Her ailede mutlaka bir 'Hatice' bulunurmuş

Birileri çağırmadan gidilmiyor bazı şehirlere. Mesela Selahaddin çağırmazsa Kudüs’e, Aliya çağırmazsa Saraybosna’ya düşmez kimsenin yolu. Kulaklarımı sonuna kadar bu çağrılara diktiğim anlardan birinde İbn Battuta’nın sesini duydum, toparlandım ve yola koyuldum. İstanbul’da 3649 kilometre uzağa, Fas’a düştü yolum. İbn Battuta’nın ülkesine, dünyanın en büyük altıncı camii olan Hassan II Camii'nin bulunduğu şehir Kazablanka’ya...

Şehirlerin dokularına has renkleri vardır, Kazablanka’nın rengi nedir deseler hiç düşünmeden mavi derim. Mağrib’in batı yakasında Atlantik’in hemen kıyısına, bembeyaz evlerin, masmavi okyanusun üstüne, masmavi gökyüzünün altına kurulmuş palmiyelerle dolu bir şehir Kazablanka. Fas’a iniş yapınca pasaport görevlilerinin “Turk kardeeşş” sözleriyle karşılaşıyorsunuz burada ilk olarak. Tabi haliyle geldiğiniz bu topraklarda az da olsa içinizde hissettiğiniz o yabancılık hissi bir anda yok oluyor. Hem Arap, hem de Afrika kültürü harmanlanınca ortaya samimi ve misafirperver insanlar çıkıyor.

Fas denilince akla ilk gelen yapılardan biri

Ve başlıyorum şehri adımlamaya. Fas çok otantik bir ülke. Atlas Okyanusunun boğazı ferahlatan yosun kokusuna eski şehrin ara sokaklarında dükkanlarda satılan envai çeşit baharat kokusu karışınca ortaya büyük bir harmoni çıkıyor adeta. Trafik kuralı neredeyse hiç olmadığı halde trafik yoğunluğu olmayan bir ülke Fas.Kazablanka’nın neredeyse tamamı beyaz kerpiç evlerden oluşuyor. Evlerin dış cephelerindeki sadeliği bahçeye giriş kapıları bozuyor. Fas kapı ülkesi sanki. Taş ve ahşap oymacılığının zirve yaptığı bu topraklarda evlere yılların emeğini okuyabileceğiniz rengarenk oymalı kapılardan giriliyor. Buram buram Endülüs kokuyor şehir. Sokaklardaki büyük kare minareli camilerin içine gizlenmiş oymalı revaklar, mavi taşlardan oluşan karolar, Kuzey Afrika mimarisinin taş rengine eklenmiş Endülüs mavisi çinilerle dolu her yer…

Bu zevkiselim mimarların işçiliğinin tavan yaptığı, Fas denilince akla ilk gelen yapılardan biri olan Hassan II Camii’ne doğru yola koyuluyorum. Avluda aynı anda 80.000, camii içerisinde de aynı anda 25.000 kişi namaz kılabiliyor. 210 metre uzunluğunda tek bir minaresi var caminin. Kral Hassan II tarafından Fransız mimarMichel Pinseau’ya yaptırılmış camii ve Atlantik’in kıyısında okyanusu doldurmak suretiyle inşa edilmiş. Beyaz taşlarla mavinin güzelliği, Atlas okyanusunun caminin duvarlarına vuran ışığıyla birleşince güzellikten başka bir şey çıkmıyor ortaya haliyle. Avluda koşturan Faslı çocuklar, top oynayan küçük kaftanlı kızlar, avluda iki nefes alıp ferahlamak için yere uzanmış yaşlılar ve en çok da caminin içine girip namaz kılarken başınızın üzerinde uçan onlarca güvercin, Fas’ın ruha dokunan bir ülke olduğunun kanıtı.

