Yeryüzünde âlemlerin/insanların hidayeti için kurulan ilk ev (Âl-i İmrân 3/96), Allah’ın evi (Beytullah) olan Kâbe’dir. Kâbe, tavaf edenler, itikaf edenler, rükû ve secde edenler için hazırlanmış tertemiz bir mekândır (Bakara 2/125; Hacc 22/26). Kâbe’yi de içeren Mescid-i Haram’ın yeryüzünde inşa edilen ilk mescid olduğunu Allah Rasûlü de (s.a.s) bir hadis-i şerifinde (Buhârî, Enbiyâ 10) beyan buyurmuştur. İsra suresinin 1. âyetinde “çevresinin mübarek kılındığı” açıklanan Kudüs’teki Mescid-i Aksâ ise; yine Rasûlullah’ın (s.a.s) açıkladığı üzere “yeryüzünde Allah için kurulan ikinci evdir” (Buhari, Enbiya 40; Müslim, Mesâcid 1, 2.). Müslümanlar günde beş kez Allah için ikame ettikleri namazlarında yüzlerini, Hicretten itibaren yaklaşık 16 ay boyunca Mescid-i Aksâ yönüne; Hicretin 2. yılında, Şaban ayının 15’inde “yüzlerinizi Mescid-i Haram (Kâbe) tarafına döndürünüz” mealindeki âyetlerin (Bakara 2/144, 149, 150) nazil olması ile de Kâbe’ye dönerek istikâmetlerini doğru tuttular ve hem imanlarını, hem de vahdet ve istikâmet bilinçlerini sürekli tazelediler.
Medine’de İlk Adım: Mescid’in Yerini Belirlemek
Model insan Hz. Peygamber’in (s.a.s), Medine’ye hicret buyurduklarında yaptığı ilk iş, ilk icraat Mescid-i Nebî’nin inşa edileceği yeri belirlemek olmuştur.
Peygamber Efendimiz (s.a.s), devesini serbest bırakarak, çöktüğü boş arsaya cami/mescid yapılmasını kararlaştırmıştır. İki yetim çocuğa (Sehl ve Süheyl) ait olan bu arsayı Neccâroğulları hibe etmek istedilerse de Rasûlullah (s.a.s) bunu kabul etmemiş, yetimlerin velilerine arsa bedelini Hz. Ebû Bekir (r.a) ödemiştir. Ardından da hemen Mescid’in yapımına başlanmıştır. Peygamber Efendimiz (s.a.s), Mescidin yapımında bizzat bir işçi gibi çalışmış ve ashabını teşvik etmek için de mübarek ağızlarından şu cümleler dökülmüştür:
“Allah’ım! Gerçek hayat, yalnız ahiret hayatı.
Mağfiret eyle Sen, Muhacirler ile Ensârı.”
Yapımı yaklaşık yedi ay süren Mescidin temeli taş, duvarları kerpiç, direkleri hurma ağaçlarındandı. Üzeri hurma dallarıyla örtülüp üstüne toprak atılmıştı; zemini ise topraktı. Kıblesi Kudüs'e doğru olan mescidin üç kapısı vardı: Mihrabın karşısındaki ana kapı, Rasûlullah’ın (s.a.s) evine açılan kapı ve ‘Rahmet Kapısı’. Kıble değişince, ana kapı ile mihrap da yer değiştirdi.
Mescid-i Nebî ve İslâm Medeniyeti’nin “Namaz Merkezli” Karakteri
Mescid-i Nebî, Mescid-i Haram ve Mescid-i Aksâ İslâm’ın üç kutsal mekânıdır. Efendimiz (s.a.s) kendi mescidinde (Mescid-i Nebî) kılınan namazın diğerlerinden “bin kat faziletli” olduğunu söylemiştir (Buhârî, Fazlü’s-salât 1; Müslim, Hac 505-510; İbn Mâce, İkâme 195; Tirmizî, Salât 126; Nesâî, Mesâcid 4,7).
Peygamber Efendimizin (s.a.s) Medine’de ilk icraat olarak Mescid’i inşa etmesi ve Mescid-i Nebî’de kılınan namazın faziletini vurgulaması; İslâm medeniyetinin “namaz merkezli” bir hayat tarzı olduğunu gösterir. “Bir olan Allah’ı anmak için” (Tâhâ 20/14) günde beş vakit camide cemaatle omuz omuza namaz kılan müminler tevhid, vahdet ve kardeşlik bilinçlerini bu sayede sürekli diri tuttular. Rasûlullah (s.a.s), Mescid’i sadece bir ibadet yeri değil, aynı zamanda bir eğitim, idare, istişare, sosyal dayanışma merkezi ve askeri faaliyetler için bir karargâh olarak kullanacak, İslâm toplumunun kalbi, Mescid-i Nebî’de atacaktır.
