Terceme:
ʿUmûmen Şerʿî ʿilimlerde, hassaten de hadîs-i şerîfde büyük ʿâlimlerden ʿilim edindi. Ezher’i bitirdikden sonra tedrîs usûlünde ihtisâs yapdı. Bu arada İmâm Hasen el-Bennâ ile tanışdı. Sonra da onun medresesinde önderlik ve reîslikde bulundu. Râbıtatuˈl-ʿÂlemiˈl-İslâmî’nin kurucu üyelerindendir. Halebuˈş-Şehbâ’nın övüncü ve çağdaş târîhinin ʿallâmesidir. Dış görünüşü de güzeldi, rûhu da hoşdu, zarîfdi, zekî-hâzır cevâbdı, ʿâlimlerin mehâbetine ve sâlihlerin sîmâsına sâhibdi. Halîmdi, çokça ʿafveder, kusûrları görmezdi, ʿakl-ı selîm sâhibiydi ve mahâretliydi. Zevk sâhibiydi. Tâʿâte ve belâlara karşı sabırlıydı, çabuk ağlardı, çokça ´ibret alırdı, Müslümânların trajedilerinden elem duyardı ve bundan dolayı kalbine sıkıntı girerdi. Mütâlaʿa ve teʾlîf açısından ʿilme karşı çok sabırlıydı, az uyurdu, ferâset sâhibiydi, tecrübeliydi.
Hâssaten hadîsde birçok teʾlîfleri vardır, onlardan bir kısmı: Erbaʿa Resâil fî ʿUlûmiˈl Hadîs (Tahkîk), el-İsnâd mineˈd-Dîn, Risâletuˈl-Musterşidîn liˈl-Hâris el-Muhâsibî (Tahkîk), Sunenuˈn-Nesâî (Tahkîk), el-ʿUlemâullezîne ʾÂserû el-ʿİlme ʿAleˈz-Zevâc ve daha birçok eser.
1417 H. senesi Şevvâl ayının dokuzunda öldü. Rahimehuˈllâhi Teʿâlâ.
Bu Mülâkat:
Röportajın mevzûʿu neredeyse ʿilim mesʾelesi üzerinde odaklanmaktadır: Bugünkü üniversiteler ve talebeleri, âlimlerin ansiklopedikliği, âlimlerin hayâtında önderliğin ehemmiyeti, âlim ve yönetici arasındaki alâka, ilmî çalışma ile tahkîk kargaşası arasında eserlerin tahkîki, çağdaş teʾlîflerin husûsiyetleri, ideal ʿilim tâlibinin çehresi, sonra âlimlerin oluşum yöntemi.
O’nunla ropörtajı yapan Şeyhˈin bu alandaki yüksek mevkiʿdeki yerini açıkça belirterek der ki: “Ömrünün semeresi sadece yetmiş kitâbdan seksen kitaba kadar ulaşmakdan ʿibâret değildir. Bilakis fazîletli Şeyh ʿAbduˈl-Fettâh Ebû Ğudde’nin -rahimehuˈllâh- ahlâkı ve ʿilmi her şeyin önüne geçmişdir. Bununla beraber o ʿâlim, muhaddis, fakîh, dilci ve imtihândan geçmiş bir daʿvetçidir. Yine o hâssaten hadîs ʿilimlerinde, ʿumûmen de İslâmî ʿilimlerde tahkîkin imâmıdır. ʿİlim talebeleri ve çağdaş ʿâlimlerden onu hoca, numune-i imtisâl ve üstün tutmuş birçok kimse vardır.”
Üniversite eğitimindeki bu uzun tecrübeden sonra, İslâm Âlemi’nin üniversitelerinin ʿumûmî manzarası hakkındaki görüşünüz nedir?
Bugün üniversiteler, günün en hayırlı maʿdenleridir. Üniversitelerde hatırı sayılır bir çoğunluk bulunmakda ve oraya büyük bir yöneliş vardır. Üniversitede kemiyet çoğalmış, keyfiyet ise zaʿafa uğramışdır. Ancak keyfiyet çokluğu da hayrın çokluğundan gelir. Nasıl olmasın ki her talebe ʿilim ʿaşkına ve şevkine düşmüştür. Eğer her talebe yüksek (öğrenime) yönelirse, elbette ʿulemânın çokluğundan dolayı insanlarda da hayır çok olur. Ancak ʿulemânın azlığı bugün âşikâr bir olgudur.
Bazılarına göre burada, medenî üniversiteler, yetersizlik veya donuklukla değil, medeniyetin elde etdiği muʿayyen medenî değerlerle çalışarak tekemmül etmişdir. “Roma’daki Lateran Üniversitesi ve Kudüs’deki İberiyye Üniversitesi ki İsrâîl yirmi senede ayağa kalkarak öne geçmiştir ve bu ikisinin dışındakiler.”
Bu mefhumla çağdaş üniversitelere yaklaşmak mümkün mü?
Üniversitelerde bu maʿnâ ʿumûmî vechiyle yokdur. Ancak Ezher Üniversitesi otuz veya kırk seneden beri (buna yaklaşmaya çalışıyor). Oysa şu ânda üniversiteler geçim ve meʾmûrluk kapısı olmuşdur… İşte bu ğâlib olan yöndür. Bu sayıda çok az (üniversite) çıkar.
O hâlde Ezher’in geliştirilmesi mesʾelesindeki görüşünüz nedir?
Ezher yirmi senedir gelişiyor. Ezher’in gelişmesi aslına dönmesiyledir… (Şu ân) karışık.
