Dârusselam’dan tezatlar şehrine: Kuds-i Şerif

İnsanı insan yapan onurudur. Onurunu da inşa eden birtakım değerler vardır. Bir Müslümanın en önemli değerleri ise özgürce yaşayabileceği vatanı, bu mekânın tapu senedi diyebileceğimiz mabedi ile özgürlüğünün simgesi olan ve mabedinin göğe uzanan minarelerinden yükselip o vatanın semalarını hakikatle anlamlandıran ezan sesleridir. Mehmet Akif’in şu dizeleri bu bağlamı veciz bir şekilde özetler:

Ruhumun senden ilahi şudur ancak emeli:

Değmesin ma'bedimin göğsüne nâ-mahrem eli;

Bu ezanlar – ki şehadetleri dinin temeli –

Ebedi, yurdumun üstünde benim inlemeli.

Bunlar sadece bir Müslümanın var olabilmesinin değil aynı zamanda kendisi gibi olmayan insanların da mevcudiyetinin garantisidir. Zira hiçbir insan, hür olmadığı yerde insan değildir. İnsana insanca muamele dünyaya huzur getirir. İslam medeniyetinin de özü budur: Farklılıkları bir arada huzur içinde yaşatmak. Peygamber Efendimizin Mekke’de yılmaksızın haykırdığı, Medine’de dirayetle öğrettiği din bu olsa gerek. Bu, yaşattığımız sürece hürmetle anıldığımız ruhumuzdur. Kaybedersek eğer insanlığın da öldüğü andır. Bu ruh, daima dirik olmak zorundadır. Allah’ın arzının varislerine yüklediği sorumluluk muhtemelen budur. Bu mirasa layık olunmadığı takdirde ise yerine ikame olacak kan, gözyaşı ve zulümdür.

                                                       

.    

Bilinen tarihiyle yapıları ve kültürleriyle iç içe geçmiş altı bin yıllık kadim bir şehri düşünün. Mescid-i Haram’ın temellerini yükselten aynı mimar Hz. İbrahim (a.s.), nasıl ki ilk oğlu Hz. İsmail (a.s.) ile ilk mescidin kaidelerini inşa ettiyse yeryüzünün ikinci camisi Mescid-i Aksa’nın temellerini de ikinci oğlu Hz. İshak (a.s.) ile atmıştır. Bu kadim şehir, Kudüs’ün temelinde Dârusselam olmak vardır. İslam peygamberleri Hz. Davut’la (a.s.) yıldızlaşan ve Hz. Süleyman ile (a.s.) mabetleşen bir şehirdir. Tevhidin merkezi olmaya adanmıştır. Bir zamanlar tevhide ihanet eden sakinleri nedeniyle onlar kadar kendisi de yıkıma uğramıştır. Bilindiği kadarıyla mabede hakaret maksadıyla domuz kafasının avluya atılması geleneği Avrupa şehirlerinde değil bu kutlu ve makus kaderli şehrin yüreğinde bir leke olarak başlamıştır. Selevkos Kralı IV. Antiyohus Efifanes tevhidin mabedine küfreden uygulamalara imza atmıştır. Roma İmparatoru Adrian ise Yahudileri külliyen şehirden sürerek Kudüs’ü pagan bir şehir olarak yeniden kurma edepsizliğini göstermiştir. Hz. Ömer’in (r.a.) fethine kadar şehir, imparatorun namıyla İlya diye anılmıştır. Ayrıca Hz. Ömer’in de şehir halkına verdiği eman “İlya halkına” şeklinde bir hitap kullanılır. Onunla birlikte zaten şehir asıl hüviyetine kavuşacaktır. Nasıl ki Ummu’l-Kurâ Hz. Peygamber’le özgürlüğüne erişmişse Kudüs de tevhidin eri Hz. Ömer’le hasretini dindirmiştir.

Kudüs’te Müslüman olmak

Kudüs, insanı kökten sarsan travmaların uğrak yeri olmuştur tarih boyunca. Hep insanların gönüllerinde farklı imgelemlerle özlenen ütopik şehir olsa da çoğu zaman bu ütopik algılar, travmaları içinden çıkılmaz bir sorun yumağı haline getirmiştir. 1930’lu yıllarda tıp literatürüne giren “Kudüs Sendromu” diye psikolojik bir hastalık var. Bu hastalık genellikle şehri ziyaret eden turistlere musallat olurmuş. Düşünsenize, şehri kısa sürede ziyaret edenler bile birtakım marazlara maruz kalırken orası vatanı olanlar ne yapsınlar? Korku temelinde varlıklarını konumlandıran ve en çokta kendileri korku çukuruna düşenleri bir kenara bırakın. Bu şehrin asli sakinleri Müslümanları bir tahayyül edin. Kudüs’te Müslüman olarak kalmak hakikaten meşakkate talip olmayı gerektiriyor. Tevhide adanmış bir şehirde meşakkatle boğuşmak ne kadar garip bir şey! İnsanı, mabedine silahların gölgesi altında kimi zaman müstehzi bıyık altı sırıtmaları kimi zaman da korkudan fıldır fıldır dönen gözlerin arasında girmek kadar yıkacak başka bir manzara yoktur. Dahası, anormal görülecek ciddi şeyler artık âdiyâttan olmuş. Kinleri kronik hale gelmiş kitleler aynı mekanları paylaşıyorlar ve sanki hayat olağan haliyle akıyormuş gibi. Bir taraftan silahların gölgesine sığınanlar diğer tarafta hayatıyla meydan okuyan ve Hamas marşlarıyla coşanlar.

