Yeni yorum ekle

Son İlahî Risaletin Merkezi Olarak Mekke’nin Seçilmesinin Sebeb-i Hikmetleri

Behiye ŞAHİN - 

Yüce Allah Kur’an-ı Kerim’de En’am suresi 124. ayet-i kerimede “…Allah peygamberliği nereye (kime) vereceğini çok iyi bilir.” buyurmuştur. Bu ayetten yola çıkarak müfessirler, risaletin verildiği yerin ve kişinin bir takım hikmetlere bağlı olarak seçildiğine ilişkin yorumlarda bulunmuşlardır. Muhammedî risaletin beşiği olarak niçin Mekke’nin uygun bulunduğu hususunun da bir takım hikmetlere dayandığı düşünülmektedir. Bu yazımızda Mekke’nin merkez olarak seçilmesinin görünür sebepleri üzerinde duracağız. Bu sebep ve hikmetleri birkaç başlık halinde aktarmaya çalışacağız.

a) Mekke’nin Coğrafi Konumu

Mekke, coğrafi konumu itibariyle eski kıtalar olarak adlandırılan Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarının üçüne birden yakın olması münasebetiyle bir merkez olma hüviyeti kazanmıştı. Her üç kıta ve burada hayat süren devletler ve medeniyetlerle devamlı bir ilişki içerisindeydi. Zamanın önde gelen devletleri Bizans ve İran, onların ardından gelen Yunan ve Hint medeniyetlerinin tümüyle etkileşim halinde olmak konusunda Mekke oldukça elverişli bir konumdaydı. Mekke’nin bu durumu, evrensel risaletin yayılması aşamasında onu diğer bölgeler karşısında üstün bir konuma getirmekteydi. Muhammed Hamidullah’ın bu hususta yaptığı şu tespit dikkate değerdir: “Belli bir merkezde yapılan bir hareket çevreye yayılarak yapılandan çok daha etkili olur.”[1] Dolayısıyla evrensel bir mesajın pilot bölgesi olarak seçilen bir yer için Mekke, coğrafi konumu itibariyle en ideal şehirdi. Nitekim dört halife dönemi ve sonrasında yaşanan fetih hareketlerine baktığımızda coğrafi konumun ne derece belirleyici olduğunu görmek zor değildir.

b) Mekke Nüfusunun Geçimini Ticaretle Sağlaması

Hâkim olan çöl iklimi sebebiyle, Mekke topraklarında tarım yapılabilmesi mümkün değildi. Kur’an-ı Kerim’de de Mekke “ziraat yapılmayan bir vadi”[2] olarak tanıtılır. İklimin ve arazinin tarım için elverişsiz olan bu hâli halkı ticarete yönlendirmiş ve toplum özellikle Kureyş kabilesi bu hususta önemli bir konuma yükselmiştir. Uzun kervan yolculukları ve akabinde gelişen ticarî faaliyetler Arapların Bizans, İran, Hint ve Yunan toplumları ve bu toplumların medeniyetleri ile karşılaşmaları ve o kültürlerle ilgili bilgi sahibi olmaları sonucunu doğurmuştu. Ticaret; doğasında hareketlilik, risk alma, uzun ve yorucu seyahatlere katlanma, zorluklara göğüs germe gibi hususiyetler barındırır. Tarımla uğraşan topluluklarda ise yerleşik bir düzen vardır ve insanların yaşadıkları topraklara bağlılıkları had safhadadır. Bu tür toplumların inandığı bir dava uğruna yerlerini yurtlarını terk etmesi, bir takım zorlu şartlara göğüs germesi, dünyaya aşırı bağlılıkları nedeniyle çok da imkân dâhilinde değildir. Arap toplumu ise tarımsal faaliyetlerde bulunamadıkları için zorunlu olarak yöneldikleri ve maharetle yaptıkları ticarî faaliyetler vasıtasıyla yukarıda saydığımız özellikleri haizlerdi. Kazandıkları bu özellikler sayesinde İslami tebliğde en önemli araçlardan olan fetih hareketlerini zorlanmadan gerçekleştirebilmişlerdi.

