Kutlu Doğum Haftası, kutlu Peygamberimizin (sas) dünyayı teşrifleri münasebetiyle O’nu gündeme getirmek için güzel bir vesiledir. Ancak, bu kutlamalarda zaman zaman ölçülerin kaçırıldığı; Allah Rasûlü'nün (sas) kutlu mücadelesini doğru anlamak ve güzel ahlâkını hayatımıza taşımak yerine, abartılı sözler, şiir ve ilahilerden oluşan kuru bir övgü edebiyatı yapma kolaycılığına kaçıldığı da bir vakıadır. Dahası, farkında olmadan Peygamberimize (sas) yersiz kutsallıklar izafe edilir; İslâm'ın özüne uymayan yakıştırmalarda bulunulur. Bu konuda, meşhur siyer âlimlerimizden merhum Zekai Konrapa'nın, Peygamberimiz isimli eserinde çok önemli bir uyarı yer alır. Konrapa'nın Ömer Rıza Doğrul'dan aktarıp katıldığı bu alıntıyı dikkatlerinize sunuyor; üzerinde birlikte düşünmeyi teklif ediyorum:
"Hazreti Peygamber’in doğduğu gün, ay ve yıl üzerindeki bu ihtilafların hikmetini anlamak için, İslâm'ın ruhuna nüfuz etmek lazım. Bütün bu ihtilafları kaldırmak mümkündü. Çünkü Peygamberimiz devrinde, bu değerli hadise tahkik edilir ve kat'i tarihlere bağlanabilirdi. Peygamberlerin hayatını en ince noktalarına varıncaya kadar inceleyen ashab için, bundan kolay bir şey düşünülemezdi. O halde bu kolay iş niçin yapılmadı?
…Asr-ı Saadet Müslümanları, daha sonraki Müslümanları, puta tapıcılığın herhangi şekline saptıracak hareketten sakınmışlar, Müslümanların birtakım görenekler vücuda getirmelerine engel olacak her tedbiri önceden almışlardır. İlk Müslümanların çok derin ve yüksek manalar taşıyan bu hareketi, hakikaten tebcile layıktır. Daha sonraki Müslümanlarsa, Peygamber’in doğduğu güne kudsiyyet vermek arzusuyla hareket ederek araştırmalarda bulunmuşlar, bu yüzden ihtilaflara düşmüşlerdir.
Hazreti Peygamber’i anmak ve O'nu tebcil etmek isteyen bir Müslüman’ın herhangi bir güne saplanmasına lüzum yoktur. Kıymet günde ve saatte değil, şahsiyettedir ve o şahsın örnek tanınmasındadır. O şahsiyete karşı gösterilecek hürmet, şu veya bu günde merasim yapılmakla ifa edilmiş olmaz. Belki O'na, en samimi bağlarla bağlanmak ve O'nun ruhunu yaşatmakla mümkün olabilir.
Bu yüzden, Asr-ı Saadet Müslümanları, mübarek tanıdığımız günlerden hiçbirinin tarihini tesbit etmediler. Çünkü o mübarek günlerin hatıralarını belli bir zamana bağlamak istemediler. Belki Müslümanların o hatıraları daima yaşamasını ve yaşatmasını öğrettiler.
…Müslümanlık nazarında mübarek olmayan hiçbir gün ve hiçbir saat yoktur. O günü, o saati Müslümanca, Hazreti Peygamberi rehber ve örnek tutarak yaşayan insan, umulan her bereketi bulur. İslâm görüşü budur.
Daha sonraki Müslümanların, İslâm yaşayışını birtakım göreneklere bağlamak üzere hakiki İslâm hayatı yerine birtakım merasim ve ayinleri yaşatmak için, bazı tarihler tesbitine kalkışmaları faydasızdır."[1]
Z.Konrapa ve Ö.R.Doğrul’un tetabuk ettikleri noktanın altını çizerek devam edersek demek ki, Allah Rasûlü’nü (sas) anmak için illa da belli bir gün, gece veya hafta tahsisine gerek yoktur; O (sas), hayatın her anında ve her alanında örnek alınması gereken en güzel ve en mükemmel modeldir. Kutlu doğumu doğru anlayıp anlamlandırmak ise, onun kuşatıcı ahlâkını tüm hayata hâkim kılmakla olur.
Merhum Zekai Konrapa, Peygamberimizin doğduğu gün meydana geldiği rivayet edilen ve bazı tarih kaynaklarında yer alan olağanüstü olaylar hakkında da -İmam Buhari ile İmam Müslim'de böyle bir rivayet olmadığını belirterek-, "Asr-ı Saadet" müellifi Mevlâna Şibli'nin şu güzel yorumunu aktarır:
"Hakikat şudur ki: Yıkılan Kisra'nın sarayı değil, bütün İran'ın saltanatı, Bizans'ın satveti, Çin'in azametiydi. Sönen ateş, Mecusilerin ateşgedelerinde parlayan alev değil, bütün dünyada küfrün ateşiydi. Kuruyan Sava gölü değil putperestliğin hâkimiyeti, Zerdüştlüğün kuvveti, Hıristiyanlığın üstünlüğüydü."[2]
Kadir-i Mutlak olan Allah (cc) elbette her tür mucizeyi gerçekleştirmeye kadirdir. Ancak, Peygamberimize (sas) verilen en büyük mucize olan Kur'ân’ı doğru anlayıp hayata hâkim kılmak ve onun Asrı Saadet’te gerçekleştirdiği muazzam inkılâbı bugünün dünyasına taşımak için bütün imkânlarımızı seferber etmek yerine ölçüsüz övgülerle yetinmek biraz kolaycılık, biraz da asli görevlerimizi ihmal etmek anlamına gelmiyor mu? Lütfen iyi ve doğru düşünelim!
