Sovyetler döneminde oruç ve Ramazan'a dair

Konuyu deryadan katre gibi az olsa da imkân olduğu kadar tatmin edici bir şekilde anlatmak için söze biraz uzaktan başlamam gerekir. Şöyle ki yakın tarihlere dek dünyanın süper gücü, Batı’nın kâbusu vs. olarak bilinen Sovyetler Birliği, ideokrat sistemdeki bir devletti. Komünist iktidar tarafınca desteklenen ve tutturulmaya çalışılan Marksizm’den ziyade Leninizm ideolojisi topluma hükümferma idi. Bu ideoloji onların kendi ifadelerince saldırgan ateizm ve materyalizm üzere kurulduğundan dolayı yeryüzündeki hiçbir inanç sistemini tanımazdı. Bununla da yetinmeyip bütün dinlere karşı sonuçları çok feci olan bir mücadeleye girişmişti. 1921'de Moskova’da “Tanrısızlar Cemiyeti” kurulmuş olup, o sivil toplum teşkilatı maskesi altında faaliyet gösteren bir parti ve devlet idaresiydi. “Bezbojnik” (Tanrısız), “Ateist”, ”Anti-religioznik” (Din karşıtı), ”Voinstvuyuşçiy ateizm” (Saldırgan ateizm) gibi dergiler resmi yayın organlarıydı. Özbekistan’da ise “Hudasızlar” dergisini çıkarıyorlardı.

İçki deposuna, domuz ahırına çevrilen camiler

İktidarın dediklerinin pratiğe dökülmesi için din ehli, bırakın vecibelerini yerine getirme imkânını, belki yaşama hakkından mahrum edilmişti. Onlar resmi politikaya göre aydın, tüccar, bürokrasi vb. ahali katmanları gibi eski kapitalist sistemi yeniden meydana getirebilecek olan tehlikeli düşmanlardı!? Toplum tasavvurundan dini hatırlatan her şeyin silinmesi için ulema, meşayih katliamı yetmiyormuş gibi cami ve mescitler, bunun beraberinde medrese, hanaka ve diğer kültür ve manevi hayat müesseseleri kapatıldı, yerle bir edildi veya başka amaçlarda kullanıldı.

Kendim şahit olduğum vakalardan bahsedersem, Taşkent’teki bizim yaşadığımız mahallede Evliya Kâh Ata Türbesi ve camisi bulunuyordu. Burası yetimhaneye çevrilmişti ve her devlet yetimhanesi o zamanki Moskova menşeli kurallara göre bünyesinde domuz besiciliğiyle iştigal etme zorundaydı. Üstelik cami avlusundaki ek bina bir gayrimüslime verilmişti. Mahallemizdeki başka üç mescitten biri iş yeri olmuş, ikisi gayrimüslimlere konut olarak taksim edilmişti. Bunun da adı proletarya enternasyonalizmi idi. 1989’da bir grup mahalle sakininin kesin talebi üzere ayakta kalan bir mescit ve Kâh Ata Türbesi Camisi geri alındı ve halihazırda halka hizmet ediyor. Ek binadaki “biraderler” de kovulmuşçasına kayboldular. Taşkent’in ünlü Eski Cüve Çarşısı’ndaki 600 yıllık cami zanaat imalathanesine, onun yanındaki güzelim Tohta Bayvaçça Camisi ise içki deposuna çevrilmişti. Bu iki dergâhın geri alınmasına iştirak ederek onların tamiratına katılırken o kadar çok çöp, dolu veya boş şişe kolileri taşımaktan epey yorulmuştum. Bunları kendim bizzat görüp yaşadığım için burada küçük de olsa bir misal olarak hatırlatmayı uygun buldum.

