Atâullah İskenderî Hazretleri’nin Sohbeti
İbn Atâullah El-İskenderî (k.s.) nasıl sohbet ederdi? El-Ḥikemü’l-ʿAtâʾiyye adlı eseriyle tanınan sûfî, İbn Atâullah El-İskenderî Hazretleri’nin sohbetini istifadenize sunuyoruz.
Atâullah İskenderî -rahmetullâhi aleyh- şöyle sohbet etmiştir.
ZİKİRDEN GAFLET, ZİKİRDE GAFLETTEN DAHA BÜYÜK BELÂDIR
Hz. Âdem cennetteyken Allâh’a mârifet bilgisiyle ibâdet ediyordu. Allah onu yeryüzüne teklif ile ibâdet etsin diye indirdi. Her iki kulluk biçimi de onda gerçekleşince halîfe olmaya hak kazandı. Sende de aynı şekilde Âdem’den bir hisse vardır. Senin de başlangıcın mârifetler cennetinde, ruh semâsında idi. Sen de teklifle ibâdet etmek için nefis arzına indirildin. Sende de iki kulluk biçimi gerçekleşirse sen de halîfe olmaya hak kazanacaksın.
Seni Allah’tan Alıkoyan Şey!
Ebu’l-Hasan eş-Şâzelî, şöyle demiştir: “Seni Allah’tan alıkoyan her şey Âdem’in ağacıdır. O, ağaçtan yediğinde halîfelik için yeryüzüne indi. Sen de eğer kendi yasak ağacından yersen Allah’tan ayrı düşme dünyasına inersin. Allâh’ın, Hz.Âdem’e yasakladığı her şey ağaçtır, cennet de Allâh’ın huzurudur.”
Bazıları: “Şüphesiz ki Allah mü’minlerden canlarını ve mallarını cennet karşılığında satın almıştır.” (Tevbe, 111) âyetini işittiğinde bu alışverişten ötürü sevindiler ve yüzleri bembeyaz oldu. Çünkü Allah onları kendilerinden satın almaya ehil kılmıştı, onlar da kendilerine verilen karşılık nedeniyle sevindiler. Bazıları da Allah’tan utandıkları için sarardılar. Çünkü Allah onlardan zaten kendisinin olan bir şeyi satın almıştı. Eğer Allah onların nefislerinde gizli olan iddiayı, nefislerinin kendilerine ait olduğu iddiasını bilmemiş olsaydı böyle buyurmazdı. Eğer mü’minler itiraz/çekişme kalıntılarından tamamen arınmış olsalardı, alışveriş de söz konusu olmayacaktı.
Kalp gözün iki dünyada da el-Vâhid olandan başkasını görmesin, bütün varlıkların cenâze namazlarını kılıver. Böylece senin için övgü ile yergi aynı olsun da insanların seni yermesini senin için bir te’dib ve uyarı olarak, seni övmelerini de bir imtihan (fitne) olarak göresin. Nitekim onların dilleri övgü ya da yergi için ancak Allâh’ın emriyle hareket ederler. Eğer sende nefse velev ki zerre miktarınca olsun bir destek varsa, sen yalan iddia sahibisin ve şeytanın da seni yoldan çıkartıyor.
Allah’ı Nasıl Tanıdın?
Sendeki irâdeyi senin bir irâden olsun diye yaratmadı. Fakat onun irâdesi seninkini geçersiz kılsın diye yarattı. Böylece sen irâden olmadığını anlarsın. Aynı şekilde sendeki tedbiri sürekli olarak ona sahip olasın diye var kılmadı. Onu sende yarattı ki sen tedbir alasın, o da tedbir alsın ve senin değil onun tedbiri gerçekleşsin. Bu yüzden büyüklerden birine “Allâh’ı nasıl tanıdın?” diye sorulunca: “kararlarımı bozmasıyla” demişti.
