Allah, Şahit Olsun!

KUR’AN’DAN MÜLHEM YAZILAR-II (FECR SURESİ)

 

Fecirle uyanış…

Tan ağardı, şafak attı.

Rabbim, gökteki kızıllığa yemin etti. Onu şahit tuttu.

Ebedî karanlığı aydınlığa çıkaran fecr, nuruyla zulumâtı dağıtan fecr, karanlıklara hükmeden fecr…

Fecr-i kâzib değil, fecr-i sâdık, şahid ol!..

Kederi sevince, cehaleti kemâlata dönüştüren fecr; geleceğin yüzünü güldüren güneş, gönle sürûr bahşeden kutlu sabah… Şahid ol!..

Ey üstün amel! On gecenin rahmeti: Nefisten arınılan Hac günlerinin geceleri, Kur’an’ın inmeye başlayıp da cahiliyenin bittiği “kadri” büyük on gece, bin geceden hayırlı bir gece, şahid ol!..

Çift olan ve tek olan… Tüm varlık ve yüce Allah şahid olun!..

***

Kumların Atlantis’i, Kuleler Şehri “Ubar”…

Âd kavmi… Büyük kavim, sanatkâr kavim… Hûd(as)’un kavmi…

Cenneti dünyada arayanların mekânı İrem…

“Yüce yüce sütunlar dikip baktınız. Bakıp büyüklendiniz. Yüksek tepelere yüksek anıtlar kondurdunuz. Sanki yere değil, göğe yapılmış sekizgen kuleler… Yaptıklarınıza ve yapabileceklerinize güvendiniz, şımardınız. Zevk ve sefayla, yalnız bu dünya için yaşarken zulümden geri durmadınız.”

“Âd kavmi! İşit beni! Ne sizler ebedisiniz ne de diktiğiniz şu heykeller.

Size mal mülk, evlât bahşeden de; bağ, bahçe, buz gibi sular akan pınarlar veren de O’dur.

Davetim şudur size: Beni izleyin, size bütün bu nimetleri veren Rabbinize karşı saygılı olun. Benim hesabımı da sizin hesabınızı da görecek olan O’dur.” dedi Hûd.

Âd kavminden ses yok. Kulakları gibi, ruhları da sağır olmuş. Ne Hûd ne de gösterilecek en büyük mucize gözlerini açmaya yetti. İnat edip direndiler.

Uğultu yüklü büyük bir kasırga… Dehşetli bir kum fırtınası… Âd Kavmi’nin anlam veremediği felâket…

Korkulan an, korkmayanları yerin dibine gömecek bir fırtına…

Yedi gece, sekiz gün, aralıksız…

Büyük azap…

Ve büyük bir sessizlik…

HADRAMUT: Yeşil ölüm… Yeşilliğin ölümü…

***

Ve SEMUD…

Ve insanoğlu…

Aynı senaryo…

Âd Kavmi’nden arta kalanlar…

Kahramanlar farklı, nefisler aynı.

Kulelerini kumda kurdukları için yok olduğunu sanan Âd Kavmi’nin ders almayan kıt akıllıları bu sefer daha güçlü bir medeniyete soyundular. Damla damla biriktirdikleri suyla kayaları oydular. Yüzlerce mağaradan oluşan koca bir şehre gururlanarak baktılar.

Ecrini yalnız Rabbi’nden bekleyen Salih(as)…

Kavmini helâk olmaktan korumaya çalışan uyarıcı…

Ve büyüklenen halk…

Salih uyardı, onları: “Bahçeler, pınarlar, ekinler ve yumuşak tomurcuklu, göz alıcı hurmalıklar arasında dağlardan ustalıkla oyarak yaptığınız zevkli evlerde otuyorsunuz. Bu kadar nimeti veren Allah’tan sakının ve bana itaat edin.”

Gözünü hırs bürümüş Semud halkı, ölçüsüzlüğün haddini aştı. Kendi büyülenmişliklerini unutup Salih’i büyülenmekle suçladı.

