Müşriklerin İlahi Tebliği Reddetmelerindeki Ekonomik Sebepler

Behiye ŞAHİN - 

Kelime olarak “barış” manasına gelen, sevgi ve güzellik dini İslam, taşıdığı evrensel mesajlarla kısa sürede geniş kitlelerin kabul ettiği bir din olmuştur. Pek çok kişinin iman etmesine karşılık bu yeni din, özellikle ilk dönemlerde müşrik olarak adlandırdığımız kimselerin büyük tepkisini çekmiştir. Peki, çoğunlukla toplum içinde önemli mevkilerde bulunan, son derece akıllı ve geniş bir kültüre sahip bu insanların İslam dinine kapalı kalmalarının sebepleri neler idi? Bu sorunun pek çok cevabı olmakla birlikte dönemin ekonomik ortamının, müşriklerin Peygamber’e inanmama gerekçeleri arasında önemli bir yere sahip olduğunu söyleyebiliriz. İnkâr psikolojisinin nedenlerini anlayabilmek için İslam öncesi Arap toplumunda ticaretin önemine kısaca değinmekte fayda var.

Arazisi, susuz ve ekinsiz bir sahra olduğu için Mekke halkı diğer Araplardan farklı olarak ticarette ilerleyip, üstünlük kazanmışlardı.[1] Bütün Arap kabileleri Kureyş’e saygı gösteriyordu. Zira Kureyş; Kâbe’nin idaresini yürütüyor, onu muhafaza ederek şerefini koruyordu. Kureyş ticaret kervanlarının Araplar arasında son derece itibar görmesinin en büyük sebeplerinden birisi buydu. 

Mekke’nin coğrafî konumu da ticaretin gelişmesine ayrı bir katkı sağlıyordu. Çünkü Mekke, kuzeyde Şam ile güneyde Yemen arasında, ikisine de aynı uzaklıkta bir mevkide yer almaktaydı. Kış seferi Yemen’e, yaz seferi ise Şam’a olmak üzere yılda iki defa kervan çıkararak büyük gelir elde eden Kureyş’in bu durumuna Allah Teâlâ Kureyş suresinde şu ayetlerle işaret etmiştir: “Kureyş’in güvenini sağlayıp, onlara kış ve yaz yolculuğunu kolaylaştırdığı için bu evin (Kâbe) Rabbine kulluk etsinler. O Rab ki, onları yedirip açlıktan kurtardı ve onları korkudan güvene kavuşturdu.”[2]

Arap yarımadası, yabancılar için sarp ve korku verici idi. Mekkeliler, ülkenin emniyetli ve tehlikeli bölgelerini biliyor, coğrafî koşullarına tahammül edebiliyorlardı. Bu sayede bölgeler arası ticareti ele geçirmişler, bilhassa ticaret mallarının sevkini ellerine almışlardı. Tüm bu koşullar neticesinde Mekke halkı, büyük servetler kazanmış; aralarında Ebû Süfyan, Velid bin Muğire gibi büyük zenginler ortaya çıkmıştı.[3]

Dikkate değer bir husustur ki Mekke halkı, hayatlarının merkezine ticareti aldığı hâlde ilk nazil olan surelerde somut olarak ticarî hayata dair herhangi bir atıfta bulunulmamıştır. Ekonomiyi son derece yakından ilgilendiren faiz yasağının bile ancak son dönemlerde getirildiğini görmekteyiz. Hicret öncesi nazil olan surelerde en çok dikkat çeken husus, tevhid vurgusudur. Mekkî surelerde özellikle inanç, düşünce ve fikir yönünden sağlıklı bir toplum oluşturma hedefi bulunmaktadır. İlk dönemde nazil olan ayetlerle yanlış ve manasız inançlar kınanmış ve reddedilmiştir. O halde ilk dönem itibariyle ticari hayat hususunda bir düzenlemede bulunmayan İslam’a karşı müşrikler, hangi ekonomik gerekçelerle tepki göstermişlerdir?

Bu sorunun öncelikli cevabı Kâbe’nin idaresi meselesidir. Tevhid inancının kabulü, Kâbe’nin putlardan temizlenmesi demektir ki bu durum diğer Arap kabilelerinin tepkisini çekmekle birlikte Kureyş’in Kâbe’nin koruyuculuğu unvanına gölge düşürmesi manasına gelmektedir. Artık bu şereften yoksun kalacak olan Kureyş, diğer kabilelerle arası bozulduğu için eskisi gibi korkusuzca ticaret yapamayacak böylece ekonomik hayatlarına büyük bir darbe vurulmuş olacaktı. İşte bu düşünceler yeni dini kabul etme hususunda ticarî kaygıların başında gelmekteydi.