Bir keresinde Şeyh Ebu’l-Abbas Mursî’ye gittim. İçimde tecrîde (yalnız kalmak) yönelik bir niyet vardı. Kendi kendime şöyle diyordum: “Allah Teâlâ’ya bu şekilde ulaşmak, ilm-i zâhirle uğraştığım ve insanların arasına karıştığımdan ötürü zordur.” Şeyh Mursî bana, daha ben soru sormadan şöyle dedi: “Zahirî ilimlerle iştigal eden bir arkadaşım vardı. Bu alanda epey ileriydi. Derken bu yolun tadını aldı ve bana gelerek, ‘Efendim, içinde bulunduğum durumdan çıkacağım ve kendimi tamamen senin sohbetine vereceğim’ dedi. Ona dedim ki: ‘Mesele o değildir. Sen içinde bulunduğun hal üzere kal. Bizim elimizdeki Allah’tan gelen nasibin sana ulaşacaktır.’ Sonra dedi ki: ‘Bu sıddîkların halidir. Allah onları ondan çıkarmadıkça içinde bulundukları halde kalırlar.’ Bunun üzerine kalbime doğan o düşünceler gitti, Allâh’ın beni içine yerleştirdiği duruma râzı oldum.
Kölenin Durumuna Benzer
Allâh’a rağmen tedbir alanın durumu şu kölenin durumuna benzer: Efendisi onu bir şehre elbise yaptırmak için gönderir. O da şehre girince nerede kalacağım, kiminle evleneceğim diye düşünür ve bunlarla meşgul olur, dikkatini bunlara yöneltir, efendisinin emrini dikkate almaz. Ta ki sonunda efendisi onu geri çağırır ve cezâlandırır. Cezâsı da uzaklaştırma ve perdelenmektir. Sen de aynı şekilde ey mü’min, Hak seni bu memlekete göndermiş ve sana orada hizmetiyle meşgul olmanı emretmiştir. Buna mukabil de tedbiri senin yerine bir ikram olarak kendisi üstlenmiştir. Eğer sen orada efendinin hakkı yerine kendi tedbirinle meşgul olursan doğru yoldan ayrılmış olursun. Kulun bu dünyada Allah karşısındaki durumu, çocuğun anne karşısındaki durumu gibidir. Anne çocuğun tedbirini onun kendi ellerine bırakmaz.
“Kardeşin Senden Daha Âbid”
Tedbirin bırakılması, sebepleri terk etmek demek değildir. Çünkü böyle yapıldığında insan başıboş bir halde diğer insanlara yük olur. Sonunda da Allâh’ın sebepleri var etme ve vasıtalarla irtibatlı olmadaki hikmetlerini bilemez. Hz. Îsâ aleyhisselâm bir âbide rastlamış ve ona: “nasıl karnını doyuruyorsun” diye sormuş. O da “kardeşim beni doyuruyor” demiş. Hz. Îsâ: “kardeşin senden daha âbid” diye cevap vermiş.
Nefis, Allâh’ın kendisi hakkındaki güzel tedbirine güvenip, Allâh’a rağmen tedbiri terk etmeden mutmainne olamaz. Çünkü eğer Allah’tan râzı olursa O’na teslim olur ve O’nun kararına boyun eğer, emrine itaat eder, Rabbinden memnun olur, O’na güvenir. Böylece kaygısı kalmaz. Çünkü Allah ona aklın nurundan vermiş ve onu bununla sükûna erdirmiştir. Bu konudaki son söz şudur: Senin için sebeplerin var olmaları şarttır. Yine sebepleri görmemen de şarttır. Allah nasıl hikmetiyle sebepleri var kılmışsa sen de var kabul et ve Allâh’ın ahadiyetini bildiğin için de sebeplere güvenme.
Kalple tasdik ilimdir. Bu sabitleştiğinde yakîn olarak adlandırılır. Güçlendiğinde tevhid olarak adlandırılır. Derinleştiğinde mârifet olarak adlandırılır. İslam’ın derûnundaki itikadî esasları bilen kimse bir hazine bulmuş kimse gibidir. Îmânın derûnundaki itikadî esasları bilen kimse bir maden bulmuş kimse gibidir. İhsanın sırrının faydalarını (fevâid) bilen kimse ise kimya bulmuş kimse gibidir.
Övünç ve Zenginlik Sebebi
Fakrın hakîkati fakrı görmemekle olur. Aksi takdirde sen fakrınla ğınâ sahibi olmuş olursun. Fakrın sana bir övünç ve zenginlik sebebi olur. İbn Meşîş müridi Şâzelî’ye sorar: “Allâh’a nasıl erdin?” Şâzelî: “Fakr ile…” der. Bunun üzerine İbn Meşiş: “Eğer ona fakr ile erdinse vallahi ona en büyük put ile ermişsin. Böylece Allâh’a Allah’tan başka bir şeyle ermiş olmadın mı?” diye sorar.