Yeniden delil istedi, inan(ma)mak için Semud…

Dişi bir deveyle sınandı: “Su içme hakkı bir gün sizin bir gün onundur. Ona(deveye) zarar vermeyin. Bu sizin imtihanınızdır.” dendi.

Deveyi kestiler azaptan korkmadan. Kendilerine sunulan rahmeti kuruttular. Rahmet denizi içinde ruhlarına bahşedilecek mükâfatı cezaya çevirdiler.

Gerçeği yalanla, dalaleti uyanıklıkla karıştıran Semud… Elçisini şımarıklıkla suçlayan Semud… Salih’in davetine uymayı atalarına ihanet olarak gören Semud… Kurtulacağını sanarak nefsine tapan ve onun önünde eğilen, Allah’ın gazabıyla iki büklüm olan Semud… Böbürlenip fesat çıkaran, düzeni bozup elçilerini yalanlamaktan korkmayan Semûd…

Tâbi ‘ol’madılar, ‘ol’duruldular. Boyun eğme’diler eğdiril’diler. Onlar için verilen imtihanı görmediler. Salih’e duydukları kuşku, nefislerini, ebediyen, yerle bir etti.

Âd Kavmi gibi, yok olmayacağını sandıkları saltanatın zindanında boğuldular.

Rızkı bol, rahmeti geniş Rabbim!..

***

Ve FİRAVUN…

Sulara gömülen Firavun…

Putperest Mısır halkı…

Erkek çocuklarını öldürterek İsrailoğullarının soyunu kurutmaya yeminli Firavun…

Ve bir İsrail oğlu Hz. Musa…

İsrailoğullarını kölelikten kurtarmak için gönderilen Musa…

Cismi, küçük bir sepete sığan; ancak ilmi ve hikmeti deryalara sığmayan Musa…

Firavun!.. II. Ramses, büyük Ramses, tanrılık iddiasındaki Ramses!..

Korktuğun İsrailoğlu’nu senin sarayına getirten Rabbin, kurutmak istediğin soyu senin elinle çoğalttı. Seni ve nefsini, ortadan kaldıracak bebeği senin sayende, karının kucağında, anasının sütüyle, yine sana besletti.

Hz. Musa ve Hz. Harun… İki kardeş… Musa’nın desteği Harun… Firavun’a tebliğ edildi: “İnan!”

Kendini herkesten üstün gören Firavun, herkesi eşit sayan bir dine mi inanacaktı? Tebliğ edilene inanmak onun çok uzağındaydı…

Musa’nın hiçbir mucizesi Firavun’u tuttuğu yoldan çeviremedi.

Her yerde felâket, her yerde kan vardı.

“Mısır da, şu akmakta olan nehir(Nil) de benim değil mi?” diyerek piramitlerle dünyaya kazık çakmaya niyetli “kazıkların sahibi” Firavun, Nil’in suyuna güvendi.

Ehram(piramit)ların altında nice hesaplar yapıldı, nice oyunlar oynandı. Ancak hiçbir hesap Allah’ın hesabının üstüne çıkamadı.

Allah, onlara türlü türlü felâketler gönderdi: Kuraklık ve yıllar yılı süren bir kıtlık; tufan, çekirge, buğday güvesi, kurbağa ve kan… Hepsi asilere musallat kılındı.

Musa’dan ve onun Rabbinden yardım dilediler. Felâketlerden kurtulmaları şartıyla inanmaya and içtiler. Akıllarınca Musa’yı da onun Rabbini de kandıracaklardı. Felâketler son buldu; ancak onlar yine büyüklük tasladılar.

Musa ve İsrailoğullarının izin almadan Mısır’dan ayrılacağını duyan Firavun’un öfkesi arttı. Ordusuyla Musa’nın ardına düştü. Musa, onları güvendikleri yurtlarından uzaklaştıracak kadar ilerledi.

Uzun süren takip, güneşin ilk ışıklarıyla Firavun’u sevindirdi. Çünkü karşılarına Kızıl Deniz çıkmıştı. Musa ve yanındakiler arada kalmışlardı. Allah’tan ümidini kesmedi Musa.

Musa’ya: “Asanla denize vur.” dendi. Deniz ikiye bölündü ve iki yüksek dağ gibi oldu.