Fakat biz yine Müslümân mühendise ve Müslümân tabîbe ihtiyâc duyacağız?
Doğrudur. Fakat mütemekkin Müslümân fakîh (ihtiyâcı) yine bâki kalmaktadır. Yoksa onu terketdiğimizde fakîh de, mühendis de çıkmaz?! Mühendis veya tabîbin fakîh tabîb olması, Müslümân mühendis olması gerekir. Yoksa fakîh sırf fakîh olarak kalır. Çünki fıkıhdan başkasını bilmez. Hayır.. Tabîbe hizmet edecek kadar mütemekkin olacak. Yoksa fakîh ve tabîb uyum göstermezler?!
Burada yedinci ʿasrın fakîhlerinden biri olarak tanınan bir tabîbden (bahsetmek gerek). Şâfîʿî fıkhının önde gelen kitâblarını şerhetmişdi. Fakîhdi. O orta kan dolaşımını ortaya çıkardı. Yaʿnî: O kâşif İbnu’n-Nefîs’dir. O fakîh, dilci, tabîb ve dilde eserleri olan bir edîbdi. Bunun gibi, insânlar eskiden, çeşitli ihtisâslara sâhibdi. Kadîm tıb da –hattâ Hindistân’da şu ânda yine öyledir- Şerʿî çalışmalarla birlikde tedrîs edilirdi. Onlara ʿilâveten usûl, fıkıh, nahv, Arabça ve târîh tedrîs edilirdi. Müfredâtın bir kısmı olarak tedrîs edilen tıb, bilinen tıb değildi. Ancak onlar onu, Yunanî tıb olarak isimlendirirlerdi. Tabîb hastayı bitkilerle tedâvî ederdi. Çünki, kadîm tedâvî Hind’de uygulandığı gibi, onlar için zor değildi. Yine de onlar insânların en fakîhi olarak bilinirlerdi. Hindli fakîh buna misâl teşkîl eder. Onlar bu cihetden tıbb-ı kadîmi tedrîs ediyorlar. Bunun için Şerîʿat talebeleri tıbbı biliyorlar. Tabîb değiller, fakat onlar tıbba âşinâlar. Eskiden adam târîhçi, edîb, muhaddis, fakîh, luğatçi, münekkid, belâğatçi oluyordu. Bu iʿtibârla ʿilimler birbirine bağlıydı. ʿİlimlerin birbirine bağlılığı yakın veya uzak olur.
Coğrafya hadîsle bağlantılıdır. Fakat fıkıhla hadîsin bağı gibi değildir. Fıkıh hadîsden sonra ikinci mertebede gelir. Ondan sonra luğat (dil), ondan sonra belâğat, sonra da coğrafya gelir. Muhaddis, coğrafyadan bir şey ile karşılaştığında, onu tahdîs etmesi gerekirdi. Bunun için, İmâm en-Nevevî, Kâdî ʿİyâd, Hâfız İbn Hacer ve onlardan öncekiler gibi münekkid muhaddislerin yanında, coğrafya güzel bir ʿilimdi. Hadîsdeki kültür tamamen böyledir. Muhaddisin var olan mübhem mekâları bilmemesi doğru olmazdı. (Mekânın) lafzını ve mekânını (bulunduğu yeri) bir vecihden bilmesiyle, lafzını ve mekânını diğer bir vecihden bilmesine göre hüküm değişmekdedir.
Ümmetin âlimlerinin hayâtında tahassüs mesʾelesine intikâl etdiğimizde, düşündüğümüzde, ʿulemânın hayâtında kapsamlılık asıldır. Burada, bugünkü üniversitelerden, muʿayyen bir yolla bu gibi âlimlerin benzerlerinin çıkma imkânı var mıdır?
Şimdi üniversitelerde meslek edinme vardır, ilmi elde etmek yoktur. İlim meslek ediniliyor, lâkin üniversiteden mezun olan zannediyor ki işi bitirmiş ve maksûdu tamâmen elde etmiştir ki o da meʾmûriyettir. Ğâye meʾmûriyet olunca da ʿilim büroya der ki: İşte bu seninle benim aramdaki ayrılık noktası.
Bu sorun/ikilem nasıl çözülecek?
Evvelâ, öğrenciler ʿilme ʿâşık hocalar bulamıyor. İlmi meslek olarak icrâ eden hocalarla beraber olduklarında, onlar da hocaları gibi oluyorlar. Hocalarıyla birlikte ders yaparken, ders bitene kadar zilin çalmasını gözlüyorlar. Bu talebe ileride hocasından daha zaʿîf olacaktır.
Hocalar talebeyi ateşleyecek, talebe kesimi de hocaları ateşleyecek. O zaman (talebe) hocaların yanında keskin zekâlı olur. Burada talebe kesimi biˈl-fiʿil hocalarına hayranlık duyacak, hocalar da söylediklerinin dakîk bir anlayışla kavrandığına sevinecek. İşte bu kalbî bir bakıştır. Ancak işin açığı, onu ancak bir kısım akıllı kimselerin anlaması mümkündür.
Size göre çok yönlü/kapsamlı âlimleri yetiştirmeyi, talebe ilim için tutuşan hocalarla karşılaşıncaya kadar, bırakmakla yetinecek miyiz? Yoksa, burada Ümmet’in gençlerinin terbiyesi ve yetişmesini gösterecek bir yöntem mi önerilecek?
