Benî Gıfâr’a mensup olan Ebû Zer el-Gıfârî’nin de yol kesip yağmacılık yaptığı, hatta kabilesinin en atılgan ve gözü pek yağmacılarından olduğu nakledilir. Ancak o, Gıfâr halkı gibi putlara tapmaz, hatta onlardan nefret ederdi. Bizzat belirttiğine göre İslamiyet’i kabul etmeden iki üç yıl önce Allah’a ibadet etmeye başlamıştı.[6]

Ebû Zer, akrabaları gibi bir yaşantı sürdürmekle beraber son derece duyarlı bir insandı. Haram aylarda Allah’ın ilkelerinin çiğnenmesi, kabilesinin tacizlerine maruz kalan kadın ve çocukların acziyeti Ebû Zer’i pişmanlığa yöneltmişti. Onun bu tutumundan hoşnut olmayan ve onu eleştiren kavminin baskı ve azarlarına daha fazla dayanamayan Ebû Zer yurdunu terk etti. Yaşlı annesi ve küçük erkek kardeşi Üneys’i de yanına alarak dayısının yanına sığındı.[7] Ancak bir süre sonra dayısının kavmi Ebû Zer’in dayısıyla iyi geçinmesini çekemedi ve onları rahatsız etmeye başladı. Ebû Zer onların bu tutumu dolayısıyla burayı da terk etmek zorunda kaldı ve annesiyle kardeşini yanına alarak Mekke yakınlarında bir köye yerleşti.[8]

Müslüman Oluşu

Hz. Peygamber (s.a.s)'in İslâm'ı tebliğe başladığı günlerde Ebû Zer (r.a) Mekke'de bir kişinin peygamberlik iddia ettiğine dair haberler aldı. Durumu araştırmak ve yeni peygamberden haber getirmek için kardeşi Üneys'i Mekke'ye gönderdi. Üneys Mekke’ye gidip durumu araştırdı. Dönünce “Muhammedü’l-Emîn” diye anılan bir zatın peygamberlik iddia ettiğini, güzel ahlâkı telkin edip kötülüklerden uzaklaşmayı emrettiğini söyledi. Kendisi de bir şair olan Üneys, Mekkelilerin bir kısmının ona “şair,” bir kısmının ise “kâhin” dediğini; ancak, O’nun sözlerinin ne kâhin sözüne ne de şiire benzediğini ifade etti.[9] Merakı büsbütün artan Ebû Zer, eline âsâsını, sırtına azığını alıp Mekke’ye gitmek üzere yola koyuldu. 

Mekke’ye gelen Ebû Zer, müşriklerin yeni dine ve Müslümanlara karşı olumsuz tavrı, kin ve nefreti dolayısıyla Mekke’ye geliş maksadını gizledi. Günlerce Kâbe'nin yanında kalıp Zemzem'le beslenerek Allah Rasûlü’ne ulaşmak için yol aradı. Ancak günler geçmesine rağmen bir türlü Allah Rasûlü’nü görememiş, tanıyamamıştı. Bir gün Hz. Ali Kâbe’de oturan, garib ve yabancı olduğu her halinden anlaşılan Ebû Zer’i fark edip evine misafir etti. Ancak ne Hz. Ali Allah Rasûlü’nden ne de Ebû Zer Mekke’deki maksadından bahsetti. İkisi de bu konuda oldukça tedbirli ve ihtiyatlı idi. Zira müşriklerin zulmü öylesine kuvvetliydi ki, içlerinden birinin Müslüman olduğu haberini alır almaz hemen üzerine çullanıyor, bayıltıncaya kadar dövüyor, ayıldıktan sonra işkenceye devam ediyorlardı. Özellikle zayıf, kimsesiz ve köle Müslümanlara karşı tavırları böyleydi.

