Şule Yüksel Şenler’in büyük sorusu: Bize ne oldu?

İstanbul’a ayak bastığım tarih 1970. Henüz beş yaşındayım. Ayak bastığım her yer çamur. iki sene sonra evimizin önünde baraka bir ilkokul açıldı. Kağıthane Sanayi Mahallesi’nin yeni adı Yaşar Doğu olan Başarı Okulu’nun hemen karşısındaki dükkanlar ilkokul 1.sınıf öğrencileri için sınıf yapılmıştı. Ben önce bu dükkanlarda okula başladım. Sonra ikinci dönem evimizin yakınındaki teneke barakalara yerleştirildik. Yeni okulumuzun adı “Çimentepe İlkokulu” idi.  İlkokul öğretmenimiz Jale Hanım ve daha sonra gelen Semra Hanım hayat boyu hafızamdan çıkmayacak isimlerdi. İki öğretmenimde de dikkatimi çeken iki özellik sivri topuklar ve cilalı uzun tırnaklardı. Gecekondu mahallesi olduğu için semtimizde kadınların hemen hemen hepsi yöresel özelliklere uygun olarak örtülüydüler. Annemin de bürgüsü vardı. O zamanın çocuk zihniyle okuyan kadınların açılma hakları olduğuna dair bir kanaate sahiptik. Annem ve ablam ilkokuldan sonra okumadığına göre elbette yaşmaklı, yeldirmeli ve bürgülü olacaktı.

Din derslerimize Allah’a ve dine inanmayan bir öğretmen girmekteydi. Nice sonra o tür kişilere “ateist” denildiğini öğrenecektim. İşte o öğretmenimiz dinin nasıl insanları ve toplumları geri bıraktığını, babalarımızın ve annelerimizin ne denli cahil bırakıldıklarını seviyemize inerek türlü taklitler yaparak anlatıyordu. Ne varsa Batı’da vardı. Doğu ülkeleri çağdaşlaşamadıkları için geri kalmışlardı ve daha neler neler… Ailemiz bizi okulda aldığımız yanlış bilgilerden beynimiz temizlensin diye mahalle camiinin Kur’an hocasına gönderirlerdi. Okulda anlatılanla camide anlatılan arasındaki temel fark; okulda beynimizi kirleten öğretmenin seviyemize inmesi, camide beynimizi temizlesin diye gittiğimiz hocanın ise seviyemize inmek şöyle dursun, her ifadesinde yüksekten atmasıydı. Cami hocamızın o zamanlar neden bu kadar yukarıdan konuştuğunu şimdi daha iyi anlıyorum; bu durum hocanın dini hep yukarıyla irtibatlı sanarak hiç yere indirmemesi yüzündendi. Yaşadığımız mahallenin o yıllar Güneydoğu’nun bir mezrasından hiç farkı yoktu. Seyrantepe çöplük Mecidiyeköy dutluktu. Okula giderken çantamızda “Hayat Bilgisi” kitabı, camiye giderken “Namaz Hocası” kitabı vardı. Bir süre sonra okulun son günleri “Tatil Kitabı” diye bir kitap daha tutuşturdular elimize. Camide ise Elif Cüzü’nü bitirir bitirmez “Karabaş Tecvidi” ile tanıştık.

Biz ayağımızı bastığımız yerde çaresizliğin ve can sıkıntısının çukurunu açmaya çalışırken Yüksel Şenler adında bir genç kadın isminin önüne yolunu aydınlatmasına yardımcı olsun diye “Şule” kelimesini, sonuna da evliliğinin tescili olarak Kars soyadını ilave ederek “Huzur Sokağı” romanını yazmıştı. Üç şeyden de habersizdik: Huzurdan, romandan ve Şule Yüksel Kars (Şenler)den. Bir an önce büyümemiz ve baraka sınıfların tanrı tanımaz din öğretmenlerinin çizdiği dünya fotoğrafından kurtulmamız lazımdı. Sanki biz çok arkadan geliyorduk hep de bir kadın tek başına bizim geçeceğimiz yollardaki çalıları, dikenleri ve barikatları topluyordu: Şule Yüksel Şenler.