Burada mülâhaza edilmiş veya müderrislerin kişiliklerinde ve çalışma planlarında mahfûz bir yöntemin olması gerekir. İstediğimizi yetişdirmek bununla düşünülebilir. Doktora planlarında asıl olan diplomanın ihtisâsla birlikde gelmesidir, fakat vazife için gelmekde! Görüyorsun ki, doktor merhaleye mütevâzi bir câhil olarak giriyor ve ondan mütekebbir doktor olarak çıkıyor! Burada hepsi için söylemiyoruz. Burada ʿilimde dehâlar var, ancak büyük çoğunluk böyledir.
İnsânların ʿaklî tenbellikle kendilerini uyutmaları asıl olmuşdur. Taleb, mâddî bir kazanç veya meʾmûriyet elde etmek için olmakla, bu kâfi görülmektedir. Ev veya refâhı elde etme işi esâs maksadlardan olmuşdur. Asıl inhiraf, insânın ʿilim talebi için yaşaması yerine, refâh için yaşaması, ilmi yüceltmek değil, hayır, bilʿakis ʿilme tepeden bakmakdır.
Ansiklopedikliğin olumsuzluklarından biri değil mi?
Evet, bazı insânların ʿâdeti üzere ansiklopedistin bildiği ve bilmediği her şey hakkında söze dalması gerekir. Biri şeyh olmuşsa bildiği, bilmediği şeyler hakkında konuşacak. İnsânlar, şeyh olması iʿtibâriyle ona tıb, siyâset, ʿilim ve ticâret hakkında sorarlar, o da şeyh olması iʿtibâriyle şöyle demekden utanır: Bilmiyorum veya konunun câhiliyim. İnsânlar da onun her şeye kâdir ve ʿâlim olduğunu zannetmekle zaʿafa düşmekde.
Bunun için ʿumûmî veya bir dalda uzmanlıkda aslolan insânın söylediklerini denetlemesidir. Burada bilmediği bir şey olduğunda demeli ki: Onu bilmiyorum, ki ʿilmi artsın, ʿilmini gelişdirsin. Çünki bu onun konuşduğu şey hakkında ʿâlim oluşuna delâlet eder. Bu mesʾelede ʿilminin yokluğu, bizim yanımızda bildiği mesʾeledeki güvenilirliğini ziyadeleşdirir, noksanlaşdırmaz. Fakat insânların çoğunun zannı bundan başkadır. Oysa ʿaksine, bilmiyorum, dediğinde bunun maʿnâsı: O, âlimdir.
Kolaycılık ve basitliğe rızâ göstermek bolca cehd etmeyi ihmâl etmek, İslâm Âlemi’nin umûmunda olduğu gibi birbiriyle ilişkili midir?
İslâm Âlemi’nde, ʿumûmî sûretde bulunan şey, önderlik yokluğudur. İslâm Âlemi’nin manzarasında zaʿîfler, kuvvetliler, zenginler, fakîrler ve ʿâlimler var, yöneltici ve harekete geçirici önderlik yok. Eskiden ʿâlim önderdi. Onunla arkadaşlık eden veya bir şeyi paylaşan ya da onu gören herkes daha iyi duruma gelir ve onun gibi olmak için şevke gelirdi. Yahud kalbinde muhabbet, maʿrifet, hamâset, kuvvet ve şecâʿat ağacı yeşersin. Vaktâ ki önderlikler kayboldu, insanlar denk hâle geldiler.
Önderliklerin kayboluşu, İslâm Âlemi’nin çoğunda hükmeden siyâsî diktatörlükle irtibâtlı mıdır?
Çoğu ondan… Düzenler veya şahıslar ya da zâlimler diledikleri önderlikle hükmediyorlar. Çünkü önderlik zirvedir. Şerrin zirvesi de olsalar onlar zirve olmayı seviyorlar. Kendilerinden başka zirve görmüyorlar. Bu da her zirvenin ehl-i hayırdan olmasını gerektiriyor. Bunun için, onların zirvede bulunmaları iʿtibâriyle, onu yerinden ayrılmaya zorlamak veya habsetmek ya da ölümünü isterler. Zirvenin ehl-i ʿilimden veya ehl-i fikirden olması nasıl istenmez ki? Bu târîhde bilinen bir şeydir. Gerçekden, iyi insanlar içinden bunun şâhidleri olan zirveler çokdur. Onlar ya beldelerinden hicret etdiler veya hicret etdirildiler ya da bedenleri ortadan kaldırıldı.
Bu çerçevede ve İslâmî uyanış olgusunun gölgesinde karşılaşılacak meydan okumalar nelerdir? Âlimler ile yönetici arasında ulaşılmaya çalışılan/amaçlanan alâkanın ufukları nedir?