“Allah da Seni Nurlandırsın!”
Mescid-i Nebî geceleri hurma dalları yakılarak aydınlatılırdı. Yıllarca Hıristiyan olarak yaşayan ve Hicretin 9. yılında Müslüman olan Temim Dârî (r.a), yanındaki kandillere zeytinyağı koydurup Mescid-i Nebî’nin direklerine astırdı. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz:
-“Mescidimizi aydınlattın. Allah da seni nurlandırsın!” buyurdu.
Bu uygulama, Peygamber Efendimizin (s.a.s) Mescid’e, Mescid’de yapılan ibadet ve faaliyetlere ve özellikle de cemaatle namaza verdiği önemi yansıtması bakımından oldukça önemli ve anlamlıdır.
Peygamberimizin Odacıklarının Yapımı
Mescid-i Nebi tamamlanınca, bitişiğine Peygamberimizin (s.a.s) ailesi için odalar yapıldı. Yüksekliği bir adam boyunda ve birkaç metrekareden ibaret olan bu odaların kapıları kilim veya keçe ile örtülü idi. Peygamber Efendimizin o küçücük odaları uzun yıllar korundu. Halife Ömer b. Abdülaziz bu odaları görür ve şöyle derdi:
-“Halk şu odacıklara baksa da Peygamberlerinin (s.a.s) ne kadar sade ve mütevazı bir hayat sürdüğünü anlasa!”
Peygamberimiz buraya taşınınca, evlâtlığı Zeyd b. Hârise ve Ebû Râfi'i Mekke'ye gönderip kendisinin ve Ebû Bekir'in ailesini Medine'ye getirtti. Kendi ailesi, Hz. Sevde ile kızları Ümmü Gülsüm ve Fâtıma idi. Kızı Rukiyye daha önce eşi Hz. Osman'la birlikte hicret etmişti. Diğer kızı Zeyneb, kocası henüz müşrik olduğundan, ancak Bedir savaşından sonra gelebildi. Ebû Bekir'in ailesi ise, karısı Ümmü Rumân ile çocukları Abdullah, Esma ve Aişe idi. Ayrıca, Zeyd b. Hârise'nin eşi Ümmü Eymen ile oğlu Üsâme de Medine'ye geldiler.
Efendimiz Hz. Aişe ile Mekke'de nişanlanmıştı. Hicretten 8 ay sonra Medine'de evlendi. Hz. Aişe, bu esnada 18 yaşında idi. Böylece, Rasûlullah (s.a.s) ile Hz. Ebû Bekir arasındaki manevi bağ daha da pekişti. Hz. Aişe çok zeki bir hanımdı. Arap tarihini ve şiirlerini çok iyi bilirdi. Dinî hükümlerin Müslüman kadınlara öğretilmesinde büyük payı oldu. Rasûlullah’ın (s.a.s) ev ve aile hayatıyla ilgili bilgilerin çoğunu o aktarmış; 2210 hadis rivayet etmiştir.
Suffe Ashâbı: İlk Davet Okulu
Mescidin yanına etrafı açık, üstü hurma dallarıyla örtülü bir sundurma (sofa/suffe) yapıldı. Evi-ocağı olmayan fakirlerle kendilerini ilme adayanlar burada kaldıkları için onlara Ashâb-ı Suffe (Suffe ashabı) denildi. Suffe ashabı hem çalışıp emekleriyle geçinirler hem de mescidde ilim ve ibadetle meşgul olurlardı. Sayıları 70 ile 400 arasında değişirdi. Ashabın zenginleri de onlara destek olurdu. Rasûlullah (s.a.s) her akşam Suffe ashabından bir kısmını kendi sofrasına alır, bir kısmını da ashabın zenginlerine gönderirdi. Getirilen sadakaları tamamen bunlara gönderir, kendisine gelen hediyelerden de onlara hisse ayırırdı.
Burada yetişen sahabilere “Kurrâ” denir ve onlar İslâm’ı tebliğ etmeleri için çeşitli yerlere gönderilirdi. Efendimiz’den (s.a.s) en çok hadis rivayet eden Ebû Hüreyre de (r.a) suffede yetişti.
“Suffe”, İslâm tarihinde ilk davetçi okuludur. Bu okulun dershanesi mescid, yatakhanesi suffe, öğrencileri suffe ashabı, öğretmenleri de bizzat Rasûlullah (s.a.s) idi. Medine dışındaki topluluklara İslâm'ı öğretmek üzere bir hoca göndermek gerektiğinde, bunlar arasından seçiliyordu (Bu bölüm hakkında geniş bilgi için bkz: Abdullah Yıldız, Örnek ve Önder Hz. Peygamber (s.a.s) , Pınar Yayınları).