c) Cahiliyye Dönemi Araplarının İnsanî Özellikleri

Bu hususta Ramazan el- Buti’nin “Fıkhu’s-Sireti’n-Nebeviyye” adlı eserindeki tesbitleri son derece dikkat çekicidir: “Arapların tabiat ve mizaçları, henüz bir potada erimemiş ham maddeye benziyordu. Fıt­rat­la­rın­da­ki te­miz­li­ği ta­mamıy­la kay­bet­me­miş­ler­di. Ay­rı­ca if­fet, sö­zün­de dur­ma, cö­mert­lik, vefa, sadakat, sa­bır ve mert­lik gi­bi övgüye de­ğer va­sıf­la­ra sahiptiler. Fa­kat bu va­sıf­lar on­lar­da if­rat ve tef­rit­ler­le fıt­rî ze­mi­nin­den kay­mış bir va­zi­yet­te idi. Bu se­bep­le ken­di­le­ri­ne hakikati gös­te­re­cek reh­ber­den mah­rum bir hâl­de, cehalet ka­ran­lık­la­rı içe­ri­sin­de ya­şı­yor­lar­dı. Bu durum da aslen fıt­rat­la­rın­da gizlenmiş bü­tün gü­zel has­let­le­ri as­lî mecralarından sap­tı­rı­yor­du. İf­fet ve şe­ref­le­ri­ni ko­ru­mak adı­na kü­çü­cük kız ço­cuk­la­rı­nı di­ri di­ri top­ra­ğa gömüyor, cö­mert­lik­le­ri­ne toz kon­dur­ma­mak için zaruri mal­la­rı­nı te­lef ediyorlar, yi­ğit­lik ve mert­lik gibi duyguların tesiriyle de ken­di ara­la­rın­da uzun se­ne­ler de­vam eden kan­lı sa­vaş­lar çı­ka­rı­yor­lar­dı. İs­lâmi tebliğin başlaması ile cahi­li­ye­nin ah­lâ­kî va­sıf­la­rı bü­yük bir mana de­ği­şik­li­ği­ne uğ­ra­ya­rak asli­ mahiyetine bü­rün­müş ve kemal hâ­li­ni bul­muş­tur.”[3] Dolayısıyla devrin gelişmiş medeniyetlerinin şehirliliğin ve kompleks bir hayatın sonucu olarak hırsla, tamahkârlıkla, menfaat düşkünlüğüyle bozulmuş fıtri yapılarının aksine Arapların bu tür istilalardan uzak kalarak korudukları kişilik özellikleri onların ilahî tedaviye daha çabuk cevap verebilecek bir durumda olduklarını gösteriyordu.

d) Mekke’nin Sosyolojik Yapısı

İslam öncesi Mekke’nin sosyolojik yapısına bakıldığında Arapların çevre medeniyetlere kıyasla daha demokratik bir yaşam tarzını benimsediği görülür. Mekke şehir devletinde halk kendi vatandaşı olmayan yabancı unsurlara, her türlü görüşten veya dinden insana hoşgörü ile yaklaşıyor ve bu insanlarla bir arada yaşıyordu. Öyle ki aynı ailede farklı dine mensup insanlar bulunabiliyordu. Putperestlik yaygın bir şekilde görülse de Hıristiyanlık, Yahudilik ve hatta ateizm gibi inançlar kapalı toplumlara kıyasla daha kolay yayılabiliyordu. Bazı örf ve adetlerde ve ahlaki tutumlarda ifrat ya da tefrite varan bir takım davranışlar sergilemelerine rağmen, farklı inançlar karşısında oluşturulan bu hoşgörü ortamı İslam’ın yayılabilmesi için uygun bir ortam sağlıyordu. İslam’ın tebliğ sürecine baktığımızda ilahi mesaja şiddetle karşı çıkanların toplumun elit kısmını oluşturduklarını ve bir takım menfaatlerinin elden gideceği endişesiyle böyle bir tutum sergilediklerini görürüz. Buna karşılık sıradan halk kesiminde İslamiyet çok çabuk makes bulmuş ve hızla yayılmıştır. Ayrıca Mekke’nin silah kullanmaksızın gerçekleştirilen fethini de baz alarak bir değerlendirme yapacak olursak, İslam’ın yayılma ve kabullenilme hızının yüksek olduğu düşünülebilir. Bütün bunlar Mekke toplumunun İslamî tebliğe dünyanın diğer bölgelerine nispetle daha açık bir durumda olduğunun göstergesidir.