Düğünden sonra umreye

Kabile kültürü hâlâ dimdik ayakta Fas’ta. Burbur kabilesine ait bir düğüne gittik geldiğimizin ertesi günü. Bir ülkenin kültürünü net olarak öğrenebilmek için o ülkede bir düğüne gitmek kafi imiş aslında. Ülkeye dair bir çok şeyi bir gecede öğrenebiliyor insan. Burbur kabilesi düğününde gelin salona tahtırevan ile getiriliyor. Damat karşılıyor gelini, bütün salonu selamlıyorlar bu şekilde. Sonra birbirlerine yaldızlı bardaklarla süt içiriyorlar. Misafirler gelinle damadın üzerine gül yaprakları atıyorlar. Hem Fas, hem Arap, hem de Afrika kültürü iç içe yaşanıyor. Düğünden sonra gelinle damat Mekke’ye uğurlanıyor. Fas’ın Burbur kabilesinde umre balayı yerine geçiyor çünkü. Yöresel kıyafet giymiş kişiler ellerinde kendilerine has çalgılarla salona gelip yöresel müziklerini çalıyorlar. Ve akşam 10’da başlayan düğün sabah 6’da bitiyor.

Çok hareketli, cıvıl cıvıl bir ülke burası. Hiç yorulmuyorlar sanki Faslılar. Fas’ın Medine’sine doğru yol alınca sokak çorbacılarını, zeytincileri, aynacıları, ıstakoz tezgahlarını, Fas’ın meşhur terliklerinin satıldığı dükkanlar, yılan oynatıcılarını görünce insan kendisini harikalar diyarında zannediyor bu ülkede. Bir köşeye çekilip insanları seyretmenin ayrı bir tadı var. Fas sokaklarında uzun kukuletalı elbiseler giyip bir kahvede yola bakar vaziyette oturup sohbet ediyor insanlar. Daracık bir Fas sokağında bir hamala veya bir at arabasına denk geldiyseniz mutlaka yol verin. Medine’de arabalar yerini at ve eşeklere bırakıyor. Eski şehrin sokakları Fas’ın eski kültürünü de okutuyor bir bir.

Ailede mutlaka bir “Hatice” bulunurmuş

Misafir olarak gittiğiniz bir evde size ilk olarak kuskus ikram ediyorlar büyük bir tabakta. Ortasında bir kasenin içinde tahin pekmez geliyor. Tahini kuskusa döküp öyle yiyorsunuz. Fas’a özgü en belirgin yiyecek kuskus diyebiliriz. Onun dışında okyanusun kıyısına kurulmuş bir ülke olduğu için bol miktarda leziz deniz ürünleri tüketiliyor. Yemeklerden sonra da Fas’ın meşhur nane çayı içiliyor. Sokaklarda dolaşırken size nane ikram eden insanlar görmeniz mümkün burada. Baharat kokuları ve deri kokuları yosun kokusuna karışmışsa, anlayın ki Fas’tasınız.

Kültüre dair öğrendiğim en güzel detay da şu oldu: Burbur (Berber) kabilesinde “Hatice” ismine çok önem veriyorlarmış. Ailede mutlaka bir “Hatice” bulunurmuş. Aile içinde hiç “Hatice” yoksa eğer, evlerinin duvarına üzerinde “Hatice” yazan yazılar asarlarmış. Çünkü Hatice bereket demekmiş bu bereketli topraklarda. Ben de, ismimin Hatice olduğunu öğrendiklerinde neden bu kadar çok sevindiklerini, bu detayı öğrendikten sonra anladım.

Kare minareler, oymalı pencereler, işlemeli revaklar, köşegen oyulmuş taş duvarlar, palmiyeler, çikolata kahve misafirperver insanlar… Fas böyle bir ülke işte. Endülüs’ün izlerinin hâlâ derinlemesine okunduğu, Cebelitarik’tan İspanya sınırını seyrederken bir yandan Atlas okyanusunun Akdeniz’e karışmayan suyunu görürken ayetlerin tezahürünü izleyebildiğiniz bir ülke… Belki de bu yüzden Fransız sömürgesi olmaktan çıkıp hâlâ beyaz ve hâlâ ferah kalabilmeyi başarmıştır, kim bilir…

Hatice Sarı yazdı

Kaynak: Dünyabizim

Yeni yorum ekle

Image CAPTCHA
Enter the characters shown in the image.