“Eşek çamurdan geçince” tekrar eskigünlere döndük

Dine böyle barbarlarca münasebet ta 1940’li yıllara kadar devam etti. Derken II. Dünya Muharebesi başlıyor ve Sovyetler Birliği, Almanya’yla savaşa giriyor. Askeri hazırlık açısından her yönden üstün olan “şanlı” (!) Kızıl Ordu ardı ardına yenilmeye başlıyor. Savaşın ilk üç ayında yaklaşık 5 milyon asker (ölü veya esir olarak) kayıp veriliyor. İş ölüm-kalım safhasına gelince Sovyetler, kontrollü olsa da inanç hürriyetine kapıları açıyorlar. Alelacele ateizm propagandasıyla meşgul teşkilatlar ve idareler kapatılıyor, sağ kalan din erbabından Diyanet Başkanlıkları oluşturuluyor, yıkımdan kalan camiler açılıyor, bazı yasaklar kaldırılıyor. Bundan memnun olan halk cephedeki çocuklarına daha da fedakârca savaşmalarını isteyerek mektuplar yazıyorlar. Ordu gittikçe moral kazanıyor ve o dönemden, yani 1943'ten itibaren, Alman ordusu yenilmeye başlıyor ve 1945'te de tamamıyla mağlûp oluyor.

İşler bitince, Özbek deyiminde denildiği gibi “eşek çamurdan geçince” Kremlin’deki idareciler eski siyasetlerine geri dönüş yaptılar. Tekrar camileri kapatma, din adamlarına özel vergi uygulama, geniş din aleyhtarı propaganda, kreşten ta üniversite doktora kurslarına dek mevcut kurumları kapsayan ateist eğitim sistemi oturtuldu. Sonuçta milletin maneviyatına ağır darbe indirilmiş oldu. 1980’lere geldiğimizde Taşkent gibi büyüklük açısından Sovyetler Birliği'nin dördüncü şehrinde ancak 12 cami faaliyetteydi. Diğer Orta Asya cumhuriyetlerinde durum daha da perişandı. Duşanbe’de 5, Aşkabat’ta 2, Almatı ve Bişkek’te ancak birer cami kalmıştı. Aynı zamanda göstermelik, daha doğrusu göz boyamalık “vicdan hürriyeti” siyaseti yürütülüyordu: Buhara’da talebe sayısı 50’yi geçmeyen ve öğretim süresi 8 yıl olan bir medrese, Taşkent’te küçücük bir İslam Enstitüsü sanki din adamları yetiştiriyordu; dış propaganda amaçlı “Sovyet Şarkı Müslümanları” dergisi çıkarılarak bedava dağıtılıyordu. Diyanet Başkanlığının üst düzey yöneticilerinin esas görevi ülke ve dünya kamuoyunda “Orta Asya Müslümanları komünist devlet sayesinde öyle bahtiyarlar ki...” havasını oluşturmaktı. Başlarında kocaman sarıklar, üstlerinde rengarenk kaftanlar giymiş bu bir nevi artistlere, maalesef, çoğu millet ve birtakım dış ülkeler de kandılar. Oysa ahval hiç de iç açıcı değildi. İşte bu politika geçen yüzyılın 50’li yıllarından ta SSCB’nin 1991’de dağılmasına kadar devam etti. Şimdi o yıllarda Orta Asya Müslümanlarının dinlerini, ez cümle Ramazan-ı Şerif ayını nasıl yaşadıklarını anlatalım.

Allah korkusu her vakit milletin kalbinin derinlerindeydi

En evvel şunu söylemeliyim ki kanunen Sovyetlerde Ramazan'ı kutlama, oruç tutma, diğer dinî vecibelerde de olduğu gibi yasak değildi. Ancak o dönemlerde âdeta Ramazan ayı gelmeden önce radyo, TV (siyah-beyazı 1955’te, renklisi 1970’li yıllarda gelmişti) ve vakitli matbuatta orucun zararları (?) hakkında yayınlara geniş yer veriliyordu. “Bilim Cemiyeti”, yani kılıf değiştirmiş eski “Tanrısızlar Cemiyeti” mensupları kurum ve okulları dolaşarak Ramazan vesilesiyle din aleyhtarı sohbetler düzenlerlerdi. Bunlara katılmak zorunluydu, çünkü toplantılar mesai zarfında yapılırdı. Ortaokul ve liselerde öğretmenlere oruç tutan öğrencileri tespit ederek oruçlarını zorla bozdurulması talimatları verilirdi. Buna boyun eğmeyen öğrencilerin velilerine problem çıkarılması sıradan bir işti.

