عَنْ أَبِى ذَرٍّ قَالَ قَالَ رَسُولُ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم : أَفْضَلُ الأَعْمَالِ الْحُبُّ فِى اللَّهِ وَالْبُغْضُ فِى اللَّهِ
Ebû Zerr radıyallahu anh, “Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu.” demiştir:
“Amellerin en üstünü, Allah için sevmek, Allah için kin tutmaktır.”[1]
Her insanda mevcut olan sevgi ve nefret duygularının, Müslüman’ın iman hayatı ve “hak yanlısı olma” görevi açısından arz ettiği önemi ve bu duyguların bulunması gerekli çizgiyi işaretleyen hadisimiz, muhtelif sahâbiler tarafından rivâyet edilmiştir.[2] Ahmed b. Hanbel’in Müsned‘indeki rivayetinde Ebû Zerr radıyallahu anh biraz daha bilgi vermekte ve şöyle demektedir: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem yanımıza geldi ve ”Allah katında hangi amel daha sevimlidir, bilir misiniz?” buyurdu. “Namazdır”, “Zekâttır”, “Cihaddır” diyenler oldu. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ise; “Allah katında en sevimli amel, Allah için sevmek, Allah için buğzetmek, kin tutmaktır.” buyurdu.[3] Abdullah İbn Mes’ûd radıyallahu anh de Hz. Peygamber’in, ”İslâm’ın en güçlü tutamağı, Allah için dostluk, Allah için sevmek, Allah için kin tutmaktır.” buyurduğunu haber vermektedir.[4]
Sünen-i Ebî Davud‘un meşhur şârihi İbn Reslan, hadisimizi yorumlarken şunları söylemektedir:
“Bu hadis, her mü’minin, Allah için sevdiği dostlarının olması gerektiği gibi, Allah için buğzettiği düşmanlarının bulunmasının da gerekli (vacib) olduğuna delildir… Zira sevgi ve kin, biri diğerinden ayrılmayan, birbirine gerekli iki vasıftır. İyi halleri dolayısıyla Allah için sevilen bir kişinin yanında, onun yaptıklarının tersini yapan bir başkasına da tabii olarak kin beslenecektir.”[5]
Bu demektir ki Müslüman, herkesi ve her şeyi sevemez. Onun sevdikleri olabileceği gibi sevmedikleri, buğzettikleri, kin besledikleri de olacaktır. Bu da bir önceki kadar tabiî ve gereklidir. Zira sevgi ne kadar tatlı ve sıcak, buğz ve kin ne kadar sert ve soğuk görülürse görülsün, “Allah için” oldukları zaman aralarında hiçbir fark kalmaz, aynı hükümde birleşirler. Her ikisi de “en üstün amel” derecesine yükselirler. Çünkü duygu ve davranışlara anlam kazandıran, onların temelinde yatan niyetler ve yöneldikleri hedeflerdir. Hadisimiz bu gerçeğin en açık delilidir.
Bilinen bir gerçektir ki hemen herkes hayatta birçok şeye ve kişiye sevgi ya da nefret duyar. İnsan ömrü genellikle alkış tutmak, aferin çekmek, “Allah razı olsun” demek veya kızmak, yuhalamak, “Allah belânı versin” diye ilenmekle geçer. Bu tutum ve tepkiler bazen kısa bazen de uzun süreli olabilir hatta yıllar boyu da sürebilir. Ne kadar kısa veya uzun süreli olursa olsun bu tepkilerde aslolan, onların kişisel hislerden mi yoksa inanç değerlerinden mi kaynaklandığıdır. Nefsî bir tasarruf iseler, birine “sevgi” ötekine “kin” ve “nefret” denmesinin temelde hiç bir farkı yoktur. Her ikisi de değersizdir. Aynı şekilde “Allah için” olmak gibi iyi bir niyete dayanıyor ve ulvî bir gayeye yönelik bulunuyorsa, bu takdirde de birinin “kin” ve “nefret”, ötekinin “sevgi” olması hiç fark etmez. Her ikisi de değerlidir, soylu bir duygu ve davranıştır. Bir başka ifade ile asıl muhataplarını bulmuşsa, yanlış hedeflere, hak etmemiş kişilere yönelmemişse yani yerli yerinde ve lâyık olanlara karşı kullanılmışsa “sevgi” de “kin” de kutsaldır.