Günümüz Müslümanları da, İslâm’ın doğru olarak öğrenilip anlatılması ve yaşanmasında Suffe modelini örnek almalı; namaz kılma dışındaki fonksiyonları ortadan kalkan camilerimiz yeniden birer ilim-irfan ve davet-tebliğ merkezi haline getirilmelidir.
Mescid/Namaz Merkezli Medine İslâm Toplumu
İşte bu Mescid/Cami, Medine’de şekillenecek olan İslâm toplumunun, tam anlamıyla mihveri/merkezi haline gelmişti. Yeni kurulan İslâm devletine ait bütün faaliyetler, bu merkezden
yani Mescid’den yürütülüyordu: Rasûlullah (s.a.s) , ashabıyla orada istişare ediyor, savaş ve barış kararlarını orada alıyor, savaşa gidecek orduları orada düzenleyip teçhiz ederek yola çıkarıyor, çeşitli heyetleri ve elçileri orada kabul ediyordu. İnsanlar, İslâm’ı öğrenip Müslüman olmak üzere oraya geliyor, Müslümanlar bütün sorunlarını orada çözüme kavuşturuyor, yatacak yerleri olmayanlar oraya sığınıyor, hatta gerektiğinde suçluları ve esirleri bile Mescid-i Nebî’nin direklerine bağlamak suretiyle oraya hapsediyorlardı…
Müslümanların nüfusu hızla artınca (sadece Ashâb-ı suffenin sayısı dört yüzü bulmuştu), bizzat Rasûlullah’ın sağlığında Mescid iki defa genişletildi. Sonraki yıllarda daha da genişletilen Mescid-i Nebî, İslam toplumunun hayatında merkezi rolünü sürdürdü…
Mescid-i Nebi Modelini Yeniden Günümüze Taşımak
Dört Halife devrinden başlayarak hızla dünyaya yayılan Müslümanlar, hakim oldukları coğrafyalarda, “Mescid-i Nebî modeli”ni örnek alarak cami/mescid merkezli bir İslâm medeniyeti vücûda getirdiler. Yeni kurulan tüm Müslüman şehirler, cami-merkezli olarak, camilerin etrafında şekillendi. Nasıl ki, camiler Kâbe’ye dönük olarak inşâ ediliyorsa, Müslüman evlerin yönleri de Kâbe’ye dönük olarak yapıldı. Müslüman şehirlerinde/kasabalarında hayata yön veren bütün kurumlar cami çevresinde belli bir düzen içinde yerlerini alarak külliyelere dönüştüler. Medreseler, kütüphaneler, dârü’l-kurrâlar, aşevleri, eytâmhâneler, şifâhaneler, hatta han, hamam ve kervansaraylar hep cami-merkezli olarak dizayn edildiler. Endülüs’ten Çin sınırlarına kadar, geniş İslâm coğrafyasındaki tüm yerleşim birimleri, tevhid ve vahdeti simgelercesine Allah’ın evleri olan camiler etrafında şekillendiler. Anadolu’da çoğu Selçuklu Devleti ve Osmanlı Devleti zamanında kurulan Müslüman şehirlerimiz de cami/namaz merkezli idi ve hayatı mümince kuşatıyordu…
Modernizm, bütün toplumların olduğu gibi, Müslüman toplumların da hayatını alt-üst etti. Modern kentler, insanlarla camiler arasına kalın duvarlar, dev beton yapılar ördü. Modern kültür, insanları camiden uzak tutacak, dinden koparacak biçimde şekillendi. Özellikle gençlik, camiden ırak seküler mekânlarda zaman tüketmeye, hazlarını tatmin etmeye yönlendirildiler; dinden ve kutsaldan olabildiğince yalıtıldılar.
Öte yandan, yakın dönemlerde -çeşitli nedenlerle-, İslâmî eğitim, tebliğ, örgütlenme, yardımlaşma gibi faaliyetlerin önemli bölümü de cami dışındaki mekânlara, kurumlara kaydı. Böylece salt ‘namaz kılınan mekânlar’ haline gelen camiler ihmal edilerek adeta “hayatın dışına” itildi ve Asr-ı Saadet’teki kuşatıcılığını yitirmek suretiyle hem kemiyet hem de keyfiyet olarak içi boşaltıldı.
İmdi, her alanda yeniden bir diriliş ve öze dönüş çabası içinde olan Müslümanlar, modern dünyanın bu ifsad edici saldırısı karşısında, camileri yeniden bir sığınak, bir merkez kılmak ve İslâm medeniyetini “namaz/cami merkezli” olarak tekrar inşa ve ihya etme görevi ile karşı karşıyalar.
Yeni yorum ekle