KUR’AN’DAN MÜLHEM YAZILAR- VII
Ve kâinat kitabı açıldı:
Altı günde yer ve gök yaratıldı.
Mütemadiyen birbirini kovalayan gece ve gündüz…
Güneş, ay ve yıldızlar…
Belli bir süreye kadar akıp gidecek…
Nihayet “âdemoğlu” sahnede…
Sırtında yükü… Annesinin karnında başlayan yolculuğu, dünyada devam etti. Berzahtan haşre, oradan sırata varan bir dizi yolculuk…
Sur üfürüldü…
Güneş dürüldü, yıldızların ışıkları bir bir söndü. Dağlar yürütüldü.
Vermeye kıyamadığımız, değer biçemediğimiz mallar bırakıldı.
“Vahşî hayvanlar toplandı, denizler ateşlendi, nefisler eşleştirildi.”
Ya diri diri gömülenler?!..
“Amel defterleri açıldı. Gök sıyrıldı, cehennem kızıştırıldı, cennet yaklaştırıldı.”
Ve o an herkes, oyunu nasıl oynadığını hatırladı.
Hakkını veren de hakkına giren de…
Yüreğimizin, ‘gerçek varlık’ zannettiği şeylerin hesabını vermeye yüzü yok. Allah’a isyanımız nefsimize yöneldi. Güneşin dürülüşü gibi kalbimiz de dürüm dürüm dürüldü. Her kıvrılışı acımızı daha da artırdı. Geriye dönmekle ileriye bakmak arasında, ‘Araf’ta kalakaldık. Kendi ‘Araf’ımızda, ‘can’ pazarımızda… Günahlarımıza alıcı bulmaya çalışırken içinde bulunduğumuz tufanın ortasında oradan oraya ‘can’ havliyle koşmanın telâşı ve yorgunluğuyla… Pişmanlıklarımız içimizdeki keşkelere daha çok yapıştı…
“Meded Allah’ım, meded!..” demenin acziyle kelimeler boğazımızda düğümlendi… Önceden açılmayan ellerimiz, duaya muhtaç olmayan(!) dillerimiz ateşten arta kalanlarla yana yakıla yalvardı. Karanlık bastı her yanı…
Ne aydınlanmaya bir güneş ne ısınmaya şems…
Ne tefekküre vakit ne tövbeye hacet…
Güneş dürüldüğünde, bizim de defterimiz dürülecek, hesabımız görülecek…
Yıldızlar kaydığında, bizim de yıldızımız kayacak…
Dağlar harap olduğunda, geçmişimiz de inandıklarımız da bağlandıklarımız da serap olacak…
Malımız mülkümüz, canımız cananımız, evimiz barkımız, çoluğumuz çocuğumuz… Gözümüz gibi baktığımız her şeyimiz, masivamız bir anda gözümüze görünmez olacak…
Kurtla kuzu, aslanla ceylân gibi içimizdeki iyilikler de kötülükler de birbirine karışacak…
Ne o anki şerrimiz dişlerini gösterebilecek ne hayrımız bir işe yarayacak…
Ne dediğimizin ne yediğimizin lezzeti olacak…
Ne gülmekte fayda var ne ağlamakta…
Sade, yüreğimizde ceberrut bir acı, dinmeyen ve asla dinmeyecek bir sancı…
Patlayan denizlerin dehşet dolu, kıpkızıl alevleri göğe yükselince yüreklerin ateşi nice olur?
Cehennem ateşi gibi yakıp kavuracak korkak ‘ben’liğimizi…
Denizlerin tadı, yaraya basılmış tuz gibi yakacak inleyen vicdanlarımızı…
Göz bebeklerimiz alevlenmiş bir kubbeye dönüşecek… Döktüğü her damla, kızıl bir kor gibi pişmanlığı yakacak… Hüsrana uğramış bir ordunun kaybetmiş kibirli kumandanı, kibrini yerlerde sürüyecek…
Nefisler benzerleriyle eşleşecek:
Ne mutlu amel defterini sağdan alanlara ve ne yazık, yazıklanmanın fayda vermeyeceği o günde, defterini soldan alanlara…
Bugün benzemeye çalıştıklarımızla orada eşleşmenin ıstırabı…
Çocuğunu diri diri gömen merhamet yoksunları…
Rızkı vereni unutan, aç yürekliler…
O masum, sıcacık, mini mini bedeniyle soğuk toprağa gömülen kız… Buz tutmuş vicdanların, basiretsiz ruhların acımasız cinayeti…
“Bir kız çocuğuyum…
Ağlıyorum…
Gözyaşlarımın hesabını, onu hesapsızca harcayanlara soruyorum!..