Öte yandan Allah’ı seven, “Allah için” seven bir gönül, Allah dostlarını da sevecek ve sevgisini, onları izlemek suretiyle ispat edecektir. Aynı şekilde Allah için kin tutmak demek, fâsıklara, zalimlere ve ma’siyet ehline buğz ve kin beslemek demektir. Onların yaptıklarını onaylamak suretiyle beslenen kinin, “Allah için” olduğu ispat edilecektir.
Hoşgörü Herkese Gerek
Bundan birkaç sene önce bir televizyon konuşması metninde yer alan hadisimizin “Allah için kin tutmak” kısmının çizildiğini hayretle görmüştüm. Denetçi, “Allah için sevgi”ye evet diyor ama “Allah için kin tutmayı” duymak bile istemiyor, bundan hoşlanmıyordu. Aslında bu yaklaşım toplumda belli kesimlerce, yıllardır oluşturulmaya çalışılan sınırsız hoşgörü propagandasının bir yansımasıydı. Çünkü uzunca bir zamandan beri bilhassa dine, dinî kurum ve kuruluşlara karşı tavırlar, beyan ve suçlamalar konusunda olabildiğince anlayış ve hoşgörü gösterilmesi istenmekteydi. Yıllardır hep aynı çevreler aynı isteklerle toplumun karşısındaydılar.Adeta toplumun inananlar kesimi hoşgörü borçlusu, bir başka kesimi de hoşgörü alacaklısıydı.
Her icraat için açıkça hoşgörü istenmekte, fakat asla toplumun çoğunluğunu oluşturan inananlara anlayış göstermek kimsenin aklına gelmemekteydi. Zorla, baskıyla zulüm sevdirilmeye çalışılmakta, haksızlıklar bazen yasaların, bazen de çağdaşlık gibi belirsiz kavramların himayesine havale edilmekteydi. Haksızlık, baskı ve hatta zulüm “otorite”nin hakkı, bunları hoşgörü ile karşılamak ve katlanmak da toplumun görevi sanılmakta, öyle anlatılmaktaydı.
İnançlar Kaynaklık Ediyorsa…
Kabul etmek gerekir ki aslında zulmü sevdirmenin baskıdan başka yolu yoktur. Ne var ki baskı, başlangıçta göz korkutsa bile, zamanla insanları ölümü kanıksama noktasına getireceği için o da çaresizdir, faydasızdır. Mehmed Âkif merhum ne güzel ifade etmiştir:
“Bilmiyorlar ki bu şiddetlerin olmaz hükmü
Göz yılar önce, fakat, sonra kanıksar ölümü!”[6]
İnanç değerlerine ters düşen uygulamaları anlayışla karşılamaya çağrılan müminler, aslında ve bir anlamda kendi değerlerine karşı çıkmaya, onlara buğzetmeye davet olunmaktadırlar. Bu ise, kişinin kendi kendisini inkâr ve reddetmesi demektir. Kimseden istenemeyecek kadar büyük bir bedeldir. Nitekim insanlar ve toplumlar kendi öz yapılarına yabancı ve düşman bildikleri hiçbir şeyi hiçbir devirde hazmetmemişler, içten ve derinden derine uzun vadeli bir karşı koyma, direnme eylemi içinde olmuşlardır. Bu direnme duygusuna ve uygulamasına özellikle inançlar kaynaklık ediyorsa, “artık her şey halledildi” dendiği bir zamanda, yaygın ve güçlü bir direnç hareketi ile karşılaşılmıştır. Demir perde gerisini, utanç duvarının arkasını hür dünyaya açan, Orta Asya steplerini İslâm imanının yeniden canlandığı topraklar olarak kıpır kıpır kaynatan böylesi kutsal bir kin ve nefretin beslediği direnç duygusu değilse, nedir?
Katılık Nedir?
