Asr ümmetinin de yiğitleri vardır elbette.
Ezelden ebede doğru akarken zaman, adına cesaret denilen vadide duranlar bir de o vadide taht kuranlar vardır.
Gece ve gündüz büyüttükçe hayatı, asabiyetle bilenmiş öfke, haydut olur keser yolları.
İnsanlık, dönemeçlerden kıvrıla büküle geçip bütün yolların hükmünü bitiren “Sırat-ı müstakim”de istikamet bulunduğunda,
Ay yarılıp içinden hakikatler fışkırdığında,
Hırslarının kölesi olanlar, şirretlikleriyle etrafı tarumar ettiklerinde,
Ve dahası bir“yetim”in sırtına işkembeler boca edilip hayatın bütün çirkefliği saçıldığında,
Çölde aslan avlayacak kadar gözü kara, zalime karşı şiddetli bir adam gezer yeryüzünün bu taş kalpli coğrafyasında.
Önder olan zalimin çalımını kırar ve bir cahiliye asabiyetiyle dudaklarından dökülen sözler, iman ağacının meyvelerine dönüşür.
Hamza’dır “İman ettim.” diyen. Ve Mekke sokakları bir kez dahaİbrahimî bir gülümsemeyle bakar Kâbe’ye.
Çöl sıcağının ve zulmüntazyikiyle sıkışan yürekler, bu haberle inşirah bulur.
Hayat,oyunuyla renkleri yeniden çoğaltmaya başlar.
Cesaret abidesi Hamza ile aynı saflarda olmak, bahtiyar eder müminleri. Ama ziyadesiyle memnun olan,Efendimizdir.
Hamza’nın imana kavuşması demek, cennete ulaşması demektir.
Sonsuzlukta ebediyen beraber olmak en büyük dilektir sevilenler için.
Mekke daralttıkça teslim olanları, ay ışığı aydınlatırYesrib yollarını.
Çoğu mümin, dünyadan eletek çekerek gizli çıkar bu yolculuğa.
Meydan okuyarak gidenler de vardır, Hamza gibi.
O, hayatı ancak ölümden korkmayanların kontrol edebileceklerini bilir.
Önce Bedir…
Zaferin tadıldığı, gülmeyi unutmuş çehrelere tebessümün yeniden yayıldığı, dillerden hiç eksik olmayan dualara ve hamdüsenalara yenilerinin eklendiği zaman.
Bedir kuyularına atılan cesetler “gayya”ya yuvarlanırken ardında Hind yürekliler bırakır.
Yeryüzünün kulakları belki de hiç bu kadar canhıraş intikam yeminini bir arada duymamış, Mekke ile Medine arası ağıtlarla boyanarak intikam günleri tasarlanmıştı.
Günlerce aç bırakılmış bir aslan gibi ortada hırsla dolaşan Hind, Vahşi ile hedefine yaklaşıyor; Hamza’nın yüreğini avuçlarına alacağı, onun ciğerini paramparça edeceği günün hayaliyle nefes alıyordu.
Sayısız cenge ve acıya şahitlik etmiş olan gökyüzü, Uhud Günü vahşetin sınırlarının nerelere vardığını esefle bir daha görmüş, zalime lanet okurken mazlum kanlarının üstüne gözyaşı dökmüştü.
Kendinin değil, adının bile yüreklere korku salmaya yettiği Hz. Hamza, heybetle yürüdüğü savaş meydanında cennet kapısını ardına kadar açmış ve içeri süzülmüştü.
Akbabalar gibi bedenini parçalayanlar ise intikam almanın verdiği hayvanî lezzetle kendilerinden geçmişlerdi.
Kâinatın gözbebeğinden yaşlar süzülürken “Allah’a verdikleri sözü tutan yiğitler”, bir bir düşüyordu toprağa. Aslıyla buluşan beden, salıveriyordu ruhunu cennet semalarına.
Hz.Hamza,Hz.Musabbin Umeyr, Hz. Abdullah bin Cahş ve diğerleri.
Nice zalimleri bağrında gizlemek zorunda kalan yeryüzü mis kokulu şehit bedenlerine mekân olmaktan gurur duyuyordu.
Ve Efendimiz çok sevdiği Hz. Hamza’yı, diğer şehitleri; sevdiği onun da kendisini sevdiği dağa emanet ederek Medine’ye dönüyordu.
Uhud hâlâ eski hüznünü fısıldıyor ziyaretçilerine. Gönül kulağı olanlar Hz. Hamza’nın küfre savurduğu kılıcın sesini, attığı okun fışıltısını duyuyor.
Geriye kalan, dudaklardan dökülen dua: şehitler kervanına katılıp “sonsuzluk yurdu”nda beraber olmak.
“Şehit olmak Allah’ın varlığına şahit olmaktır.”
“Rabbimiz! Bizi şahitlerle beraber yaz .”
Siyer-i Nebi Dergisi 25. Sayı / Ocak-Şubat 2014
Yeni yorum ekle