Üç gün süreyle Hz. Ali’nin misafiri olan Ebû Zer, ilk iki gün ona hiçbir şey açıklamadı. Nihayet üçüncü gün Hz. Ali’nin, niçin Mekke’de bulunduğunu sorması üzerine Ebû Zer, peygamberlik davasıyla ortaya çıkan birinin haberini aldığını, onu görmek istediğini ve bu maksatla Mekke’ye geldiğini söyledi.[10]

Olayın devamını Ebû Zer bizzat şöyle anlatmaktadır:

“Genç (Hz. Ali),  'Arkam sıra gel. Benim girdiğim yere sen de gir. Yolda sana zarar vereceğinden korktuğum birini görürsem, ben ayakkabımı düzeltir gibi yapar, bir duvara yönelir dururum. Sen durmaz, devam edersin.’ dedi. Bu şekilde beraberce Rasûlullah'ın (s.a.s) huzuruna vardık. Bana İslâm’ı anlattı ve sonra: ‘Ya Ebâ Zer! Bu işi gizli tut ve memleketine dön. Ne zaman sana emrim ve açıkça ortaya çıktığım haberi ulaşırsa, durma gel. Bu arada, kavmine İslâm'ı anlat.’ dedi.”[11]

Allah Rasûlü Ebû Zer’den, kendi kabilesine gidip onlara İslâm’ı anlatmasını ve bunu gizli tutmasını istedi. Fakat içi içine sığmayan, Müslümanlığını herkese duyurmak isteyen Ebû Zer, doğrudan memleketine dönmek yerine önce Kâbe’ye geldi ve “Eşhedü en lâ ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve rasûlühû” diye haykırdı. Kâbe’den gelen bu sesi duyan müşrikler, “Saldırın şu dininden dönenin üzerine!” diyerek Ebû Zer'e hücum ettiler. Hz. Abbas yetişip de, “Yazıklar olsun! Onun ticaret yolunuzun üzerinde bulunan Gıfâr'dan olduğunu bilmiyor musunuz?” diye bağırıp ellerinden alıncaya kadar kıyasıya dövdüler. Fakat onların attığı bu dayak Ebû Zer’i yıldırmadı. Ertesi gün aynı şekilde Kâbe’ye gelip öncekinden daha gür bir sesle yine şehâdet getirdi. Bu sese kulak veren müşrikler, Ebû Zer’i yine acımasızca dövdüler.[12]

İbn Kesîr Ahmed bin Hanbel’den naklettiği bir başka rivayette şöyle devam etmektedir:

“Yediğim dayaktan dolayı yere yığılıp kalmışım. Kendime gelip doğrulduğumda sanki kızıla boyanmış bir put gibiydim. Zemzem kuyusuna giderek su içtim ve üzerimdeki kanı temizleyip Kâbe’ye gittim. Bir müddet Kâbe’nin örtüsünün altında saklandım. Otuz gün, otuz gece böyle bu şekilde saklandım.”

Hz. Peygamber ile görüşmek üzere Mekke’ye gelen Ebû Zer bu sırada başından geçen bir başka hadiseyi de şöyle anlatmaktadır:

“Mehtabın parlak olduğu bir gece Kâbe’de İsaf ve Naile adlı putlara dua eden iki kadından başka kimse yoktu. Onlara yaklaşıp dedim ki ‘Onları evlendirseniz ya!’ Bunun üzerine kadınlar tehditler savurup homurdanarak gittiler. Onlar aralarında bu şekilde konuşurken yolda Allah Rasûlü’ne ve Hz. Ebû Bekir’e rastladılar. Hz. Peygamber onlara ne olduğunu sordu. Kadınlar gecenin karanlığında karşılarına çıkan kişinin kim olduğunun farkına varmadan olaydan bahsettiler. Hz. Peygamber, Hz. Ebû Bekir ile Kâbe’ye gelip Haceru’l-Esved’i selamlayarak Kâbe’yi tavaf etti, sonra namaz kıldı. Ben de yanına gittim ve ona selam verdim. Ben Rasûlullah'a (s.a.s) İslâm'ın selâmıyla selâm veren ilk kişiydim. Bana nereli olduğumu sordu, Gıfâr’danım dedim. Gıfârlı olduğumu öğrenince, elini alnına koyup düşünmeye başladı. Sonra ne zamandır burada olduğumu, ne yiyip içtiğimi sordu. Ben de otuz gündür burada olduğumu, sadece zemzemle beslendiğimi hatta şişmanladığımı söyledim.[13]