Nefsin meydanları olmasaydı, seyrü süluk gerçekleşmezdi. Çünkü seninle onun aranda (aslında) kat edeceğin bir mesafe yoktur. Ve yine (aslında) seninle onun aranda vuslatının ortadan kaldıracağı bir uzaklık yoktur. Âriflerden birine ism-i azam sorulmuş ve o da şöyle cevaplamıştır: “O, senin Allah demen ve bu arada senin mevcut olmamandır.”
Sâlikin kötü huyları ve iddialarını yok ettikten sonra Allâh’a vâsıl olacağını beklemesi boşunadır. Böyle bir beklentisi varsa aslâ Allâh’a vâsıl olamayacaktır. Ama Allah kulun kendisine vâsıl olmasını istemişse bu durumda kulun vasfını kendi vasfıyla örter ve böylece kuldan Allâh’a doğru olan şeyler sebebiyle değil Allah’tan kula doğru olan neticesinde vuslat mümkün olur. Kalpleri kendi huzuruna çağıran Allah’tır. Bu huzura davet eden, vuslata yardım eden O’ndan başkası değildir. Aksi takdirde beşer aklı için Allâh’ın hazretinin celâline kavuşmak hangi şekilde mümkün olabilirdi?
“Nefsimde Şöyle Şeyler Var”
Şeyh Mursî ile birlikteydim. Ona, “nefsimde şöyle şeyler var” diye anlatmaya başladım. Şeyh bana dedi ki: “Eğer nefs sana aitse, ona dilediğini yapabilirsin ama bunu gerçekleştiremeyeceksin. Onu Rabbine havale et, o dilediği gibi yapsın. Çünkü sen kendin terbiye etmeye çalışırken yorulursun ve yine de sana itaat etmez. Müslim, nefsini Allâh’a teslim eden kimsedir.”
Şükür Üç Türlüdür
Şükür üç türlüdür: Dilin şükrü, âzâların şükrü, kalbin şükrü. Dilin şükrü nimeti anmaktır. Âzâların şükrü Allâh’a itaat etmektir. Kalbin şükrü, kişinin kendisindeki veya herhangi bir kuldaki nimetin Allah’tan olduğunu dile getirmesidir. Şeyhim bana şöyle dedi: “Ey oğlum, suyu soğut. Çünkü kul ılık su içtiğinde kuru bir elhamdülillah, der. Ama soğuk su içtiğinde elhamdülillah der ve bütün âzâları da ona bu elhamdülillah deyişte katılır.”
Hayır ve hasenât, ibâdet ve taat senin tarafından işlendi diye sevinme; fakat bu güzellikleri, Allah seninle ve sende ortaya çıkardığı için işte bu lütfa ve teveccühe sevin!” Nitekim Rabbimiz şöyle buyurmuştur: “(Ey Nebiyy-i Ekrem! Kullarıma) de ki: Ancak Allâh’ın fazlı ve rahmetiyle, işte ancak bunlarla sevinsinler! Zîra bu ihsân ve ikrâmlar, onların toplayıp biriktirdiği her şeyden daha üstündür ve daha hayırlıdır.” (Yûnus, 58)
Manevi Ceza
Allâh’a karşı isyân, edepsizlik ve daha nice kötülüklerin devam ettiği halde, O’nun sana ihsânı devam ediyorsa, bu durumdan çekin ve kork. Çünkü bu hâl, bir istidrâc olabilir. Şu âyette bu hâle bir işâret vardır: “…Âyetlerimizi yalanlayanları bilmeyecekleri yönden derece derece (istidrâc yoluyla) azaba yaklaştırırız.” (A’râf, 182)
Hak yolcusu bir sâlikin, edebe aykırı bir şey yaptıktan sonra, bunun manevî cezâsının tehir edilmesine aldanarak; “şayet bu yaptığım, edebe aykırı olsaydı, ilâhî yardım mutlaka kesilir ve bulunduğum manevî hâlden uzaklaştırılmam gerekirdi” tarzında düşünmesi, onun cehâletinden ileri gelir. Zîra ilâhî yardım bir şekilde kesildiği halde, o bunun farkında olmayabilir. Esasen yardım kesilmese bile, ilâhî inâyetin artık artarak devam etmemesi, cezâ olarak ona kâfîdir. Yine kendisi henüz fark etmediği halde, Hakk’ın kurbiyetinden mahrum bırakılmış da olabilir. Bu olmasa bile, Allâh’ın seni nefsinle yani hevâ ve arzularınla baş başa bırakması, aslında yeterli bir cezadır.