Yönetici hayrı dilediğinde, ʿâlimi selâmete ve kurtuluşa götüren Rabbânîlik gemisinde kendisiyle beraber ve ona çokça teşekkür eder hâlde bulur. Çünki ʿâlim yöneticinin dayanağıdır. Ancak yönetici makâmda ondan başkasına rağbet etmediğinde, insanlar da yöneticinin hâkimiyet ve kuvvetine, ʿâlime de sevgi ve kardeşlikle yaklaşıyorlardı. Yöneticinin terörü gücüyle sağladığı nüfûz ile ʿâlimin muhabbet saltanatı arasındaki fark büyükdür. Bunun için kalbler ʿâlimlere çok daha fazla şiddetle yönelir. Yöneticiler gidip kötülükden başka bir şey zikretmez olduklarında çoğu zaman hayırsız oldular. ʿÂlimlerin teʾsîrleri ise büyükdür. Meselâ, Nûreˈd-Dîn Şuʿayb’i8 ele alalım. Onun meclisine ʿâlimler her gün devâm ederler ve her gün hadîs okunurdu. Dimyât Frenkler tarafından alındığında, meclisinde arkadaşı ʿÖmer bin Bedr el-Mavsilî -rahimehuˈllâh- da vardı. Müselsel tebessüm hadîsi geldi. Yaʿnî: Şeyh, şeyhinden o da şeyhinden o da Nebî’den -sallaˈllâhu ʿâleyhi ve sellem- bu hadîsi rivâyet eden her kimse, Nebî’nin lisânından vârid olduğu üzere tebessüm etmişdir. Nebî’den sonra onu rivâyet eden Sahâbe ve Tâbiʿîn de tebessüm etdiler. Tebessüm müselselen devâm etdi. Tebessüm hadîsi geldiğinde ʿÖmer bin Bedr el-Mavsilî Melik Nûreˈd-Dîn’den, hadîsin teselsülüne göre tebessüm etmesini istedi. Nûreˈd-Dîn ona dedi ki: Hayır tebessüm edemem. (ʿÖmer) dedi ki: Niçin? Nûreˈd-Dîn dedi ki: Dimyât Frenkler tarafından muhâsara altındayken nasıl güleyim?!
“Şeyh ʿAbduˈl-Fettâh Ebû Ğudde müteʾessir olarak rivâyeti bıraktı, ağlamaya başladı.”
Gülümsemedi. Çünkü ülke kâfir haçlıların saldırısına marûzdu. Onsekiz gün sonra Allâh onlardan üzüntüyü giderdi, haçlılara karşı zafer kazandılar ve Dimyât’ı geri aldılar, o zaman (Melik) arkadaşına tebessüm hadîsinden dolayı dedi ki: Şimdi tebessüm hadîsini tahdîs et.
Hayırlı âlimler sâlih yöneticilerin yanındadır, hayırlı yöneticiler ise, âlimlere yaklaşır. Sultânların âlimleri de sultânların gözü kapalı taʿkîbcisidirler. Onlara maʿrûfu emretmez, münkerden de nehyetmezler. İşte onlar (hayırlı ʿâlimler)in arasında değillerdir. Onlardan bahsetmiyoruz. Ancak sâlih ʿâlimlerin sâlih yöneticileri desteklemesi gerekir. Sâlih yöneticiler ise bütün seʿâdeti, sâlih âlimlerin yanında olmasında görmeli
Ümmet’in târîhinde ʿulemâ ile yöneticilerin uyum içinde bulunduğu devreler bolca var mı? Gözlemcinin bu olguyu gözlemlemesi mümkün müdür?
Haçlı harblerinde Nûreˈd-Dîn ve Salâhuˈd-Dîn el-Eyyûbî çok ğayret sarfetdiler. Harbetdiler, cihâd etdiler, mukâtelede bulunup, yiğitlik gösterdiler. Fakat burada Kâdı el-Fâdıl10 vardı. Dediler ki: Zafer, askerlerin cehd ile zaferinden ziyâde, Kâdı el-Fâdıl’ın yazılarıyla idi. ʿUlemâ ʿizzetli, ʿakl-ı selîm sâhibi, uyanık, salâh ve takvâyı müdrik olduğunda, görüşünde bir nûrânîlik olur. ʿAmelinde ve ictihâdında bir ağırlık olur, fâideli olur. İşte bu hayrın mîzânıdır. Bunun için önceki ʿâlimler Ümmet’in efendileri ve önderleriydi. Fakat bundan sonra ne zaman ki önderlikler ve ʿâlimler zaʿîfledi, insanlar da zaʿîfledi, önderlik elden gitdi ve bu önderliği uyutan sömürü de artdı.
Zamânımızdaki yöneticiler ile ʿâlimler arasındaki ʿalâka için elzem gördüğünüz şekil nedir? Hâsılası arasında, her yöneten ve yönetilenin haklarını ve vazifelerini bilmesi bulunan, çağdaş bir şekil olarak demokrasiye iʿtibâr etmek mümkin midir?
Demokrasi lafzının arkasında örtülmüş ve gizlenmiş şeyler var. Menkûl bazı lafızların11 arkasında gizlenmiş maʿnâlar oluyor. Bu sebeble, lafız ʿArabî olduğunda, onun sonunu, genişliğini, darlığını, arkasından ortaya çıkacak şeyi bilip-anlarız. Lâkin lafız menkûl olduğunda, onun arkasında Allâh’a -ʿazze ve celle- iʿtimâdsızlık olup olmadığını bilemeyiz. Onun arkasında Ümmet’e kânun koymak, onu ve irâdesini, halkın irâdesini yönetmek vardır. Bu gibi lafızların arkasında ğayr-i İslâmî maʿnâlar gizlenmişdir. Bunun için ondan korunmak gerekir. Çünki başkalarının halkın yönetimini ele geçirmesi için (maksadlar) gizlenip kullanılmakdadır. Burada yönetimin Allâh ile bağı kaybolmuşdur. Biz bu kelimeyi mütemadiyen veya cehlen ya da buna benzer şekilde kullanmaya başladığımızda, hükmün Allâh’ın olması sebebiyle, İslâmî Şerʿî maʿnâ inkıtaʿya uğrar, -“ان الحكم الا لله : Hüküm ancak Allâh’ındır.” Kapitalist veya komünist devletlerdeki demokrasinin maʿnâsıyla birleşir.