“Ben Abdullah’ın Oğlu Muhammed’im, Allah’ın Kulu ve Rasûlüyüm”
Hakikat şu ki, O’nun Kur’ân’la şekillenen güzel ahlakı, öncelikle kendisinin aşırı yüceltilmesine izin vermez. O, Rabbimizin verdiği talimat doğrultusunda, insanlara kendisini kul ve rasûl diye takdim etti.
“De ki: Ben de sizin gibi bir beşerim, (şu farkla ki) ancak bana vahyediliyor." (Kehf 13/110)
Bu ilahi talimatı hassasiyetle uygulayan Rasûlullah (sas), Beni Âmir heyetinin, şahsına hitaben:
-“Sen bizim büyüğümüzsün.” demeleri üzerine, onlara şu karşılığı verir:
-“Büyük olan Allah’tır!”
Ancak heyet iltifatlarını sürdürür:
-“Sen, fazilet bakımından bizim en üstünümüzsün. Vermek bakımından bizim ileride olanımızsın.”
Hz. Peygamber (sas) bu kez, onları şöyle ikaz eder:
-“Sakın, fazla ileri gidip de şeytanın elçileri olmayınız!”[3]
Enes b. Malik’ten (ra) rivayet edilen hadiste ise, Hz. Peygamber (sas) net bir ifade ile şöyle der:
“Allah’ın bana verdiğinden fazlasını söyleyip beni yüceltmenizi istemiyorum. Ben Muhammed b. Abdillah’ım. Allah’ın kulu ve Rasûlüyüm.”[4]
Yine Enes b. Malik’ten (ra) nakledilir ki: Bir kişi Hz. Peygamber’e (sas):
-“Ey bizim hayırlımız ve hayırlımızın oğlu! Efendimiz ve efendimizin oğlu!” der.
Hz. Peygamber (sas) onu da benzer şekilde ikaz eder:
-“Siz benim size söylediğimi söyleyiniz. Sakın şeytan sizi kullanmasın. Allah beni hangi noktaya indirmişse, siz de beni oraya koyunuz. Ben Allah’ın kulu ve Rasûlüyüm.”[5]
Ashab-ı Kiram, Rasûlullah'la (sas) ilişkilerinde daima O'nu bir beşer olarak kabul etmiş ve saygıda haddi aşmamışlardır. Bazen aşırı gidenleri de, bizzat Rasûlullah (sas) ikaz etmiştir.
Rivayete göre Habeşistan'a hicret edip de geri dönen Müslümanlardan biri Rasûlullah (sas)'la karşılaşır karşılaşmaz, derhal secdeye kapanır. Bunu gören Allah Rasûlü, hemen kalkmasını söyler ve:
-“Bu davranışınla sen ne yapmak istiyorsun?” der. Rasûlullah’ı (sas) canı gibi seven sahabi şöyle der:
-“Ya Rasûlallah! Habeşistan halkını gördüm ki, Necaşi'nin huzurunda, ona saygıları sebebiyle yere kapanıp secde ediyorlar. Ben kendi kendime düşündüm ki, böyle bir saygı tezahürüne Allah'ın Nebisi her insandan daha fazla layıktır. O halde O'na karşı biz neden böyle saygı göstermeyelim, diyerek bu davranışta bulundum.”
Bu samimi sözleri dinledikten sonra Rasûlullah (sas), şu tarihi sözünü söyler:
-“Hayır, Allah'tan başkasına asla secde edilmez. Eğer insanın insana secde etmesi caiz olsaydı, kadının kocasına secde etmesi emredilirdi.”[6]
Bu olay ve hadisten de anlaşılıyor ki, Hz. Peygamber (sas) kendisinin yüceltilip ilahlaştırılmasına izin vermediği gibi herhangi bir insanın bir diğerini yücelterek secde etmesine de asla izin vermemiştir.
O halde sahabe-i kiram zamanında olduğu gibi biz de Rasûlullah (sas) sevgisinde, beşer sınırları çerçevesinde kalmalı, Hıristiyan ve Yahudilerde olduğu gibi O'nu ilahlaştırmaya kalkışmamalıyız. O'nun hakkındaki düşüncelerimizi asla ifrat derecesine vardırmamalıyız. Medine-i Münevvere’yi ziyaretlerimizde de bu prensibi göz ardı etmemeliyiz. Allah'a ait olan ve kul ile paylaşılması asla mümkün olmayan ilahlık vasıflarını O'na ve diğer insanlara isnad etmemeliyiz. O'nu (sas), daima bir insan ve Allah'ın en son peygamberi olarak kabul edip saygımızı böyle ifade etmeliyiz.[7]
Rasûlullah'ın (sas) kutlu doğumunu, yukarıdaki ilahî ve nebevî ilkeler, uyarılar çerçevesinde doğru olarak anar, anlar ve anlamlandırabilirsek hayatın her alanında O’nun “Kur'ân ahlâkı” ile ahlaklanmayı da başarabiliriz, inşaallah.
Yeni yorum ekle