Diğer yandan tevhid fikrine karşı çıkmalarının arkasındaki asıl sebep belki de, müşriklerin muazzam bir gelir kaynağına dönüştürdükleri din ticaretinin tehlikeye girmiş olmasıydı. Artık hiç kimse put satın almayacak, bağışta bulunmayacak ve onların dinî otoriteleri yıkılacak; böylece sürekli akmakta olan rant kaynakları kuruyacaktı. Ayrıca kölelere verilen haklar, toplumdaki dengeleri altüst edecek; üst tabakanın ellerinde bulundurdukları şehir yönetimine halk da ortak olmak isteyecek, böylece siyasî otoriteleri de sarsılacaktı.[4]   

            Müşriklerin ekonomik gerekçelerle İslam dinini kabul etmemelerinin diğer bir sebebi, ticaretlerinin menfaat ahlakı üzerine şekillenmiş olmasıydı. İslam’ın fert ve toplum için çizdiği ahlak şekli ise insan-ı kâmil ahlakıdır. İnsanın ticaret yaparak menfaat sağlamayı ve zengin olmayı arzu etmesi gayet tabidir. Ancak menfaatin hem maddi hem manevi olabileceği unutulmamalıdır. İşte müşriklerin unuttukları bu husus onları sadece dünyayı kazanmaya yönelik bir hayat anlayışına itmiştir. Hâlbuki ahiret için de ticaretin varlığı ve gerekliliği Saf suresindeki şu ayetlerle çok veciz bir şekilde ifade edilmiştir:

“Ey iman edenler! Sizi gayet acı bir azaptan kurtaracak, üstelik size çok kârlı bir ticaret sağlayacak bir iş bildireyim mi? Allah’a ve Elçisi’ne inanır, Allah yolunda mallarınızla ve canlarınızla mücahede edersiniz. Eğer bilirseniz bunu yapmak sizin için çok hayırlıdır.”[5]

İnsan nefis ve malını Allah’a satmak suretiyle hakiki kâr kazanabilir. Fakat müşrikler bu imandan ve şuurdan mahrum olduklarından menfaatlerini sadece maddi ve dünyevi hayata hasrederek ticaret dengelerini bozmuşlardır. Bu kusurlu düşüncelerinden ötürü Peygamberimize (s.a.s) davasından vazgeçmesi için zenginlik, meliklik gibi türlü tekliflerle gitmişler; ancak her seferinde kısır ve dar kalıplı anlayışlarıyla birlikte geri dönmek zorunda kalmışlardır.

Müşriklerin tamamen kendi menfaatleri ve daha çok kazanma anlayışına dayalı bu hayat tarzları İslam’ın ruhuna aykırıdır. Ticaret sayesinde kazandıkları servetler ile şekillenen bu hayat felsefeleri de müşriklerin İslam ahlakıyla ahlaklanmaları yolunda önemli bir engel teşkil etmekteydi.

Yine Kasas Suresi’nde müşriklerin inanmamalarının sebebi olarak ticaretlerinin kesada uğramak suretiyle mevkilerini kaybetme korkusu olduğu belirtilir.

“Onlar, ‘Sizinle beraber doğru yolu tutarsak, kendi yurdumuzdan koparılıp çıkarılırız.’ dediler. Biz onları tarafımızdan bir rızık olarak, her türlü meyve ve mahsullerin kendisinde toplandığı, saygın ve güvenli bir yere yerleştirmedik mi? Fakat onların çoğu bilmezler. Biz nimetler içinde şımaran nice memleket halkını helak etmişizdir. İşte kendilerinden sonra içlerinde pek az oturulmuş yurtları. O yurtlara biz varis olduk, biz!”[6]

Müşriklerin kaybetme korkusunun, verdikleri kararları ve hayatlarını ne derece şekillendirdiğini Ebû Zerr (r.a)’in başına gelen şu hadise çok açık bir şekilde göstermektedir.

Müslüman olmak için Peygamberimizin (s.a.s) yanına gelen Ebû Zerr (r.a) Mescid-i Haram’da yüksek sesle şehadet getirince Mekke müşrikleri onun üzerine hücum etmiş ve kendisini şiddetle dövmeye başlamışlardır. Durumu gören Peygamberimizin (s.a.s) amcası Abbas(r.a) koşup Ebû Zerr (r.a)’in üzerine kapanmış ve “Yazık size! Gıfar kabilesinden bir adamı öldürüyorsunuz. 0nların, ticaret kervanlarınızın yolu üzerinde olduğunu bilmiyor musunuz?” diye haykırmış ve onu kurtarmıştı. Müşrikleri, Ebû Zerr (r.a)’i öldürmekten vazgeçiren tek şey ticaretlerinin bir zarara uğraması korkusuydu.

Müşriklerin Peygamber’in davetini reddetme sebepleri çok yönlüdür. Bunlar arasında atalarının inançlarını devam ettirme gayreti, değişime direnme, saygınlıklarını kaybetme korkusu, kendilerini çepeçevre saran kibir duygusu gibi sebepler sayılabilir. Aslında bu sert direnişin arkasında yatan en önemli sebebin, ekonomik ve ticarî yönden kaybetme kaygıları olduğu söylenebilir.

 

 

 

 

 

 

 



[1] Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, 40-41, İstanbul 2009, Beyan Yayınları.

[2] Kureyş Suresi.

[3] H. İbrahim Hasan, İslam Tarihi, 1. Cilt, s. 83-84, İstanbul 1996.

[4] B. Mümtaz Aydın, “İnanıyorum”, Sızıntı, sayı:262, Kasım 2000.

[5] Saff 61/10-11.

[6] Kasas 28/57-58.

Yeni yorum ekle

Image CAPTCHA
Enter the characters shown in the image.