Sorgularım, sorgusuzca gömülüşümün hıçkırıklarıdır.
Suçlunun, suçu omuzlarıma yüklediği; suçsuzun sessizce kaderini beklediği o günün hesabı kimden sorulur?”
İşte bizim de defterimizin dürüldüğü an…
Sahifeler havada uçuşurken elimize düşen “yüksek cennet” olsun. “Cehennemle, kaynar ateş”le ‘can’ımız yanmasın.
Ve dünya, elbisesinden sıyrılıp çırılçıplak kaldığında… Hakikatlerin esrarı çözüldüğünde… Herkes kendi ‘ben’iyle karşılaştığında… Gaflet bataklığında kokuşmuş benliğimiz kendine geldiğinde, kör olmuş gözlerimiz korkunç gerçeği fark ettiğinde…
İşte o an, gerçeğin, ‘tek’ gerçeğin “Allah” olduğunu fark ettiğimizde…
Vay bize, vay hâlimize… Dehşet ve azametiyle ilâhî öfke tecelli ederse…
Ne mutlu bize! Bütün güzellik ve enginliğiyle ilâhî rahmet görünürse…
Günahlarımızla Allah’ın gazabını harlamaktan korkalım, cehennem ateşine yakıt olan azgınlardan olmayalım.
Cennetin güzelliğini zevkle seyredip ayaklarımızın kolaylıkla cennet bahçesine ulaşmasını sağlayalım.
Güneş ve aya ve onlarla dönen yıldızlara yemin olsun!
Dönüp de yuvasına girmiş canlılar gibi kaybolan yıldızlara yemin olsun!
Aydınlıkları karanlıklara boğan, gündüzü örtüp karartan geceye yemin olsun!
Ve kararıp boğulan geceye nefes aldıran sabaha yemin olsun!
Bir akış içinde devrini tamamlayanlara, günün tazeliğinde nefsimize nefes olan sabaha yemin olsun!
Hayat veren, can bağışlayan bir nefesin gönlü ferahlatan ürpertici kokusu… İnsanın sırlarına giydirilen hayat elbisesinin çıkarıldığı sabaha yemin olsun!
Kur’an…
Cibrîl-i Emîn’in kanatlarıyla uçurup el-Emin’e ulaştırdığı kitap…
Rûhu’l-Emîn’in Rasûlullah’ın kalbine indirdiği yüce kelâm…
Arşın sahibinin katında yüce ve kuvvetli bir melek: Cibril…
İtibarı yüksek, şerefli melek: Cibril…
Risâleti ve vahyi ulaştıran, kendisine itaat edilen, meleklerin en güveniliri: Cibril…
Vahyin muhatabı ‘mecnun’ değildir; aksine mecnun akıllıların noksan beyinlerinin lâf u güzaftan öteye gitmeyen hezeyanlı bakışıdır. Hak ile geleni batıla bulaştırmaya çalışan şeytanî akılların mesnetsiz çırpınışlarıdır. Kendine payanda ararken ruhunun desteğinden mahrum kalanların kısır döngüsüdür.
Ufukta apaçık gördüğün, yer ile gök arasında seyrettiğin Cebrail’le ikinci buluşmanız Hıra’dan sonra… Allah’ın emrini, O’nun gayb hakkında öğrettiklerini eksiltmeden bize ulaştıran Sana, yüreğimizin “Gül” kokusuna büyücü diyenler büyülenmiş hafızalarıyla geçmişi ve geleceği idrak edemiyorlar. Kur’an’ı, ‘şeytanın sözü’dür diye nitelendirenler, şeytandan daha ‘alçak’ değil midir?
Bütün âlemleri içine alan bir öğüttür, Kur’an…
Bir kılavuzdur, nasiplenmek ve doğru yola varmak isteyenler için…
Tam teslimiyetin yoludur. Oradan giden hüsrana uğramaz. O rehberin yolundan gitmeyi isteyebilmemiz de ancak Rabbimizin dilemesiyle olur.
***
Rabbim! Bizi hayırlı şeyler dilemeye yönelt ki “Sure-i Tekvîr”deki gibi defterimiz soldan değil sağdan verilsin…
İlgili Yazılar:
Yeni yorum ekle