Asr-ı Saadet'te Vakfiyeler ve Medine Çarşısı
-
Temellerini Allah’ın (cc) seçip insanlığa gönderdiği peygamberlerin attığı İslam Medeniyeti, bir vakıf medeniyetidir. Yaratılış amacı kulluk olan insan, kendisine bahşedilen sayısız nimetlerin sahibi değil, şahidi olduğu bilinci ile hareket edince; elbette hayır adına adımlar atacak ve nimetleri kendisine verenin yolunda harcayacaktır. Bu bilince sahip insanların oluşturduğu toplum, İslam toplumu olduğu için vakıf meselesi, bizde mühim bir müessese olmuş, tarih boyunca bu konuda çok güzel örnekler ortaya konmuştur.
Sözlükte “durmak; durdurmak, alıkoymak” anlamındaki vakıf (vakf) kelimesi terim olarak “bir malın mâliki tarafından dinî, içtimaî ve hayrî bir gayeye ebediyen tahsisi” şeklinde özetlenebilir. [1] Temel kaynağımız olan Kur’an-ı Kerim içerisinde vakıf kavramını ya da müessesesini doğrudan çağrıştıracak herhangi bir ifade bulunmamaktadır. Ancak, onlarca ayette, vakıf müessesesinin temel azıkları olan infak, sadaka, tasadduk, iyilik yapma ve iyilikte yardımlaşma, fakir, muhtaç ve yetimlere sahip çıkma gibi hayır yollarına değinilmektedir. Özellikle Allah’ın mescidlerini imar etmenin ve bunları imar edenlerin ne gibi niteliklerde olmaları gerektiğinin altı çizilir. [2]
Hz. Peygamber’in (sas) kutlu beyanlarına ve uygulamalarına baktığımızda, gerek bizzat kendisinin vakfettikleri, gerek bu konuda Sahâbe’yi teşvik ederek onların yaptıkları, gerekse bu konudaki teşvik içeren sözleri oldukça çoktur. Bunlardan birkaçını burada anmak gerekirse, ilk olarak Efendimiz’in (sas) şu önemli beyanını hatırlamamız gerekir: "İnsanoğlu öldüğü zaman, bütün amellerinin sevabı da sona erer. Şu üç şey bundan müstesnadır: Sadaka-i câriye, istifade edilen ilim, kendisine dua eden hayırlı evlat." [3]
Hadisde beyan buyrulan sevabı ölümden sonra da devam eden üç amelden biri, sadaka-i câriye, yani hayrı devam eden iyiliktir. Herkesin faydalandığı ve varlığı devam ettiği müddetçe sevabı da devam eden hayırlardır. Câmi ve mescidler, mektep ve medreseler, yollar ve köprüler, çeşmeler ve sebiller, hanlar ve hamamlar, her çeşit hayır vakıfları bunun örneğidir.
Bir başka hadiste Efendimiz (sas) şöyle buyurur: “Sadece şu iki kimseye gıpta edilir: Biri, Allah’ın kendisine Kur’ân verdiği ve gece gündüz onunla meşgul olan (onunla yaşayıp tebliğ eden) kim
se, diğeri de Allah’ın kendisine mal verdiği ve bu malı gece gündüz O’nun yolunda infâk eden kimse.” [4]
Hz. Peygamber’in (sas) uygulamalarına gelince, O’nun (sas) hayatının tamamı; zaten insanlığa bir vakıftı. Bunun yanında ganimetlerden ve hediyelerden eline ne geçerse vakfettiğini görmekteyiz. Öyle ki, vefat ettiği zaman geriye sadece bu vakfettiği mallar kalmıştı. [5] Fedek ve Hayber’den kendisine düşen payların bir kısmını ailesine, geriye kalan kısmını ise Müslümanlara vakfetmişti. [6]
Hicretin ilk günlerinde Efendimiz (sas) Müslümanların içme sularını rahatlıkla temin edebilmeleri için teşvikte bulununca Hz. Osman’ın, Rûme Kuyusu’nu satın alıp, vakfetmesi; Saadet Asrı’nın ilk vakfiyesi sayılabilir. [7
Hicretin 3. yılında vuku bulan Uhud Gazvesi sırasında Müslüman olup savaşa katılan ve:“Eğer bugün öldürülürsem, bütün mallarım Muhammed´indir. O, onlar hakkında, Allah´ın kendisine gösterdiği şekilde, dilediğini yapar!" [8] diyerek, o gün şehit olan Muhayrık’ın geride bıraktığı yedi bahçe; Efendimiz (sas) tarafından vakfedilmişti. Muhayrık’ın vakfedilen bahçeleri Medine’nin en güzel bahçeleri idi. Şuan bile yerleri bilinen bu bahçeler; E’vaf, Sâfiye, Delâl, Meyseb, Berka, Hüsna ve Meşrebetü Ümmü İbrahim’dir. [9]
Sahâbe’nin vakfiyelerine de kısaca değinmek gerekirse, Âl-i İmrân Sûresi’nin 92. Ayeti nazil olunca büyük Sahâbî Hz. Ebû Talha (Zeyd b. Sehl) hemen Resûlullah’a gitti ve şöyle dedi: “Yâ Rasûlallah! Cenâb-ı Hak, ‘Sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe hayra, sevaba eremezsiniz.’ buyuruyor. Mallarımın içinde en fazla Beyrûhâ hurmalığını seviyorum. Onu Allah yolunda infak ediyorum. Allah indinde makbule geçmesini umuyorum.” [10] Hz. Peygamber (sas) Ebû Talha’nın bu sözlerinden çok memnun oldu ve o bahçeyi onun akrabalarına tahsis etti.
