Yeryüzündeki kabristanları dolaşınız. Hepsi bu dünya hayatını bitirmiş, bu dünyadan gelmiş geçmiş insanlardır. Kiminin dünyada yâdı kalmış, kimi ise hepten unutulup gitmiştir. Kiminin geride bıraktığı izler güzel, kimininki çirkin, kiminki kelimenin tam manasıyla felâkettir…
Kimi dünya hayatında zalimdir, kimi mazlum, kimi de kendi halinde bir hayat sürmüş ve ömrünü bitirmiştir. Kimi peşinden dua, kimi beddua almıştır. Kimi geride kalıcı, hayırlı eser bırakmış, kimi fitne ve fesat yuvaları terk etmiş, harabeler, zulüm makineleri veya düzeni bırakmış, kimi mazlumun âhını yüklenerek kabre gelmiştir.
Zalimlerin kimi küçük çapta zalimdir, kimi dünya çapında. Kimi birkaç kişinin âhını almış, onun hesabını verecektir; kimi de Merhum Mehmet Âkif’in Firavun için söylediği;
“Hayâtın ayrı felâket, memâtın ayrı belâ”
Mısrasında olduğu gibi halk için yaşarken ayrı bir zulüm çarkı, öldükten sonra ayrı bir musîbet olmuştur. Zulmü ve belâsı ölümünden sonraya da uzanmıştır. Şüphesiz ebedî hayatta yıllar veya asırlar süren bir zulüm çarkının hesabıyla karşılaşacaktır.
Ancak üzerinde düşünülmesi gereken ve önümüzde duran bir hakikat, bir ibret levhası vardır: Şu anda hepsi toprağın altındadır ve dünyaya dönüş yolları kapalıdır. Geri dönüp hatalarını tamir etme imkânları da yoktur. Hançerledikleri sînelere artık merhem süremez, açtıkları yaraları kapatamaz, yanlışı silip doğruyu yazamazlar. Kirlerini ve çirkeflerinin ne pişmanlık gözyaşlarıyla, ne suyla, ne de sabunla yıkayamazlar… Bu fırsat artık gerilerde kalmıştır.
Artık zalim, mazlum hepsi yerin altındadır ve akış, hesap gününe doğrudur. Zevk ü safâlar da geride kalmıştır; saraylar, köşkler, mâlikâneler, su gibi tüketilen içkiler, çılgınca sürdürülen eğlenceler, gasb edilen, yağmalanan mallar, mülkler; uğruna kan akıtılan koltuklar, iktidarlar da geride kalmıştır.
Sürekli; “Emriniz olur efendim!”, “Siz nasıl emrederseniz efendim!”, “Haklısınız efendim!”, “Zâtı âlileriniz nasıl münasip görürse öyledir efendim!”… diyen dalkavuklar, seviyesizlikte seviye, alçaklıkta yükselme hırsı taşıyanlar da, sergiledikleri şahsiyetsizler ve bayağılıklar da onun için sona ermiştir…
Merhum Abdülfettah Ebu Ğudde Hoca Efendi’den duymuştum “Kabristanı ziyâret ettim, orada bile zenginler fakirlere üstünlük taslamakla meşguldü,” demişti. Kimden naklettiğini hatırlayamıyorum, fakat çok ciddî bir gerçeğe parmak bastığına da inanıyorum.
Bazı kabirleri çerçeveleyen şatafatlı mermerler, üzerlerini örten süslü tavanlar, onları kuşatan binalar, dağ gibi yükselen piramitler, hoş görünümlü türbeler ve daha neler neler, artık toprağın içindekilere fayda vermeyecek, mumyaya sığınmış cîfeler de kendini kurtaramayacaktır.
Çünkü önümüzde, dünya malının, kalabalık evlâdın, makam ve mansıbın fayda vermediği bir gün vardır. O gün neyin fayda vereceği bellidir.
Zikr-i Hakîm’e kulak veriyoruz: “O gün, ne mal fayda verir, ne de evlâd. Ancak Allah’ın huzuruna kalb-i selîm ile gelenler fayda bulacaklardır.” (Şuarâ 26/ 88-89)
Şâir bu gerçeği şöyle mısralara dökmüştür:
“Sanma hâce kim senden zer ü sîm (1) isterler. * Yevme lâ yenfeû da kalb-i selîm isterler.”