Rivayetin devamında Hz. Ebû Bekir onu evine götürüp kendisine yiyecek bir şeyler verir. Ertesi gün Hz. Ali gelip Ebû Zer’i alır ve Rasûlullâh’ın bulunduğu yere götürür. Böylece Ebû Zer İslam’a girer.

Kabilesini İslâm’a Davet Etmesi

Ebû Zer Müslüman olduktan sonra Hz. Peygamber onu, İslâm’ı anlatmak üzere kavmine göndermiş ve ona şu sözleri söylemiştir: “Davetimi kavmine tebliğ et. Belki senin vasıtanla Allah onları hidayete eriştirir ve onlara yaptığın bu iyilikle de Allah seni mükâfatlandırır.”[14]

Bu görevlendirmeyle birlikte Ebû Zer, Mekke’den ayrılıp kardeşi Üneys’in yanına döndü. Üneys ona neler yaptığını sorunca Ebû Zer, Müslüman olduğunu ve Allah Rasûlü’nü tasdik ettiğini söyledi. Bunun üzerine Üneys, “Senin dininden yüz çevirecek değilim. Ben de Müslüman oldum ve onu tasdik ettim.” dedi ve Ebû Zer ile birlikte annelerinin yanına gittiler. Ebû Zer Mekke’de yaşadıklarını annesine anlatınca o da Müslüman oldu ve beraber Benî Gıfâr’a döndüler. [15]

Ebû Zer kavmine döner dönmez Rasûlullâh’ın emri doğrultusunda tebliğ faaliyetlerine başladı ve gayretleri sayesinde kabilesinden pek çok kişinin Müslüman olmasına vesile oldu. Bu dönemde onun Kureyş kervanlarına baskınlar düzenlediği, içlerinden Kelime-i Şehâdet getirenlere mallarını geri verdiği, ele geçirdiği ganimetleri ise kabilesinden yalnızca Müslüman olanlara dağıttığı rivayet edilmektedir.[16]

Ebû Zer yurdunda bulunduğu sırada zaman zaman Mekke’ye gelerek gelişmeleri Hz. Peygamber’e rapor etmiştir.[17] Tebliğ faaliyetlerine hız kesmeden devam eden Ebû Zer, Hz. Peygamber’in Medine’ye hicretine kadar geçen sürede kavminin yarısını İslâm’a kazandırmıştır. Hz. Peygamber Benî Gıfâr kabilesinin İslâm’a girmesinden oldukça memnun olmuş ve memnuniyetini şu sözlerle ifade etmiştir: “Allah Gıfâr’a mağfiret etsin.”[18]

Medine’ye Gelişi

Ebû Zer’in Medine’ye ne zaman geldiğiyle ilgili kaynaklarda farklı bilgiler var olmasına rağmen, onun Hendek Savaşı’ndan (5/627) sonra Medine’ye geldiği kanaati daha uygundur.[19] Yine Uhud Gazvesi’nden (3/625) sonra Medine’ye geldiğine dair rivayetler de vardır.