Hz. Ömer, Hayber’de ganimet olarak sahip bulunduğu değerli bir arazisini, Hz. Peygamber’in (sas): “Aslını alıkoy, gelirini tasadduk et!” yolundaki tavsiyesine uyup satılmamak, hibe edilmemek ve miras kalmamak şartıyla ihtiyaç sahipleri için tasadduk etmişti. [11]
Hz. Ali bir savaş sonrası kendi payına düşen arazisini ve Yenbu’da bir su kaynağını vakfetmişti. [12] Seyfullah lakaplı Hâlid b. Velîd ise tek sermayesi olan savaş aletlerini ve atlarını, Allah yolunda infak etmişti.[13] Sahâbe’den, Câbir b. Abdullah’ın şu sözü, Saadet Asrı’nın vakıf konusundaki hassasiyetini anlamamız açısından yeterlidir. Diyor ki: “Ben muhacir ve ensardan mal sahibi olup da vakıf yapmamış bir kimse bilmiyorum.” [14]
Nebevî Bir Adım: Medine Çarşısı
Efendimiz (sas) Nübüvvetin 13. yılında Yesrib’e (Medine’ye) hicret ettiğinde, orası 10.000 nüfuslu, o günün şartları içerisinde orta ölçekli bir şehirdi. Bu nüfusun yarısından biraz azı, yani 4000 kadarı Yahudi, geri kalan 6000’i ise Arab-ı-Aribe diye bilinen has Araplardan oluşuyordu.[15] Bu Araplarda kökenleri Yemen’e dayanan Ezd kabilesinin içerisindeki, beş büyük kabilenin ikisinden müteşekkildiler. Tarihte isimlerini çokça duyduğumuz bu iki kabile Evs ve Hazrec’ti. Aynı babanın iki oğlunun soyundan gelen bu Araplar, ne yazık ki asırlık çekişmeleri ile birbirleriyle savaş halindeydiler. 120 yıl süren bu savaşların en sonuncusu Medine’de bulunan Buâs mevkiinde geçtiği için Yevmû Buâs (M.617) diye tarihe geçmiş ve öncesindeki savaşlar da bu isimle anılarak Buâs Savaşları diye ifade edilmişti.
Elbette ki bu kardeş kavgalarından en çok memnun olanlar bölgedeki Yahudilerdi. Çünkü onlar birbirlerine düştükçe, güçleri zayıflıyor, etkinlikleri kırılıyor, bunun neticesinde de Yahudiler bu ortamdan çokça istifade ederek, onlar üzerinde her türlü hâkimiyeti çok daha rahat bir şekilde sağlıyorlardı. Bundan dolayı da bazen Evs ve Hazrec arasında bir ittifak ya da bugünün lisanı ile bir ateşkes ilan edilse, Yahudiler ne yapıp edip, bunu bozmaya çalışıyor, onları yine birbirlerine düşürüyorlardı. Orada yaşayan Yahudiler, aynen diğerleri gibi kendilerini hep seçilmiş ırk ve kutsal bir millet olarak görüyor; “Bizler Allah’ın oğulları ve dostlarıyız” diyor, [16] kendileri dışındaki insanların ise Yehova’nın kendilerine hizmet için yarattığı varlıklar olduğunu iddia ediyorlardı. Böyle bir kutsal ırk mantığı onları; “Yahudi olunmaz, Yahudi doğulur” düşüncesine vardırmıştı. Özellikle anne Yahudi olmadıkça, asla Yahudi olunamayacağı fikri onlarda bir akide halindeydi. Böyle olmasına rağmen Medine Yahudilerinin bu temel akidelerine aykırı davrandıklarını tarihi kaynaklar bizlere nakletmektedirler. Onların Medine’de, Arap çocuklarını yanlarına alıp Yahudileştirdiklerini, onları Yahudi olarak kabul ettiklerini görmekteyiz. Bunun en temel sebebi ise, bölgeye sığınmacı olarak geldikleri için Araplar üzerinde hâkimiyetlerini kaybetmemek ve bundan siyasi çıkar elde etme adına, dinlerinin en temel akidesinden vazgeçmeleridir. Bu da gösteriyor ki aslında Yahudiler siyasi menfaatler adına çoğu zaman dinlerine ait bazı ilkeleri çiğneyebiliyorlardı.