e) Arapçanın Dil Yapısı

Son ilahî çağrının dili olarak Arapçanın seçilmesinin de bazı hikmetleri olduğu düşünülebilir. Bu konuda Muhammed Hamidullah “İslam Peygamberi” adlı eserinde şu görüşlere yer vermektedir: “Allah’ın mesajını aktarma aracı olarak Arapçanın tercih edilmesinin kendine özgü yararları vardı: Başka hiçbir dil, sahip olduğu ahenk ve kendisine özgü sözcük yapısı, çekim kuralları, sesbilgisi vs. bakımından onunla karşılaştırılamaz. Bu, aynı zamanda en küçük aydınlatıcı bilgileri bile göz ardı etmeksizin yoğunlaştırılmış bir dildir. Zamirlerin yanı sıra, fiiller de erkek ve dişi olmak üzere iki cinsi birbirinden ayırmaktadır. Sözcük dağarcığındaki inanılmaz zenginlikle ve kelimelerin farklı durumlara göre çok esnek bir biçimde çekim eki alabilmesi, Arapçaya, her türlü düşünceyi ve en ince farkları hayran olunacak bir zarafetle ifade etme imkânı sağlamaktadır. İnsanı şaşırtan bir özelliği de, Arapçanın, yüzyıllar boyunca değişime ihtiyaç duymamış olmasıdır: 1.500 yıl öncesinin düzyazı ve şiiri, ne dilbilgisi, ne kelime hazinesi ne de imlâ bakımından, çağdaş Arap nesri ve şiirinden farklı değildir.”[4] Arapça, diğer dünya dinlerine kıyasla sahip olduğu bu üstün özellikleriyle risaletin merkezi olarak Mekke’nin ve muhatap olarak da Arapların seçilmesini açıklayan hikmetler arasında yerini alıyor.  

    f) Arapların Ümmi Bir Toplum Olmaları

Arap toplumunun ve risalet vazifesini yüklenen Nebi’nin ümmi oluşu da bir hikmetin gereğidir. Okuma-yazma bilmeyen bir toplumda diğer kültür ve medeniyetlerin, felsefi düşünce ve görüşlerin yayılma imkânı oldukça zordur. Bu durum da o toplumu yabancı kültürlerin ve fikirlerin istilasından korur. Allah Teâlâ risalet vazifesini ümmi bir peygambere vererek,  risaletin ilahi kaynaklı olmayıp eski semavî kutsal kitaplardan, diğer devlet ve medeniyetlerin kültür ve tarihinden alınmış olabileceği nev’inden bir takım şüpheleri bertaraf etmiştir. Ayrıca evrensel mesajın Arap toplumundan daha uygar, çeşitli kültür ve medeniyetlerle tanışmış ve etkileşim halinde olan bir topluma gelmesi durumunda da aynı şüpheler geçerli olacaktı. Dolayısıyla hem toplumun hem de Peygamber’in ümmi oluşu İslam’ın ilahi menşeli bir din olarak kabullenilme oranını yükseltmiş ve kolaylaştırmıştır.     

       e) Mekke’nin Tarih Boyunca Birçok Dine ve Peygambere Ev Sahipliği Yapması

Hz. Âdem’den beri kutsal kabul edilen Kâbe’nin Mekke’de bulunması, birçok peygamberin ve dinin burada zuhur etmesi ve Mekke toplumunun peygamber geleneğinden haberdar olması, hatta son nebi beklentisinin bu bölge insanı nezdinde devamlı gündeminde yer alması gibi faktörler de Mekke’nin son ilahî dinin merkezi olması konusunda etkilidir.

Ayrıca Hz. İbrahim ve oğlu Hz. İsmail’in Kâbe’yi ikinci kez inşa ederken yaptıkları “Ey Rabbimiz, onlara içlerinden senin ayetlerini kendilerine okuyacak, onlara kitap ve hikmeti öğretecek, onları temizleyecek bir peygamber gönder…”[5] şeklindeki duanın Allah indinde kabul görmesinin bir sonucu olarak da Mekke’nin merkez olarak belirlendiği düşünülebilir.[6]

Sonuç olarak Mekke’nin ve Arap toplumunun ilahî risaletin tanınması, kabul görmesi ve dünyaya yayılabilmesi için uygun hususiyetlere sahip olduğu varsayımında bulunabiliriz. Burada ele aldığımız sebep ve hikmetlerden başka gizli veya açık birçok hikmet de mevzubahis olabilir. İlahî irade bu şekilde tecelli etmiştir. Allah en iyi bilendir.  

          



[1] Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, s. 18, çev: Salih Tuğ, İstanbul 1993.

[2] İbrahim 14/37.

[3] Ramazan el-Buti, Fıkhu’s-Sireti’n-Nebeviyye, s. 33-34, çev: Ali Nar, Orhan Aktepe, İstanbul 2002.

[4] Muhammed Hamidullah, a.g.e, s. 21-22.

[5] Bakara, 2/129.

[6] Yener Öztürk, “Son İlahi Risaletin Mekân, İnsan, Zaman ve Lisan Boyutları”,  Dicle Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, c: VII, sayı 2,  s.38, Diyarbakır, 2005.

Image CAPTCHA
Enter the characters shown in the image.