Milletin böyle çabalara tepkisi genelde olumsuzdu, pasif bir direniş yoluyla karşılık verirlerdi. İnsanlar kendi imkânları elverdiği kadar Ramazan-ı Şerif'e hürmet ve izzet gösterirlerdi, yani himmet edenler oruç tutardı, tutamayan oruçluyu destekler ve saygı gösterirdi. Şöyle ki, kozmopolit bir yapısı olan Taşkent’te bile diğer cumhuriyetlerde olduğu gibi 30 gün Ramazan mabeyninde düğün, eğlenceli ziyafet vb. etkinlikler yapılmazdı. Çünkü böyle işlerde içki olduğu için millet daha fazla günaha batmaktan kaçınıyordu. Bu ayda sokaklarda her zaman görülen sarhoşlar dahi ortalıktan kaybolurdu. İnsanların birbirlerine karşı daha da saygılı olmaya çalıştıkları sezilirdi. İstatistikler bu ay mabeyninde kanunu bozma hâdiselerinin gittikçe azaldığını gösterirdi. Demek ki, günah-sevap, helal-haram, Allah korkusu her vakit milletin kalbinin derinlerindeydi. İşte o gönül derinliklerine tanrısızlar hiçbir zaman hâkim olamadılar.

Genelde oruç tutanların Müslüman sayılan toplam ahaliye göre yüzdesi küçüktü. Oruçlulardan ziyade oruç tutanlara sempati besleyenler çoğunluktaydı. Bu kısım ahali oruç tutmasa da Ramazan etkinliklerinde daima aktifti. Onlar için iftarlara katılmak, teravih kılanlara hizmet etmek, iftar düzenlemek vs. sanki daha önemliydi.

Her gün nerede iftar yapacağımızı önceden belirlerdik

Peki, Ramazan'ı gerçek manada yaşayanlar nasıl oruç tutarlardı? Bütün İslam âleminde olduğu gibi önce sahura kalkılırdı. Sahura çoğu zaman kendimiz kalkıyorduk, kimse uyandırmazdı. Tarihî mahallelerde mahalle bekçisi elinde “şakıldak” denen âleti evire çevire ses çıkararak (iki kaşığın birbirine vurulduğunda çıkan ses gibi) sakinleri sahura uyandırıyordu. Mesela, bizim ‘Kah Ata’ mahallesinde bu vazifeyi her Ramazan Aziz Karavul ismindeki mahalle bekçimiz yapardı. Sonradan bu iş kendiliğinden bitti. Davulcular gibi olmasa bile bunların da Ramazan hayatında kendine özgü yeri vardı.

Sahur sofrası her zaman çok titizlikle hazırlanırdı. Aynı Türkiye’de olduğu gibi çok ciddiyet gösterilirdi. Yıllar geçip o günleri hatırlayıp şöyle geriye bakarken kalbim masum, ılık ve mübarek duygularla dolup taşıyor. Düşünüyorum da o sessiz ve güzel gecelerde sahura kalkıp sofra etrafında oturarak oruca niyetlenirken kendimizi toplum mekanizmasının bir vidası veya kendi ülkesinde garip olan birisi değil, belki kutsaldan anlayan, ona yönelen bir varlık olarak hissederdik. Bu varlığın Yüce Yaratıcısı var. O her şeyden büyüktür. O’nun adaleti mutlaktır. O’nun dediği olur ve O bize birileri gibi bu dünyada hayali “cennet” değil, öbür dünyada gerçek ve mutlu bir hayat bahşedecek. Ah, o günler böyle ümitler, fikirler bizi ne kadar mutlu ederdi.