Musa, halkıyla önde, Firavun ve ordusu arkada…

Musa ve halkı sahile vardı, Firavun ve askerleri denizin dibinde kaldı.

***

İşte Âd sütunları, Semud’un oyduğu kayalar ve Firavun’un kazıkları… Dünyadayken cenneti yaşamak isteyenler… Ölümden sonraki cehennemin yakıcılığını unutarak bu dünyayı başkalarına cehennem edenler…

Kibirleriyle, arzularıyla -en başta kendilerine zarar veren- kuvvetleriyle haktan ve adâletten uzak, nefislerine ve şeytana yakın mekânlar edinmişlerdi. Yaratıcılarının hakkına tecavüzden geri durmamışlar, taşkınlıklarıyla ebedî olmayı arzulamışlardı.  

Ne var ki unuttukları Allah’ın Hâlık olduğu, Âdil olduğu, daha da dehşetlisi, Celîl ve Kahhâr olduğuydu.

Allah azabın en büyüğüyle cevap verdi onlara. O’nun kamçısının azap darbeleri, onların kul olduklarına, hem de zelîl birer kul olduklarına şüphe bırakmayacak kadar ağırdı.

Ve Allah (cc)…

Kulunun amelini ahiret için gören, gözeten…

Gafil kullar… Ah o bizler; dünya zevklerini gözeten!..

Ve O, imtihan etti.

O, ikram etti.

O, makam verdi.

O, nimetlendirdi.

O, bol rızık verdi.

O, refaha erdirdi, hoşumuza gitti.

“Rabbim bana karşı ne kadar cömertmiş.” dedik.

Elimizden aldı. “Rabbim beni aşağıladı, bana hor baktı.” Deyip nankörlük ettik.

Bol nimetin zahmetinin de ağır olduğunu bilmeden yedik, durduk. Zevk ve sefayla sorumluluklarımızı unuttuk.

Ah o, nankör bizler!..

Fazileti değil, zilleti tercih ettik. Verirken de alırken de imtihanda olduğumuzun farkına varamadık.

Yüce Allah verdi; ancak yetime ikram etmedik, ihtiyaç sahiplerini gözetmedik. Başkalarının mirasını açgözlülükle yiyip mala mülke tamah ettik.

“Hayır! Yaptığınız doğru değil!” dendi, umursamadık.

Ya o gün?

“Yeryüzü sarsılıp paramparça olduğunda… Rabbimizin emri gelip melekler, bir ordu gibi sıra sıra dizildiğinde…” “Eyvah, eyvah!..” demenin hükmünün kalmayacağı o günde Rabbinin hükmü hâkim olacak. Rabbinin gelişiyle azabın en büyüğü hâkim kılınacak.

Âd’la, Semud’la, Firavun’la anlatılmak isteneni, o dehşetli günde anlasak da iş işten geçmiş olacak.

“Azgınlar için cehennem yaklaştırılmıştır.” İnsanoğlu en büyük azabı kendi kendisine etmiştir artık.

Ey Rabbine teslim olmuş olan! Ey (bu dünyada) huzura ermiş olan! Sen Rabbinden razı ol;

Rabbin de senden razı olsun.

Yüreğini açarak gel!

Salihler, Salihalar olarak gel!

Yüreğinin nuruyla müminlerin aynasını aydınlat.

“Ben” olma, “bir” ol, “birlik” içinde ol. “Nefsim, nefsim” diye vehme düşme. “Var”lığı da “bir”liği de kendinde değil Hüsn-i Mutlak’ta ara.

Mutmain olmuş bir nefs ile korku ve hüzünden ari olarak Rabbine dön.

“Kalpler ancak Allah’ı anmakla huzura erer.” Unutma.

O’nun samimi kulları arasına gir.

Rabbini çokça ve sık sık an ki ebedî olan Cennet’inde sana da yer hazırlasın.

***

“Sûre-i Fecr” aczime şahit olsun!..

İlgili Yazılar:

Yeni yorum ekle

Image CAPTCHA
Enter the characters shown in the image.