Evet, artık Firavun’un firavunluğu, Nemrut’un nemrutluğu, Kârûn’un kârunluğu, Kisrâların, Kayserlerin saltanatı, millete baş belâsı olan Tâğûtların sayılı günleri bitmiş, hepsi toprak olmuştur. Onlara özenenlerin sonu da şüphesiz budur.
Ebu Cehil, Ebu Lehb de toprakta, Bilal, Yâsir, Sümeyye(ra) de… Dillerde dolaşışları, gönüllerde yer edişleri birbirinden ne kadar farklı?! Hesap gününde her şey ne kadar değişik?!.
Artık hepsinin önünde îman nûruyla, ihlâs ve samimiyetle dolu selîm kalbin fayda vereceği gün var. Tevâzûnun, hayırlı amellerin, Allah yolun sergilenen fedakârlıkların, sabrın, istikâmetin, cömertliğin, muhtaca el uzatışın, mazlûmun yanında yer alışın, hakkı müdafaanın, iyilikleri yeryüzüne hâkim kılma, kötülük ve çirkefleri yeryüzünden silme mücadelesinde doğru saflarda yer almanın değer taşıdığı gün var…
Kabir başında her duran insanın ibretle tefekkür etmesi gereken gerçek budur. Tefekkür enginliği, dibi bulunmaz bir enginlik, zenginliği, ulaşılamaz bir zenginliktir.
Bakınız Muhammed Zâhid el-Kevserî(rh.a.), kendi kabir taşına ne yazdırdıkları arasında şöyle bir beyit vardır:
“Ey ibretli nazarlarla bu kabrin başında duran insan!
Bilesin ki dünün ziyaretçisiydi, bugün kabirde uzanan…”
*
Ebubekir(ra), kendisine halife olarak biat edildikten sonra yaptığı konuşmada Allah’a hamd ü senâ ettikten sonra şöyle diyordu:
“En hayırlınız ben değildim; bu görevi bana verdiniz. Şimdi doğru yaptığım sürece bana yardımcı olunuz. Yanlış yaparsam beni doğrultunuz. Doğru söz, emânetin / emin olmanın bir gereğidir; yalan ise hıyanettir.
Hakkı gasb edilen bir insan, kendisi zayıf olsa da, -Allah’ın izniyle- hakkını geri alıp kendisine teslim edinceye kadar benim gözümde güçlüdür. Başkasının hakkını gasb etmiş bir insan, kendisi güçlü bir insan olsa da -Allah’ın izniyle- bu hakkı ondan alıncaya kadar gözümde zayıftır.
Allah yolunda cihadı terk eden bir milleti Allah zillete düşürür. Fuhşiyat ve rezaletlerin yayıldığı bir millette, daha önceden bilinmeyen, tanınmayan hastalıklar, belâlar ortaya çıkar.
Ben Allah’a ve Rasûlü’ne itaat ettiğim sürece siz de bana itaat edin. Ben Allah ve Rasûlü’ne isyan etmişsem üzerinizdeki itaat hakkım da sona erer.
Şimdi namaza kalkınız! Allah’ın rahmeti üzerinize olsun!”(2)
Bu sözler sıradan sözler değildir ve çok şeyler ifade eder. Doğruda tasdik ve yardım, ameli ve tesirini çoğaltır. Bu da hem doğru yapanın hem de yardım edenin ecrini artırır. İnsandaki güzel ve hayırlı duyguları ateşler. Feyz ve bereket, huzur ve sükûn getirir.
Yanlıştaki, eğrideki tasdik ve yardım, hem yapanın hem de yardım edenin günahını artırır. Eğrilerin doğru görülmeye başlamasına, giderek çoğalmasına sebep olur. Yanlış, hata yapana iyilik değil kötülük yapılmış olur. Acılara acı, zulme zulüm katar.
Sonunda adaletsizlik, huzursuzluk, dağınıklık, perişanlık vardır. Hâkim-i Mutlak’ın önündeki perişanlık tasavvur edilemeyecek derecededir.
***
(1) Zer ü sîm: Altın ve gümüş
(2) El-Bidâye ve’n-Nihâye, İbn Kesîr (6/ 305-306)
Yeni yorum ekle