İftar konusuna gelince şunu belirtmeliyim ki Ramazan'a az bir vakit kala önce akrabalar sonra dostlarla istişare edilerek bir liste çıkarılırdı. Bu otuz gün Ramazan iftarlarının çizelgesiydi. Buna göre her gün nerede iftar yapacağımız belli oluyordu. 1960 -1980 yılları arası Ramazan'a karşı iktidar tarafınca biraz müsamahalı davranış söz konusu olduğundan iş yerlerimizden iftara yetişmek için erken ayrılabiliyorduk. Çoğu idareciler buna müsaade ederlerdi, ancak tersini yapanlar da az değildi. İftar için tandır samsası (içi bol etli börek) yapılırdı, mutlaka semaver konulur, iki kişiye bir çaydanlık hesabından Hint veya Seylan çayı demlenip hazırlanırdı. İftarlar için genelde zengin sofralar hazırlanırdı. İnsanlar maddi imkânlarını zorlayarak iftarın en güzel bir şekilde düzenlemesinde sanki yarışıyorlardı.

İftardan önce “Emri bil Maruf Nehyi anil Münker" konulu sohbetler olur, akabinde soru-cevaplarla pekiştirilir ve Kur’an ziyafetiyle iftar edilirdi, Özbekçe ifadesiyle “ağız açılırdı”. Ağız açıldıktan beş dakika sonra akşam namazı kılınır ve yemeğe devam edilirdi.

Bayramlaşmalarımıza fazla engel çıkartmıyorlardı

İftar sonrası teravih namazı için camilere koşulurdu. Bu namazlar çoğu zaman hatimli olurdu. Hangi camide daha da ünlü hafız hatimle kıldırıyorsa orada teravih namazı kılmaya gidilirdi. Başka zamanlarda tenha olan camiler Ramazan vesilesi ile kalabalık olurdu. Derken Ramazan günleri sona doğru ilerler ve bayram yaklaşırdı. Tabi ki bayram için tatil verilmezdi ve mesaiye devam edilmeliydi. Ama yine de üç gün Ramazan bayramı kutlanageldi. Türkiye’deki gibi coşkulu olmasa da...

Bayram namazında camilere insanlar sığmaz, gelenler civardaki sokaklara taşardı. Kar, yağmur, fırtına olsun fark etmezdi. Bu namazlar her vakit özel bir sevinç, coşku havasında kılınırdı. Bitince de herkes birbiri ile kucaklaşarak bayramı tebrik ederdi. Aslında İslam’ın evrenselliğini böyle bayram namazlarından birinde anladığımı burada söylemeliyim. Çünkü bir gün gördüm ki yanımdaki ve önümdeki safta Özbek olmayanlar, yani Tacik, Kazan Tatarları, Kafkasyalılar ve dışarıdan gelen zenci talebeler ibadet ediyorlardı. Çok şaşırmış ve etkilenmiştim. İşte İslam’ın kucaklayıcılığı... Namaz akabinde camilerin yanındaki seyyar satıcılardan şeker, oyuncak, balonlar, sıcak tandır pideleri satın alarak evlere gidilirdi. Milletin çoğu genelde önce büyüklerinin evlerine gider, onların bayramlarını kutlar, Kur’an okur, sofrada biraz oturduktan sonra evlerine yönelirlerdi.

Ramazan ve Kurban Bayramları nedense ölenleri de hatırlama günleri hâlinde olduğundan “bu milli âdetimizdir” bahanesiyle iş yerlerimizden izin alırdık. Ve genelde bayramlaşmalarımıza fazla engel olmuyorlardı. Ramazan bayramı hürmetine evlerde zengin sofralar hazırlanır, onlar “nişalda”, “orama”, “kuşdili”, “çekçek”, “sanza” v.b. gibi bayrama özel yemeklerle süslenir, evlerde bol bol misafir ağırlanırdı. Ramazan bayramı bizlere Müslüman ümmetinden olduğumuzu tekrar hatırlatır, sılayı rahim, dayanışma, sevgi, saygı içinde birbirimize destek olmamız gerektiği hissini kuvvetlendirirdi.