Huzur Sokağı’nı ortaokul sıralarında okudum. Romanda geçen olaylar, çevre ve şahıslarla öyle bir benzerliğimiz yoktu. Ne Feyza idik ne de Bilal. Tam tersi, arada kalmışları oynuyor gibiydik. Okulda ailede öğrendiklerimizi bertaraf etmeye çalışan bir yapı, camide okula güvensizlik, evde ise okul ve cami mücadelesinde başarılı olması istenen bir evlat beklentisi vardı. Biz bu mücadele içerisinde her iki tarafa da savrulduk durduk. Zamanla bu savruluş yuvarlanmaya dönüştü. Huzur Sokağı bir süre sonra film olmuştu. Üstelik Türkan Şoray ve İzzet Günay başrolleri paylaşıyordu. Bundan iyisi olamazdı. Her iki artisti de kendimizce hidayet yakıştırıp içimiz ısınmıştı birden. Mahallemizde düzgün film oynatan bir sinema olmadığı için bu filmi çok sonraları ancak izleyebilmiştik. Neredeyse “aşk”ın bile muzır kabul edildiği dönemlerden bahsediyorum. Ne büyük bir cesaretti ki bu filmde önemli ölçüde “aşk” vurgusu vardı ve hidayete doğru giden süreç “aşk”ı  tolere ediyordu.

İlk milli sinema örneği kabul edilen filmin yönetmeni Yücel Çakmaklı ismini sonraki yıllar çok daha iyi tanıyacaktık. Bülent Oran ve Yücel Çakmaklı birlikte senaryoya uyarlamışlardı. Bülent Oran’ı ise merhum Ayşe Şasa ile birlikte tanıyacaktık. Ne de olsa burası ihtilal havasının dört bir yanı kuşattığı Latife Tekin’in “Berci Kristin Çöp Masalları”nı yazacağı 70’li yılların Kağıthane Sanayi Mahallesi idi. İkide bir gece güç bela yaptığı gecekondusu gündüzleyin yıkılan insanların sokağına yanlışlıkla da olsa  huzur girmiş değildi. İlkokulu bitirip de Şişli İmam Hatip Lisesi’nin Ortaokulu’na başladığımda yeni bir dünyaya adım atmış gibiydim. İklim birdenbire değişmişti. Okumak bana göre değildi. Soru ile yatıp soru ile kalkıyordum. Sanayi Mahallesi’nin tam karşısı Yeni Levent’ti. Ve orada yaşayanlara yağmur, dolu ve yüksek sıcaklık hiçbir şey yapmıyordu. Belediye zabıtası kafasını çevirip bakmıyordu bile. Çeliktepe’nin karşısı neden 4. Levent’tiGültepe’nin tam karşısına ne diye 1. Levent’i dikmişler? O yaşlarda bu sorular peşimi hiç bırakmıyordu. Sanayi Mahallesi’nde bir kırtasiye vitrininde sorularıma kardeş olacağını sandığım bir kitap gözüme ilişti ve bir hafta boyunca harçlıklarımı biriktirerek bu kitabı satın aldım: “Bize Ne Oldu?” - Şule Yüksel Şenler. İnanmayacaksınız belki, ama ben o gün bugündür hep bu sorunun peşindeyim: Bize ne oldu? İlk denemelerimdeki eleştirel bakış ve kısık ateşte kaynayan öfke ve heyecan hep bu kitaptan bana emanet kalan duygulardır.

Dönüşmeden de gelişebilir insan, istikametini koruyarak da hedefine ulaşabilir. Bu gerçeği anlamazlıktan geliyor olmalıyız ki cümle âlem bulunduğu yeri terk ederek kendilerine yeni mecralar, değişik güzergahlar arıyorlar. Hâlbuki biz sabitemizle var oluşumuzun tadını çıkarıyorduk yıllar yılı. Huzur Sokağı, Mutlu Kent Sitesi’ne dönüştü. Sokak da kalmadı ki huzuru oraya sığdıralım. Sokaklarımızı park halinde otomobiller işgal etti, huzurumuzun yerleşeceği yere konformist hayatımızı yerleştirip, keyifli ve bol kazançlı mutluluk istasyonları kurduk.

İşten eve dönerken sokak ortada yoktu. Bir adam bir kadına üst kattan aşağıya ağız dolusu bağırıp küfürler savuruyordu; belli ki bağırıp hakaret ettiği kişi kendi öz karısıydı. Herkes hiçbir şey yokmuş gibi temposunu bozmadan asansörlere doğru yürüyordu. Mahallenize 24 saat huzur vereceğiz diyen belediye de sözünde durmamıştı. “Var mıydı ki zaten” diyenlerin dışındaki kişiler için de “huzur” başka sokaklara taşınmıştı.

Sevgili dostlar, bu akşam Şule Yüksel Şenler de rahmet-i rahmana kavuşarak öz ülkesine taşındı. Ülkemizin en zarif mücadele insanını da kaybettik. O kavuştu, biz kaybettik. Allah gani gani rahmet eylesin!

Kaynak: Dünya Bizim

Yazan: Hüseyin Akın

Yeni yorum ekle

Image CAPTCHA
Enter the characters shown in the image.