Sadece kendisi değil etrafı da mübarek kılınan bir şehir ancak, baktığınızda çevresi de şu anki kaderinden nasipdâr olmuş. Muvahhitlerin sultanı Hz. İbrahim’in Halil’deki mescidine girerken bile birçok kontrol noktasından geçmek zorundasınız. Her bir geçişte vicdan sahibi bir insanın yaşadığı hüzün, üstüne çöken baskı ve milim milim gasptan söz etmiyorum bile. Vatansız kalmak evet bir çiledir. İnsan, gurbette vatanın özlemini kurarak yaşayabilir. Ancak vatanında vatansız kalmak dünyada yaşanabilecek en büyük acıdır.  

Dârusselam olmaya adanan bir şehir nasıl da bu hale geldi? Hiçbirimiz gökten zembille inmedik. Bir tarih getirdi hepimizi buraya. Buhranlarımız da mutluluklarımız da tarihten ilmek ilmek örülerek bugünlere gelen şeylerdir. Dolayısıyla tarihten bugüne bakıp çözüm odaklı olmak ve oradan da geleceğe yürümek lazım. 

Bilindiği kadarıyla miladi 130 yıllarına kadar Kudüs’ün tarihi inişli çıkışlıdır. Bundan sonra artık şehir bambaşka bir çehreye dönüşür, eski şehirden bir tek batı duvarı kalır, yapılan zulmü asla unutmayın dercesine. O tarihlerden 1948’e ve bugünlere bir hasret ve mutasyona uğratılan hayaller seyreder. Yaşanan mazlumluk hedefini şaşırmış bir namlu gibi başka bir mazlumluğa neden olur. Zalim de mazlum da aynı kelimeden türer. Ancak insan tercihleri ve savrulmalarıyla bu her iki sözcüğün de faili olabilir. Ne var ki insanın hasbelkader mazlum olabileceğini ama geçmiş tecrübelerden hareketle asla zalim olmaması gerektiğini vicdanı daima fısıldar.

Kudüs’ün talihini değiştiren fetih

Hz. Ömer’in 638 yılında şehri fethetmesi ve halkına eman vermesiyle birlikte Kudüs’ün makus talihi değişir. Şehre yaklaşık beş yüz sene hasret kalan Yahudiler de artık bu mukaddes mekâna yerleşme imkânı bulabilmişlerdir. Tevhidin mabedi kendisine reva görülen çöplük muamelesinden Hz. Ömer’le birlikte kurtulur. Kudüs onunla birlikte sadece Müslümanların değil Yahudilerin ve Hıristiyanların da Kudüs’ü olmuştur. Bu durum, kısmen Fatımiler dönemi ve bunun dışında bazı münferit olaylar hariç, Emeviler, Abbasiler, Tolunoğulları, Akşitler (İhşidîler), Selçuklular ve Osmanlıların hakimiyetleri süresince devam etmiştir. Kudüs, en parlak yıllarını Hz. Davut ve Hz. Süleyman’dan sonra Kanuni Sultan Süleyman döneminde yaşamıştır. Hali hazırda eski şehrin dokusu Sultan Süleyman döneminde yapılan imardan kalmadır.

Bununla birlikte tarihin dönüm noktası vakıa Haçlı istilasıdır. Bu istila şehrin talihsiz sayfalarını katbekat tekrar kabartmıştır. Din üzerinden bir takım siyasi entrikalar ve güç tamahkârlığının farklı bir eksene yönlendirilmesi insanların muhayyilelerinde onmaz yaralar açmıştır. Bugün yaşadığımız sorunun köklerini de burada aramak gerekir. Bu istila sürecinde kurban edilen kesimler, birbirlerinin kanlı bıçaklı düşmanları kılınırcasına dönüşü olmayan bir yola sokulmak istenmektedir. Bu hedefte de bir hayli yol kat edilmiştir. Eğer ahiret yurdundan önce yegâne evimiz olan dünyanın bir huzur ortamı olması arzulanıyorsa coğrafyaların dokuları asıllarına uygun okunmalı ve özlerine hürmet edilmelidir. Aksi takdirde bu dünya hiç kimseye yar olmayacaktır. Bu noktada Kudüs’ün merkezi bir önemi ve hassasiyeti bulunmaktadır.

Kudüs’te hak iddiasında bulunan her kesimin ciddi bir şekilde düşünmesi ve orta bir yol bulması olmazsa olmazdır. Kentin bizatihi tarihi bunun şahididir. Dünyanın Dârusselam olması da tezatların koçbaşı gibi vuruştuğu bir mekâna dönüşmesi de bu kadim şehirden geçmektedir.  

Doç. Dr. Mustafa Selim Yılmaz

Kaynak: www.dunyabizim.com       

Yeni yorum ekle

Image CAPTCHA
Enter the characters shown in the image.