Ebû Zer Medine’ye geldiğinde belli bir müddet Mescid-i Nebevî’deki Ashâb-ı Suffa’nın yanında kalmıştır.[20] Bu vesileyle sürekli Hz. Peygamber’in yanında yer almış, onun hizmetinde bulunmuştur. Ashâb-ı Suffa akşam yemeklerine zenginlerin evlerine giderken o sürekli Rasûlullâh’ın misafiri olmuştur.[21]

Allah Rasûlü Ensar'la Muhacir arasında yaptığı kardeşlik akdinde Münzir ibn Amr ile Ebû Zer'i kardeş ilan etmiştir.[22]

Yaptığı Görevler ve Hizmetler

İbn Hişam, İbn İshak vasıtasıyla verdiği bilgide, Muharrem ayında vuku bulan Zatu’r-Rikâ (6/627) ve bu yılın Şaban ayında yapılan Benî Müstalik gazvelerinde Hz. Peygamber tarafından Medine’ye vekil bırakıldığını söylemekle birlikte bunun zayıf haber olduğunu belirtmeyi ihmal etmemiştir. Kettâni de Rasûlulah’ın vekilleri arasında Ebû Zer’in de bulunduğunu söylemektedir.[23]

Ebû Zer, Medine yakınlarında Gâbe mevkiinde Hz. Peygamber’in sağmal develerine çobanlık ederken İslâm’ın azılı düşmanlarından Fezâre kabilesinin reisi Uyeyne b. Hısn’ın baskınına uğradı ve çıkan çatışmada oğlunu kaybetti (Muharrem 6 / Haziran 627). Aynı yılın şevval ayında Hz. Peygamber’in çobanlarını öldüren Uyeynelileri yakalayan yirmi kişilik grubun içinde Ebû Zer de vardı. O kendisinin emir tayin edilmesini istemiş,[24] bu konuda Rasûlullâh’a ricada bulunmuştu. Hz. Peygamber emirlik isteğini şu sözlerle uygun bulmadığını belirtmiş ve bu isteğinden vazgeçmesi tavsiyesinde bulunmuştu: “Ey Ebû Zer! Sen zayıf kalplisin. Emirlik ise mutlak bir emanettir. Emaneti yerine getiremeyen ve emirliğin gereklerini yapmayanlar kıyamet günü pişman olur ve hüsrana uğrarlar.”[25] Müslim bu tavsiyelere ilaveten şu tamamlayıcı bilgiyi vermektedir: “…Kendim için arzu ettiğim her iyiliği senin için de arzu ederim.[26] Sen, iki kişi de olsa onlar üzerine emir olma. Herhangi bir yetimin malını da üzerine alma.”[27] O günden sonra Ebû Zer ölünceye kadar hiçbir devlet görevine talip olmadı. Verilen görevleri de kabul etmedi. Yalnız Mekke Fethi’nde ve Huneyn Gazvesi’nde kendi kabilesinin sancağını taşıdı. 

Ebû Zer’in Medine döneminde daha çok Tebük Sefer’inde ön plana çıktığını görüyoruz. Mü'min ile münafığın bir kez daha ayrıştığı bu sefere katılmak konusunda Kur'ân'ın şiddetli ikazlarını içlerinde hisseden Sahâbe-i Kirâm, ordudan geri kalmamak için ellerinden geleni yapıyorlardı. Biraz gecikenler hemen yola çıkıyor, Ebû Hayseme gibi bazıları, hanımlarının hazırladığı taze hurma ve soğuk su 'ziyafetleri'ni terk ederek:“Rasûlullah (s.a.s) Tebük yolunda; kardeşlerin ateş gibi kumlar üzerinde aç ve susuz cihad meydanlarına yürürlerken, sen Ebû Hayseme! Taze hurmalar, soğuk sular ve güzel kadınlarla safa içindesin. Vallahi, bu hâl Müslüman’a yakışmaz, billahi yakışmaz.” diyor ve kendilerini çöle bırakıyorlardı. Saadet ordusu yoluna devam ederken kimlerin geride kaldığı konuşuluyor, Rasûlullah (s.a.s), “Bırakın onları. Eğer onlarda hayır varsa, Allah arkamızdan onları yetiştirir; hayır yoksa, Allah'ın haklarındaki hükmünü göreceğiz.” diye cevap veriyordu.