Medine’de nüfusları 4000’i bulan Yahudiler, bazı alt aileleri içerisinde barındırsa da, üç büyük kabileden oluşuyorlardı. Bunlar, Benû Kaynuka, Benû Nadir ve Benû Kurayza idi. Bu üç kabile adeta şehrin ticaretini kendi aralarında paylaşmış bir halde idiler. Şöyle ki; Benû Kaynuka, isminden de anlaşılacağı üzere kuyumculuk ile uğraşırlardı. Bunlar genellikle altın ticareti yapar, ama bunun da ötesinde tefecilik yaparlardı. Çok yüksek faizlerle özellikle Araplara borç para verir ve onları bir ömür sömürürlerdi. Benû Kaynuka’nın yaptıkları iş, bugünün lisanı ile konuşursak bir yönü ile para/menkul değerler borsasını ellerinde tutmak ve bu borsayı kendi lehlerinde kullanmaktı.
İkinci büyük kabile olan Benû Nadir’e gelince, onlar ise tarım ile uğraşırdı. Zaten nadir birçok anlamın yanı sıra yeşil ve çiçekli bir bitki demektir. [17] Bunlar, özellikle Medine’nin en önemli geçim kaynağı olan hurma üreticiliği yaparlardı. Büyük hurma bahçelerinin sahipleri olarak o gün bile dışarıya ihrac edecek düzeyde bir pazar oluşturmuşlardı.
Benû Kurayza’ya gelince bunlar ise debbağdılar; yani deri üretimi ve işletimi yaparlardı. Onlar bu alanda kendilerini o kadar geliştirmişlerdi ki, başta çizme olmak üzere birçok mamulün üretimi ile uğraşırlardı. Bunlar da ürettikleri bu deri ürünlerini hem Medine pazarına, hem de başka yerlere satarlardı. Yahudiler bu üç farklı, günümüzde bile ticaretin ana damarları olan sektörleri ellerinde tutukları için, ticarî sahada söz onlarındı. Onlar pazarın kurallarını koyar, fiyatları belirler, tabiî ki şartları hep kendi çıkarları doğrultusunda oluştururlardı. O gün için Medine’de insanların ticaret yaptıkları dört büyük çarşı vardı. Bunlar, Zebâle mıntıkasındaki çarşı, Benî Kaynukâ’ semtindeki çarşı, Safâsif’deki çarşı ve İbn Huyeyn sokağının bulunduğu yerdeki çarşı idi. Bu İbn Huneyn sokağının bulunduğu yerdeki çarşı Câhiliye döneminde ve özellikle İslâm’ın ilk günlerinde en yoğun çarşı idi. Bundan dolayı o mevkiiye, Muzâhem/Rekabet edilen yer ve Mezâhim/ Kalabalık, sıkışık yer denilmiştir. [18]
Bu çarşıların ya da pazarların tüm ipleri/yönetimi de elbette Yahudilerin ellerinde idi. Mesela; meşhur pazarlarda kurulan dükkânların en işlek olanlarını ellerinde tutar, işe yaramaz kıyıda köşe de olanları ise Araplara yüksek paralarla kiraya verirlerdi. Pazardaki malların satış bedellerini kendi istedikleri şekilde belirler; satarken de alırken de hep kendileri kazançlı çıkarlardı. Onların temel mantığı şöyleydi: “Arapların mallarından ne kapsak kârdır ve bu hususta bizler mesul ve günahkâr olmayız. Zira onlar hak yolda değildirler.” [19]
Efendimiz (sas) Medine pazarının bu halini çok iyi gözlemledi. Tabi sadece işin mahiyetini anlamakla kalmadı, kesinlikle bazı alternatiflerin geliştirilmesinin gerekliliğine karar verdi. Efendimiz (sas) çok iyi fark etmişti ki; eğer ticaret Medine’nin var olan bu dört büyük çarşısında devam ettirilirse, asla ipler Yahudilerin ellerinden alınamayacaktı. Çünkü işin başında pazarın şartlarını onlar koymuşlardı. Onların ellerinden bu şartları alıp, Müslümanların lehlerine dönüştürmek çok da kolay değildi. Bu gerçeği çok iyi fark eden Efendimiz (sas) ticarî sahadaki mücadeleye yeni alternatif bir pazar oluşturarak başlanması gerektiğinin kararına vardı. Bunun üzerine Sahâbe’nin içerisindeki tüccarlarla istişare ederek Müslümanlara has bir çarşı/pazar yeri oluşturmak için seferber olundu.