Yeni gelinlerin bayram sofrası

Orta Asya’da Ramazan günlerinin vazgeçilmez yönlerinden biri de otuz Ramazan akşamında erkek çocukların gruplar oluşturarak ev ev dolaşıp Ramazan ilahilerini (Ramazan Aytış’dır) söylemeleridir. Genelde yaygın olan aşağıdaki gibi birkaç ilâhî okunurdu:

Gelsin devlet, gitsin felaket,

Âmin Allah, inşallah.

Esselamu aleyküm, bizler geldik,

Peygamber yolunu izler geldik.

Her yılda bir defa oruç geliyor,

Siz onu tutsanız sevabı sizedir.

Ramazanla ay geldi,

Eşiğinize bereket geldi.

Çak, mala çak, verin hak,

Ona siz, can yenge

İlâhî bitiminde hane sahibine övgüler yağdırılırdı. Karşılığında da şeker, çoğu zaman bozuk para verilirdi. Hâlâ o sakin Ramazan akşamlarında birkaç yerde aynı anda söylenen ilâhîlerin sesi kulağımda çınlıyor.

Ramazan bayramının bizlerdeki diğer özelliği yeni gelinli evlere ait olup, bu evlerde kesinlikle Yeni Gelin Bayram Sofrası hazırlanır. Üç gün bayramda küçük, büyük kızlar, genç kadınlar, -tanıdık olması şart değil- bu evleri ziyaret ederler, sofradakilerin tadına bakarlar, gelinin elinden özel üslûpla ikram edilen çayı içerler. Bayram tebrikleşmesinin yanı sıra yeni aileye mutluluklar dilenir, gelenlere gelin tarafından hediyeler verilir (mendil, başörtüsü, şeker), genç kızlarımız da bir nevi hayat dersi almış olurlardı.

Ramazan vesilesi ile o günlerde dinimize sarılmamız...

Yukarıda söylenenleri kısaca özetlersek şöyle hülasalara varabiliriz:

* Hazan yılları dediğimiz o dönemlerde Orta Asya’da Ramazan-ı Şerif her zaman münasip bir tarzda yaşatılmaya çalışılmıştır.

* O dönem Ramazanlarının kendine özgü, mazlumlara ümit verici, gönülleri rahatlatan, şuurları rahatlatan, romantiğin ötesinde güzel bir cazibesi vardı.

* Baskı ortamındaki Ramazanlar milletimizin ulemaya sonsuz hürmetini sergileyen uzun süreli bir nümayişti.

* Ramazan vesilesi ile o günlerde dinimize sarılmamız bugünlerin hürriyetine, dinî mübin-i İslam’ın ülkemizde yeniden kuvvetlenmesine zemin hazırladı.

Gorbaçov’un “Perestroyka- Glasnost” dönemine gelince Sovyet Rusya’da büyük bir dini canlanma meydana geldi. Orta Asya’da İslam nuru yeniden kalplerde, özellikle genç neslin kalplerinde hak ettiği yerini buldu. SSCB dağılıp bağımsızlık gelince dinî özgürlük tam manasıyla gerçekleşmeye başladı. Durum eski döneme kıyaslanamayacak kadar müspet yönde değişti. Şimdi Orta Asya Müslümanları eskisi gibi ikinci derece vatandaş konumunda değil, belki kendi vatanlarının, kültürleri ve kutsal dinlerinin gerçek sahibi olarak Ramazanları yaşıyorlar ve yaşatıyorlar.

Tarihte Ramazan, ed. Ertuğrul Tarık Kara, Yitik Hazine Yayınları, 2013.

M. Murtaza Özeren alıntıladı

Kaynak:www.dunyabizim.com

Yeni yorum ekle

Image CAPTCHA
Enter the characters shown in the image.