Allâh’ın rızâsına medâr olacak amellerden mahrum olunmasına rağmen üzüntü duymamak ve birçok günah, hata ve manevî sürçmelerin içine düşüldüğü halde pişmanlık hissetmemek, kişinin kalbî duyarlılığının ölüm emâreleridir. Bununla beraber, hiçbir günah, Allâh’a karşı hüsn-i zan beslemenin önüne geçecek kadar kişinin gözünde ve gönlünde büyümemelidir. Zîra kim Rabbini iyi tanırsa, O’nun kerem ve ihsânının yanında, kendi günâhının ne kadar küçük kaldığının farkına varır. Kerîm olan Rabbimiz, adâletiyle muamele edecek olursa, küçük görülen günah aslâ küçük kalmaz ve yine O, kuluna fazl ve ihsânıyla tecellî ederse, (şirk hariç) hiçbir büyük günah, aslâ büyük olarak kalmaz.
Huzurda Yapılan Zikir
Zikir esnâsında Allah ile beraberlik huzurunu yaşayamıyorum diye sakın zikri terk etme! Zîra O’nu zikretmekten gâfil olmak, O’nun zikrinde gâfil olmaktan daha büyük bir belâdır. Umulur ki Cenâb-ı Hak seni, gafletle yaptığın zikirden, uyanık bir gönülle yapılan zikre yükseltir. Yine bu seviyeden alır, huzurda yapılan zikre eriştirir. Hatta bu halden de alır, seni “mezkûr”da yani Zât-ı ulûhiyetinde fâni kılarak, mâsivayı unutacak seviyede bir dereceye yükseltir de gaybet hâlinde zikredenlerden olursun. “Bunu yapmak, Allâh’a aslâ güç değildir.” (İbrâhim, 20)
Her bir günahın, gafletin ve lüzumsuz arzunun kaynağı, nefsini beğenmek ve ondan râzı olmaktır. Her bir taatın, basîretin, uyanıklığın ve iffetin temeli ise nefisten hoşnut olmamaktır. Nefsine karşı uyanık ve ondan hoşnut olmayan bir câhille beraber olman, kendini beğenen ve nefsinden râzı olan bir âlimle beraber olmandan daha hayırlıdır.
Böyle Bir İlme, İlim Denilebilir mi?
Hangi ilim bir âlimi kendi nefsinden râzı edebilir? Böyle bir ilme, ilim denilebilir mi? Yine hangi cehâlet, sahibini nefsine karşı teyakkuza geçirip ondan hoşnutsuzluk doğurabilir? Böyle bir cehâlete cehâlet denilebilir mi? Nefsinden râzı olmayan bir câhille arkadaşlık etmen, nefsinden hoşnut bir âlimle arkadaşlık etmenden senin için daha hayırlıdır. Nefsinden râzı olan âlimin ilmi nerede, nefsinden râzı olmayan câhilin cehâleti nerede?
Israrla duâ etmene rağmen, Rabbin ihsanı gelmekte geciktiyse, ümitsizliğe düşme! Zîra Yüce Mevlâ, duâ edenin duâsına icâbet edeceğini vaat etmiştir; ancak unutma ki, bu vaadin gerçekleşmesi, arzuladığın şeyin, senin istediğin gibi yerine gelmesi şeklinde değil, O Yüce Rabbin senin için istediğini vermesi şeklinde cereyan edecektir. Yine aynı şekilde bu icâbet, senin istediğin zamanda değil, Zât-ı Ulûhiyetin istediği vakitte olacaktır.
Kaynak: Mehmet Lütfi Arslan, Marifet Meclisleri, Erkam Yayınları