Bu lafızlara eşlik eden ğayr-i İslâmî maʿnâlar nedir onu bilmiyoruz. Demokrasi dediğimiz vakit, bu lafız ğayr-i Müslimlere göre bir ʿörfî maʿnâyı taşıyor. Sonra insânların kişiliğine intibâk ediyor. Oysa biz ʿArabca İslâmî lafızları anlıyoruz. Uygun olmayan lafzı, lafız medlûlünde sahih mi, yoksa hatâlı mı anlıyoruz. Fakat bu gibi lafızlar Şerîʿat’ın ikrâr etmediği maʿnâlar taşıyor. Ondan ictinâb etmek evlâdır.
Taşıdığı delâlete rağmen bu kelimeler çevremizde ve bizim dünyâmızda var. Burada kelimenin aslî delâleti taşınmıyor?
Çevremizdeki delâleti tenbîh, tahzîr ve tanıttıktan sonra olmalı. Ancak, burada bazı kere kendi delâleti ve hastalıklarıyla geliyor… (Menkûl kelimenin bizim kelimelerimize) benzeşmemesi benzeşmesinden evlâdır.
Önceki sorunun devâmı olarak çağdaş anayasal müʾesseselerin ortaya çıktığı şimdiki durumda âlim ile yöneticinin ilişkisinin alması gereken şekil nedir?
Bu yöneticiye bağlı. Eğer ʿakıllı, sağduyulu, emîn olmak, halka hizmet etmek ve Allâh’ın -ʿazze ve celle- rızâsını istiyorsa nasihat ehli, ʿakıllı, sâlih ʿâlimlere yaklaşmalı. Onlardan istifâde etmeli, onlara saygı göstermeli ki, onlar da ona saygı duysunlar, onlara kıymet vermeli ki, onlar da ona kıymet versinler. İşte bu insanlara fâide verir. Tehlikeleri vukûʿa gelmeden keşfeden gemi kaptanlarının yardımcı ve destekçileri gibi, uçak pilotları gibi olurlar.
Bunun gibi yönetici ʿâlim ile birlikte mesʾûliyet yüklenerek Ümmet’e, Dîn’e ve İslâm’a hizmet vermek istiyorsa, o nefsini Ümmet’e hizmetkâr görür, tasallut eden olarak görmez. İşte sahîh ölçü budur. Yöneticiye yakınlaşmak ve ona yardımcı olmak gerekir. Çünki yönetim tek bir şahısla olmaz. ʿAksine bütün kâbiliyetlere ihtiyâc duyulur. Mühendis, tabîb, şâʿir, gazeteci, elektrikçi, marangoz, edebiyâtçı, asker, tâ ki Ümmetin ihtiyâc duyduğu yetenekler yeterli mikdârda karşılansın. Yöneticinin tek başına filozof veya en iyi akleden olması mümkin değildir. Ferd tek başına ne yapabilir ki? Yardımcılar gerekir. "Şübhesiz ki Allâh her ʿasrın başında bu Ümmet’e dîn işlerini yenileyecek birini gönderir.”13 "Müceddid/yenileyici” Yaʿnî: Bir kişi değil, yekûn olarak. Yaʿnî: Kâdılar, yöneticiler, bakanlar, ileri gelenler, mühendisler, tabîbler, avukatlar gibi medenî hayâtın yürümesi için gerekli bütün ʿilmî mahâretler topluluğu. Çünki hayât bütün bu ihtiyâclardan oluşmakda. Tabîbleri, mühendisleri veya kâtibleri kaybetdiğimizi farz etsek, yirmi ʿâlimle toplumun hâli nasıl olur? Müdâfaʿa veya iknâʿ edici bir kitâb yazmakla olmuyor.
Yöneticinin eli altında birçok kâbiliyetin olması gerekir. Yönetici o kâbiliyetlere sıdk ile yönelsin, o kâbiliyet de sıdk ile yöneticiyle yardımlaşsın… Çok hayır olsun.
Çeşitli İslâm beldelerinde ortaya çıkdığı gibi yönetici ile ʿâlim arasında olması gereken alakayı sağlamak için ʿâlimleri parlamentoya sokmakda izlenecek adımların bir şekli var mıdır?
Bu farklılık gösteriyor. Bu meclislere girmek yöneticinin ihtiyârı hâricinde oluyor, bunu hoş karşılamıyor. Çünki ʿâlimlerin meclise girmemelerini çok küçük bir musîbet görüyor. Hâlbuki bu girişin kalb, kalıb ve rûh ile olması gerekir. Bu girişteki ğâye, mesʾûliyet taşımak için giriş olmalıdır. Yöneticileri teskîn etmek veya râzı etmek ya da dînsiz, laik, komünist veyahut bu münharif dalâlet mesleklerinden insânların karşısında iʿtibâr elde etmek için değil. Hayır onların meclise girişinden maksad yaranmak veya ticârî siyâset kapısı olmamalı. Hayır aksine, Ümmet için ahlâk, dîn ve sulûk iʿtibâriyle bir siyâset olmalı.
Burada mîrâs eserlerin tahkîkinde kaynağa ihtiyâc duyuran adımlar görülüyor. Tahkîk de ʿilmî bir iş değil, ticâret olarak görülüyor. Muhtemelen bu da ciddî ʿilmî tedkîkler olmaksızın tahkîk kargaşasıyla netîcelenecekdir…
Dikkatsizce tahkîk olarak isimlendirilen şeylerin ortalığa dökülmesiyle kitâbları kuşatan korku kalkanı kırılmışdır. İnsânlar evvel-i emrde hatâ ve mahcûbiyet korkusundan kitâb teʾlîf etmekden çekinirlerdi. Bugün, burada hatâdan veya cehlden yahud ʿilim hırsızlığından mahcûbiyet kalmadı. Bu ticârete döndü. Fâsid şeyler çoğaldığı vakit de insanların onu icrâ etmesi basitleşir. Her tufeyli ve yalaka, bu yüksek makâma aynı seviyede girer. Onlardan ʿArab dili çalışan veya fıkıh çalışan biri zannediyor ki fıkha, usûle ve tefsîre girmekdedir.