Tabi bu ilk çarşı öyle çok büyük ve kapsamlı değildi; Yahudilerin çarşılarına yakın Bakîyü’z-Zübeyr diye bilinen bir bölgede idi. Efendimiz (sas) buraya büyük bir çadır kurdurarak, orasını Müslümanların pazarı olarak ilan etti. Artık Müslümanlar ticaretlerini bu yeni çarşıda yapacaklardı. Çok kısa bir zaman zarfında bu çadırda kurulan çarşı, kendinden söz ettirmeye başlamıştı. Medine’de yıllardır Arapları sömürmeye alışmış Yahudiler, böyle bir gelişme karşısında büyük bir şaşkınlık geçirdiler. Bir müddet bu yeni olayı sessizce ama sinsice izledikten sonra, kendilerine alternatif olacak olan bu pazarın bir an önce ortadan kaldırılması gerektiği kararına vardılar. Çünkü onlar çok iyi biliyorlardı ki Müslümanlar, ticarî sahada kendi ayakları üzerine durmaya başladıkları gün, sosyal ve siyasal hayatta da bunu başaracaklar ve artık kimselere ipleri vermeden izzet ve şeref üzere yaşayacaklardı. Böyle bir durum ise elbette Yahudileri oldukça endişelendiriyordu. Bu endişe ilerleyen günlerde büyük bir öfkeye dönüşmüştü.
Yahudilerin en meşhur şair ve savaşçılarından biri olan ve ileride Müslümanlar tarafından yaptığı ihanetlerin karşılığı olarak öldürülecek olan Ka’b b. Eşref bir gece adamlarını da yanına alarak Müslümanların pazar olarak kullandıkları bu çadırı yıkmak için harekete geçti. Onlar gecenin karanlığından istifade ederek önce çadırın iplerini keserek, sonra orayı ateşe vererek, bu çarşıyı yerle bir ettiler. Efendimiz (sas) sabahın erken saatlerinde bu durumdan haberdar olunca, herkesin öfke ile ellerini sıktıkları bir zamanda, tebessüm etti. Sahâbe merakla bu tebessümün sebebini sorduklarında; Efendimiz (sas) dedi ki: “Yaptığımız bu iş Yahudileri kızdırdı. Demek ki biz doğru bir iş yapmışız. Bundan sonra kendi çarşımızı öyle bir yere taşıyacağız ki, onlar bu sefer daha fazla kızacaklar.” [20]
Efendimiz (sas) bu olay üzerine ileride Hz. Ebû Bekir’in halife seçileceği yer olan Benû Saide Sakife’sinin hemen yanı başında büyükçe bir arsa satın aldı. Alınan bu arsanın üzerinde eski kabirler vardı. Böyle bir yerin çarşı olarak edinilmesinde de hikmetler olduğu muhakkaktır. Sanki Efendimiz (sas) kabirlerin olduğu bu yere çarşıyı kurdurarak, ticarete dalıp, ölümü unutmasınlar diye tüccarlara fiili bir nasihat ortamı oluşturmak istemiş gibidir. Efendimiz (sas) çarşı için alınan bu arsayı kıyamete kadar Müslümanlara bu iş için vakfetti. Burada kalıcı bir çarşı inşa ederek, tüm Müslüman tüccarları buraya davet etti ve bu çarşının kurallarını bizzat kendisi koydu.[21] Mesela; Efendimiz (sas) bu çarşıda yaptığı dükkânları aynı kişilere kiraya vermek yerine, hiçbir kira bedeli almadan sabahın erken saatlerinde kim erken gelirse ona verilmesi gerektiği kararını çıkartmıştı. Buyurmuşlardı ki: “İşte bu sizin pazarınızdır, burada sabit köşeler, yerler edinmeyin.” [22] Efendimiz (sas) böyle yapmakla da, ticaretin tekelleşmesini önledi ve tabi ki Müslümanlar arasında tatlı bir yarış oluşturarak, Yahudilerin ellerinde olan ticaret hacmini kademeli olarak Müslümanların eline geçirtti. Yavaş yavaş Yahudiler ellerindeki imkânları kaybetmeye başladılar ve çok değil dört yıl içerisinde Medine’nin ticaretinin büyük bir bölümü Müslümanların eline geçti.