Bir ara, “Ebû Zer de yok.” dediler. Rasûl-i Ekrem (s.a.s) aynı şekilde, “Onda hayır varsa, Allah onu da yetiştirir.” buyurdu. Ebû Zer, gerçekten gerilerdeydi. Çölde devesi yorulmuş ve bu sebeple devesinden inip, hem onu yedirmek, hem de yürümek mecburiyetinde kalmıştı. Bu şekilde, cihad ordusunun önünden değil de ardından yürüdüğüne hayıflanan Ebû Zer, devesiyle orduya yetişemeyeceğini anlayınca devesini bırakıp heybesini yüklenmiş ve arkadan seğirterek, yolda mola vermiş olan orduya yetişmişti. Ufukta birinin belirdiğini ve hızla kendilerine doğru geldiğini gören sahabe; “Ya Rasûlallah, bir gelen var.” dediler. Rasûl-i Ekrem (s.a.s)'in mübarek ağzından “Keşke Ebû Zer olsa!” sözleri döküldü. Gelen, gerçekten Ebû Zer'di. Kan ter içinde kendilerine ulaşan bu büyük sahâbî için Hz. Peygamber şöyle buyurdu:

“Allah, Ebû Zer'e rahmet etsin. O yalnız yürür, yalnız ölür, yalnız haşrolur.”

Ebû Zer Rebeze'de yalnız vefat ettiğinde Abdullah ibn Mes'ud, Rasûlullah'ın (s.a.s) bu sözlerini tekrarlamaktan kendisini alamadı.

Hz. Peygamber onun hep yanında bulunmasını ister ve bazı konularda görüşünü alırdı. Rasûl-i Ekrem son hastalığı sırasında da Ebû Zer’i yanına çağırtmış ve kendisini kucaklamıştı.

Hz. Peygamber’in vefatından sonra halifeliğe Hz. Ali’nin daha layık olduğu kanaatini taşımakla birlikte Hz. Ebû Bekir’e biat edildiğini görünce o da biat etti. Hz. Ömer’in hilafeti söz konusu olunca hilafetle ilgili görüşü değişmemekle beraber ona da biat etti. Hz. Ömer döneminde Kudüs, Mısır, gibi yerlerin fetihlerine katıldı. Hz. Ömer Bedir ashâbına maaş bağladığı zaman Bedir Gazvesi’ne katılmadığı halde Ebû Zer’i Bedrî kabul ederek ona Bedrîler kadar atâ bağladı. Bu dönemde muhtemelen fetihlere iştirak etmek üzere Suriye’ye gitti. Kendisine bağlanan atâ ile cihad için at satın alıp besledi ve atları başka mücahidlerle nöbetleşe kullandı.

 



[1] Hakîm, el-Müstedrek, III, 381; İbnü’l Esîr, Üsdü’l-ğâbe, VI, 96; İbn Hacer, el-İsâbe, X II, 215; İbn Abdülber, el-İstî’âb, IV, 1652; İbn Sa’d, et-Tabakât, IV, 205; Beğavî, Mu’cemu’s-sahâbe, I, 528; Aydınlı, Abdullah, “Ebû Zer el-Gıfârî”, DİA, X, 266.

[2]İbn Hacer, el-İsâbe, XII, 215; İbnü’l Esîr, Üsdü’l-ğâbe, VI, 96; İbn Abdülber, el-İstî’âb, IV, 1652.

[3]Buhârî, et-Târîhu’l-kebîr, II, 221; İbn Sa’d, et-Tabakât, IV, 206; Aydınlı, Abdullah, “Ebû Zer el-Gıfârî”, DİA, X, 266; Kapar, Mehmet Ali, “Gıfâr (Benî Gıfâr)”, DİA, XIV, 49.