Aslolan her şeyde mütekaddim ʿâlimlerin ölçüsü içinde olmakdır. Bu ölçü, dikkatli ve şiddetli bir muhâsebeyle birlikte yürümekdir.
Bu sebeble, bu kelâmı, mütekaddimîn ikiyüz veya üçyüz sene boyunca ya da bundan önce evvel-i İslâm’da tedvîn etdiler. Herbir kelime üzerinde tartışma, araştırma, taʿlîk, istidrâk, hâşiye, takrir14 ve münâkaşa edildikden sonra kaydedilerek tedvin edildi. Bundan sonra başka bir topluluk gelerek hassâs bir şekilde bu kelimeyi taʿkîb etdi. Bunun için bu kelime dikkatli, şiddetli ve derin bir şekilde tedkîk edildi. Bunun için el-Fîrûz’un bir kısmındaki kelime vazʿında et-Tâc’a benzerlik bulabilirsiniz, çünki o tahsîl edilmişdir, bu ahsendir, bu da daha güzeldir, bunda olan da böyledir, bu mahallinde değildir, bu böylece çıkartılır, bu tâm değildir; böylece, süsleme şekillendirilinceye kadar, sürer.
Oysa bugün gazete kelâmı gelişigüzeldir. Kalemin heybeti kaybolmuşdur. ʿİlim heybetli idi, güdümlü hâle geldi. Bu müşkil, dînî mâniʿanın kıymetsizleşmesi hatâ ve utancından, insânların çoğunun, hakîkaten ʿilimle meşğûl bir kimsenin kitâbına tasallutda bulunarak kendilerini ona nisbet etmeleri ve şu ibârelere tutunmalarından kaynaklanmakdadır: “Biz onda bulunanı doğru bulduk, bizden başkası hatâlıdır.” Böylece bu ʿâlimde vâkiʿ olan hatâyı, bilmeden naklediyorlar ve diyorlar ki: Biz doğru bulduk!
Bugünkü çağdaş teʾlîflerin manzarası hakkındaki görüşünüz nedir?
Bugün yayınevleri son on senede yazılmış sayısız, birçok kitâb ortaya saçdılar. Heves eden herkes yazıyor ve basıyor. Eskiden senede ikiyüz, üçyüz kitâbdan başka basılmazdı. (Kitâblar) seçilir, (üzerinde) çalışılır ve büyük ʿâlimlere onu tashîh etmeleri için sunulurdu. Burada Mısır’daki musahhihler, dikkat ve tedbîrleriyle meşhûrdu. Meselâ: Şeyh Nasr el-Huraynî, Şeyh Kıtta el-ʿAdevî, meselâ ed-Dusûkî, el-Ğamrâvî16. Onların kitâb çıkarırken bir ölçüsü vardı: ʿİbâreyi anlamadığında kusûr sendendir, kitâbda hatâ yapma, anlayıncaya kadar yeniden gözden geçir. Kitâbı anlamak üzere anlayışını zorlayıp mecbur etmen gerekir, çünki kelâm sahîhdir.
Kelâmda hatâ olduğunda onu idrâk ederlerdi, hatâlı veya hatâlı olduğundan şübhelenilenin kelâmın üzerine eskiden olduğu yere (doğrusunu) koyarlardı ya da yirmiye ulaşan sahîfedeki hatâların doğrusunu verirlerdi. İsimlerin fihristine veya hatâların fihristine eklerlerdi. Hakîkatde kültürel seviye düşmüşdür. Çünki kâğıddan (ʿilim) telâkkisi çoğalmışdır. Yaʿnî: Sahîfe yaprağı çalışmaları, hatâ okunuyor, kimse onu reddetmiyor, hatâyı anlayan hiçbir kimse onu tashîh etmiyor. Kelâm sakat oluyor, kimse ikâz etmiyor. Hatâlı öğrenince hatâlı yazılıyor.
Evvelkiler ise âlimin önünde on sene veya beş sene ders görüyor, ʿilmi telâkkiyle topluyorlardı. Bu telâkkî tashîh ediyor, ikâz ediyor, tanıtıyor, teʾsîs ediyor. İnsân bir meleke ve sahîh bir mîzân ile yetişiyor, keskin/ince bir hisse sâhib oluyor. Önlerine hatâlı bir kelime geldiğinde oradaki şey burada olacak diye işâret etmeleri, nahvî veya ilmî yanlışlıklara karşı husûsî bir hassâsiyetdir.
Şimdi bu bulunmuyor. Çünki böyle öğrenmişdir. Bunun başlıca sebebi, bu sahîfeye dayalı kitâbî kültürün çoğalmasındaki zaʿafdır. Bunun için öncekiler demişdir ki: ʿİlmi salîfeden, Kurʿân’ı da Mushaf’dan almayın. Çünki Kur’ân’ı, bir Şeyh’den işitmeden, Mushaf’dan telâkkî eden kimse, bir sûreye geldiğinde, “المص : el-Massu” diye bir kelime olarak okur. Hâlbuki o: “Elîf, Lâm, Mîm, Sâd”dır.