Propaganda ve beklentiler ne olursa olsun, sevginin de kin ve nefretin de yeri, muhatabı ve bir sınırı bulunmaktadır. İnananlar da bunun farkındadırlar. Haksızlıklara hoşgörü göstermemek, asla bir katılık, kabalık değildir. Pek tabiî bir tepki ve insanlık, İslâmlık gereğidir. İslâm ile ona taban tabana zıt olan terörü bir araya getirmekten, aynı şeymiş gibi göstermekten asla çekinmeyen hoşgörüsüzler bile, Müslümanlardan anlayış ve hoşgörü beklemektedirler. Onlar bunu isterlerken kendi ilan ettikleri nefretlerini hiç akıllarına getirmemektedirler. “Anlayış ve hoşgörü Müslümanların görevidir, hakkı değildir.” denmeye çalışılıyorsa, her şeyden önce bizzat bu fikri ve anlayışı, anlayış ve hoşgörü ile karşılamak mümkün değildir.
Zira Allah Rasûlü Hz. Muhammed, gerçeği bütün açıklığıyla ortaya koymuş, insanın ve özellikle Müslüman’ın sadece sevme duygusuyla değil, aynı zamanda kin ve nefret duyguları ile bezenmiş olduğunu ve her iki duygu ile birlikte tepki gösterebileceğini, Müslüman gönüllerin sevgi kadar etkili ve kutsal kin ve nefretle de “Allah için” olmak kaydıyla hareket edebileceğini bildirmiştir. Hatta O sallallahu aleyhi ve sellem, elle ve dille düzeltilemeyen münkere karşı ancak kalben buğzetmek suretiyle müminin iman noktasında kalabileceğini de açıklamıştır.[7]
Sevgi ve Kinde Ölçü
Ayrıca Müslüman gerek sevgisinde ve gerekse kininde orta halli olması gerektiğini, ölçüsüzlüğe düşmemesi lazım geldiğini yine Hz. Peygamber’den öğrenmiştir. O sallallahu aleyhi ve sellem, konuya ait tavsiyesinde, dostun bir gün düşman olabileceğini, düşmanın da bir gün dost olabileceğini hatırlatmıştır.[8]
Sevgi ve nefret hallerinin, Müslüman’ı temel vasfı, “hak yanlısı olmak”tan uzaklaştırma ihtimali çok yüksektir. Bu sebeple Yüce Yaratıcı Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır: ”Ey iman edenler, öz nefsiniz, ana-babanız ve yakınlarınız aleyhine de olsa, Allah için şâhid olarak adaleti gözetin. İster zengin ister fakir olsunlar, Allah onlara sizlerden daha yakındır. Artık siz haktan yüz çevirerek hislerinize uymayın…”[9] ”…Ve sakın bir topluluğa olan öfkeniz sizi adaletsizliğe sürüklemesin. Adil olun. Bu takvaya daha yakındır. Allah’tan sakının. Doğrusu Allah, işlediklerinizden haberdârdır.”[10]
O halde, toplumun ve bilhassa egemen güçlerin doğru-yanlış, yerli-yersiz değerlendirmelerine bakmadan, ne sevgide ne de kin ve nefrette “Allah için” kaydından uzaklaşmadan, Hak’tan ve haklıdan yana tavır koyarak hayatı sürdürmek Müslümanların en büyük özellikleri olmalıdır. Bunu da herkes anlayış ve hoşgörü ile karşılamalıdır. Bu noktadaki hoşgörüsüzlük, Müslümanlar tarafından “Allah için” kin ve nefretle karşılanırsa, buna da kimse şaşmamalıdır. Zira Müslüman’ın sevgisi de kin ve nefreti de İslâm ile sınırlıdır.
[1] Ebû Dâvud, Sünne 2; Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 146; Buhârî, İman 1 (bab başlığında).
[2] Bk. Heysemi, Mecmeu’z-zevaid, l, 89-90.
[3] Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 146.
[4] Heysemî, Mecmeu’z-zevaid, l, 90.
[5] Azimâbâdî, Avnu’l-ma’bud, XII, 350.
[6] Safahat, s. 150 (İstanbul, 1987).
[7] Bk, Müslim, İman 78; Ebû Dâvud, Salat 242; Melahim 17; Tirmizi, Fiten 11; Nesaî, İman 17; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 10,20,49,53,54,92.
[8] Bk. Tirmizi, Birr 59.
[9] en-Nisa, (4), 135.
[10] el-Maide (5), 8.
Yeni yorum ekle