[4] Buhârî, “İstiskâ’”, 2; Hâkim, el-Müstedrek, III, 384;İbn Kesîr, el-Bidâye, IV, 90; İbn Sa’d, et-Tabakât, IV,  208.

[5] Kapar, Mehmet Ali, “Gıfâr (Benî Gıfâr)”, DİA, XIV, 49.

[6] İbn Sa’d, et-Tabakât, IV, 206.

[7] Müslim, “Fedâil”, 28/132, IV, 1919 (No: 2473);İbn Sa’d, et-Tabakât, IV, 206; ;  İbn Kesîr,el-Bidâye, IV, 87; Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, 90.

[8]Hakîm, el-Müstedrek, III, 383; İbn Kesîr,el-Bidâye, IV, 87; İbn Sa’d, et-Tabakât, IV, 206.

[9] Müslim, “Fedâil”, 28/133, IV, 1919;Hâkim, el-Müstedrek, III, 382; İbn Sa’d, et-Tabakât, IV,  220, 224-225;  İbn Kesîr,el-Bidâye, IV, 85, 88; İbn Abdilber, el-İstî’âb, IV, 1653; İbn Esîr,Üsdü’l-ğâbe, VI,100;  Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi, 90.

[10]Hâkim, el-Müstedrek, III, 382; İbn Kesîr, el-Bidâye, IV, 85.

[11] İbn Kesîr, el-Bidâye, IV, 86. Ayrıca bkz. Hâkim, el-Müstedrek, III, 382;İbn Sa’d, et-Tabakât, IV,  211.

[12]Buharî, Sahîhu’l Buhârî, II,322-323; Hâkim, el-Müstedrek, III, 382-383;  İbn Sa'd,et-Tabakât,  IV, 211; İbn Kesîr, el-Bidâye, IV, 86.

[13]Hâkim, el-Müstedrek, III, 384; İbn Kesîr, el-Bidâye, IV, 88; Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi, 91. Ayrıca bkz.  Müslim, “Fedâil”, IV, 28/133, 199, (No: 2473).

[14] Müslim, “Fedâil”, 28/133, IV, 1923, (No: 2474), İbn Kesîr, el-Bidâye, IV, 90.

[15]İbn Sa’d, et-Tabakât, IV, 208.

[16]Müslim, “Fedâil”, 28/133, IV, 1919, (No: 2473); İbn Kesîr, el-Bidâye, IV, 90; Aydınlı, Abdullah, “Ebû Zer el-Gıfârî”, DİA, X, 266.

[17] İbn Abdülber, el-İstî’âb, IV, 1655.

[18] Buhârî, “İstiskâ’”, 2; Hâkim, el-Müstedrek, III, 384; İbn Sa’d, et-Tabakât, IV, 208; İbn Kesîr, el-Bidâye, IV, 90.

[19] İbn Sa’d, et-Tabakât, IV, 212.

[20] Belâzurî, Ensâbu’l-eşrâf, I, 272.

[21] Vâkıdî, Kitâbu’l-meğâzî, II, 571, 849.

[22] İbn Hişâm, es-Sîre, II, 152.

[23] Kettâni, Ebü’l-Es’ad el İdrisi, et-Terâtibü’l-idâriyye, I, 19;Bkz. Balcı, İsrafil, “Bir Yalnız Sahabi Ebû Zer el-Gıfârî”, Ondokuz Mayıs Üniversitesi Dergisi, sy. 10, Samsun 1998.

[24]Vâkıdî, Kitâbu’l-meğâzî, 538.

[25] Müslim, “İmâre”, 3-4/16, III, 1457, (No: 1825).

[26]Vâkıdî, Kitâbu’l-meğâzî, 538.

[27] Müslim, “İmâre”, 3-4/16, III, 1457, (No: 1826). 

Yazar: 

Yeni yorum ekle

Image CAPTCHA
Enter the characters shown in the image.