Mushafî (ʿilmi) bildik… Sahafîlik’den maksûdu sınırlandırmak ve bizim çağdaş mesleğimizin bu konuda hassâsiyeti olduğundan dolayı (gazeteciliğin kasdedilmediği husûsunda) uyarmak gerekmez mi?
Sahâfî sahîfeden telâkkî eden demekdir.
Belki kitâbları kasdediyorsunuz.
Maksûd budur, yapraklar. Bir meslek olarak gazetecilik değil. Ancak maksûd sahîfeyi şeyh edinerek öğrenendir. Şeyhi sahifedir, âlim değil.
Şimdiki muhtelif üniversitelerde yapılan lisansüstü araştırma-çalışmalar düzenini yitirilmiş eğitim mekanizmalarının bir sûreti yerinde mi görüyorsunuz. Çağdaş eğitim düzeni ulemâ çıkaramaz mı?
Bir yere kadar. Eğer, hazırlık, zekâ ve kudretle uğraşacak talebe bulunur, müderris de muhlis olursa, sâlih ʿâlim mizâclar yetiştirilebilir. Mümkündür. Ancak bu azdır.
Sizin tecrübeleriniz ve ʿilmî birikiminiz açısından, bizim, muhtelif alanlarda Ümmet’in ʿâlimlerini yetiştirecek numûne ilim talebesinin bir sûretini elde etmemiz mümkün mü?
Bunda aslolan ulemânın birleşmesidir. Evvelâ: O nefsinde öğrenimden salâh ve takvâyı isteyerek hayırlı olacak. O hayır kurumunda ihlâs, tevâzuʿ ve cehâletden halâs bulma zihniyetinde olacak. Bunların hepsinde niyyet, ʿibâdet kapsamında ecir ve sevâb almak üzere olmalı. Onun niyyeti geçim veya meʾmûrluk ya da insânların üzerinde yükselmek yahud diploma yarışları için olmamalı. Temiz/hoş bir kişiliğe, selim-sahîh maksatlara sâhib olduğunda ise, ʿâlimlerin şeyhleri veya ʿâlimlerin üstâzlarının da ʿilimleriyle mevsûk ve muharrik unsura dönüşmeleri gerekir.
Bir ʿâlim vardır ona sorduğunda sana sadece makine gibi cevâb verir. Bir ʿâlim de vardır, ona sorduğunda konuşması ve açıklamasıyla kalbinde ʿilim sevgisine hizmet ateşini tutuşturur. Bu ʿâlim öğrenci için diğerinden daha fâidelidir. ʿUlemânın talebenin içinde kapsamlılık, itkân, zabt, uyanıklık, ʿilimde ve ʿamelde gevşeklik göstermemek bakımından ʿilim meşʿalesini yakmak için uzun süre uğraşması gerekir.. Bunların hepsi metânetle olur. Ama zabtında gevşeklik olursa bu da: “ زى بعضه معلهش: Hiçbirşey farketmez.” demektir.
Talebenin önderliği olan âlimlerden azıklanması gerekir. Bu dînî hamâset yönünden, ona fâide verir. Onda ilmî hamâset olduğunda, ancak hadîse, usûle, tefsîre ihtimâm gösterdiğinde, onunla yatışır… O hepsinin hepsinin meyvelerini devşirerek elde eder, onu kişiliğinde toplayarak yeni bir tat meydâna getirir. Çünki o çeşitli renklerden, muhtelif meyvelerden almıştır. Bunun için bazı kere onun lezzeti diğer bir kısım hocalardan aldığı lezzetden daha hoş olur. Zîra onun hocası ʿilime veya ʿilmîliğe sâhibdir. Fakat o on ʿilim sâhibidir. İnsânlarla karışmasına nazaran, onda hamâset ve sabır bulunduğundan dolayı, insânlar ondan daha fazla fâidelenir.
Bunun için ilim talebesi temelinde ve niyyetinde sâlih olduğunda, hangi fenden âlimin usulü taʿkîb edilse de Şerʿî veya kevnî ya da ictimâʿî ʿâlim olsun, şübhesiz o sâlih olarak yetişir. Hocasından emînliği, takvâyı, sabrı, uyanıklığı, dikkati, metâneti, ilimde gevşeklik göstermemeyi öğrenmeli. Batılıyı dakik, Şarklıyı “rastgeleci/hedefsiz” yapan nedir? Batılı dikkatle işe sarılıyor, onun üzerine kuruyor: Dikkat, dikkatin arkasından da hârikaları geliyor. Bizde ise gevşeklik var, gevşekliğin arkasından ise harabelikler geliyor. O hâlde siz burada Batı medeniyetinden istifâde imkânını görüyorsunuz?
Tabiʿ istifâde edeceğiz. Fakat biz onlardan önde olmamıza rağmen geride kalınca yemeği onlar yediler. Dediler ki: Geri dönün, yemeğiniz yokdur, bizim onlardan önde olduğumuz şeyi aldılar.
Biraz âlimlerin tekvin (oluşum) yönteminden bahseden fikre dönecek olursak?
Sâlih niyyetli hocaları tercih etmeli ve kendini tamamen hasretmeli, o da kalbini ilimden ğayri bir şeyle meşğûl etmemeli. İşin evvelinde hayâtın ızdırabları ve acılarına karşı sabırlı olmalı: Bidâyette kendini yakmayan nihâyetde de aydınlatamaz… İlim için yanmalı, kendini tamamen vermeli, meşğûl olmalı. Ancak temekkünden sonra, az sonra, ʿilim sanki onda bir fıtrat hâline gelir. ʿİlim ile taşar-koşar. Bundan sonra onun için râhat ve mâlda genişliğin gelmesi mümkin olur. Yüce Rabbimiz kulun parayla uğraşmayı unutmasını telâfî eder. Dîne sıdkla, vefâyla, eminlikle, ihlâsla hizmet etdiğinde, şübhesiz.
Rabbimiz amel edenin ʿamelini zayiʿ etmez, ona tevfîkle, zenginlikle kolaylıkla ve ikrâm ile mukâbele eder. Âlim için iʿtibâr-güven dünyâ mülkünden daha büyüktür. Onun sözü Allâh’ın kelâmı ve Rasûl’ün kelâmından sonra hüccet olur. Bu da gerçekden yüksek bir bedeldir. İnsânlar onun sözüne sarılır, sözünün arkasında yürür. Eğer insân bunu düşünürse, bu harîka bir şeydir. Bundan sonra müdhiş bir mutâbaʿat gelir. Belirli bir merhâlede dersi bitirmenin buna kâfi olduğu zannolunmasın. İmâm Ahmed’in dediği gibi, mezara kadar mürekkeb hokkasıyla olur (te’lîf ve tasnîfi bırakmamakla olur).
Dipnot:
1 (20 İslâm `Âlimi ve Mütefekkiri ile Son Mülâkatlar, Derleyen ve Hazırlayan: Muhammed Hayr Ramadân Yûsuf, Dâru İbn Hazm, 1426 H./2005 M., 1. Baskı., sh.: 58-71. arası) Terceme: Hikmet Akpur (Mülâkat’taki dipnotlar ve vurgular bize aittir).
2 eş-Şehbâʾ, Haleb şehrinin lakabıdır. Toprak ve taşlarının beyazlığından bu isim verilmişdir.
3 Selefî Tasavvuf ismiyle Faruk Beşer tarafından Türkçe’ye terceme edilmişdir. Nun Yay., İstanbul-2010.
4 The Pontifical Lateran University (Pontificia Università Lateranense ya da Lateranum) doğrudan Papalığa bağlı bir üniversitenin ismidir.
5 The Hebrew University of Jerusalem (Kudüs İbrânî Üniversitesi)
6 İbnu’n-Nefis, Alaaddin Ebu'l-Aʿlâ Ali ibn Ebi'l-Hazm el-Kureşî ed-Dımeşkî, (1213-1288) muhaddis, fakih, mütekellim, filozof, dilci olmasının yanında hekim, fizyolog, cerrah, astronom, kozmolog ve jeolog idi. İbn Nefis pulmoner dolaşım (Oksijen yoksunu kanı, kalbten akciğerlere taşıyan ve buradan da oksijenlenmiş kanı geri kalbe taşıyan dolaşım sistemi bölümüdür) ile birlikte kılcal damar (Kılcal damar veya kapiler vücuttaki en küçük kan damarlarına verilen isimdir. Kan ile doku hücreleri arasındaki madde alışverişini sağlarlar ve kan akışı yavaştır) ve koroner dolaşımları da (Koroner dolaşım, kalbi besleyen damarlarda kanın dolaşımıdır) ilk keşfeden kişi olmasıyla tanınmıştır. Zira bunlar dolaşım sisteminin temelini oluşturmaktadır; nitekim kendisi bu keşifleri sebebiyle dolaşımsal fizyolojinin babası ve "Orta Çağın en büyük fizyoloğu" olarak görülmüştür.
7 Kehf Sûresi, 78. âyete işâret vardır.
8 Melik-i Âdil Nûre’d-Dîn Mahmûd Zengî (1118-1174 M.) kasdediliyor. Bu hâdiseyi İbn Kesîr, el Bidâye ve´n-Nihâye’de zikreder. Ancak orada muhaddisin ismi zikredilmiyor. (16/441., Tahkîk: ʿAbdu’llâh bin ʿAbdi’l-Muhsin et-Turkî, Neşr: Hicr, Mısır, 1419 H./1998 )
9 Muhaddis imam Umer bin Bedr bin Said Ebu Hafs el-Kurdi el-Mevsıli el-Hanefi (557-622 H.)
10 Kâdı Fâdıl, Abdurrahîm bin Ali bin Hasen bin Ahmed ellahmî el-Askalânî el-Mısrî (529-596 H./ 1135-1200 M.) fıkıh, tefsîr ve hadîs âlimi. Aynı zamanda edebî ilimler ve târîh husûsunda derin ilim sâhibiydi. Salâhuˈd-Dîn el-Eyyûbî’nin çok kıymet verdiği vezîri ve müşâviriydi.
11 Burada menkul lafızdan maksad, İslâm dışı kültür, inanç ve görüş havzalarından Müslümânların lisanına girerek kullanılan kelimelerdir.
12 Yûsuf: 12/40.
13 Sunenu Ebî Dâvûd, Kitâbu’l-Melâhim, 4291. Hadîs (Tahkîk: Şuʿayb el-Arnavud-Muhammed Kâmil Karabelli, c. 6, Dâru Risâleti’l-ʿÂlemiyye, Dimeşk, 1430 H./2009 M.); Hâkim, Mustedrek, 8657-8658. Hadîs, (4. C., Dâru’l-Harameyn, 1417 H./1997 M.)
Kaynak:
el-Muctema Dergisi, Sayı: 1240, 25.10.1417 H., s.: 44-47
Yeni yorum ekle