Tercihlerimiz…

KİMLERİ VE NELERİ?

Maddi varlığını devam ettirebilmek için hava, su ve gıdaya ihtiyaç duyan insanoğlunun, manevi varlığını sağlam ve diri tutabilmek için ulvi bir kaynağa ve cennete beraber yürüyeceği dostlara ihtiyacı vardır. Bizler için bu ulvi beslenme kaynağı Allah Teâlâ’nın (cc) son vahyi Kur’an ve elçisi Hz. Muhammed’in (sas) Kur’an’ın hayata aktarılmış şekli olan sünnetidir. Cennete uzanacak yoldaki arkadaşlarımız da “Ben Müslümanım” sözünü söyleyip, istikamet üzerine olanlardır. 

Allah Teâlâ insanı içtimai bir varlık olarak yaratmıştır. Yalnız yaşayan bir insan, hem dört yandan hücum eden dalalet rüzgârları karşısında kuvvetsiz, desteksiz hem de dualarının kabul olması gibi nimetlerden mahrum kalabilir. Bunun için insanoğlunun, kendisi gibi aynı kaynaktan beslenen kişilerle beraber olması çok önemlidir. Allah Teâlâ’ya inanan ve Rasûlü’nü örnek ve önder kabul edenlerin ortak tavır ve davranışlar içinde olmaları kadar bu birlikteliği devam ettirebilme çabası içinde olmaları da önemlidir. Şüphesiz ki yüce duygu ve değerler, kişi ve toplumlarda kendiliğinden alışkanlık haline gelmemektedir. Azim ve sabırla belli bir çaba ve mücahedeyi gerektirir.

Toplumlar da tıpkı bir beden gibidir. Farklı işlevleri olsa da her bir organ ayrı bir öneme sahiptir. Toplumu oluşturan bütün insan grupları da ister âlim-cahil,  ister zengin-fakir olsun bütün katmanlarıyla bir birliktelik arz ettikleri zaman, beraber yaşamanın bir anlamı olabilir. Nitekim Hz. Peygamber (sas) bir hadis-i şerifinde müminlerin toplum hayatında nasıl olmaları gerektiğini şu şekilde bildirmiştir: “Birbirlerini sevme, birbirlerine acıma ve şefkat hususunda mü’minler âdeta tek bir beden gibidirler. Ondan bir uzuv şikâyet ederse, uykusuzluk ve ateşle vücudun diğer uzuvları da ona iştirak ederler.”[1]

Allah’ın rızasını gözeterek bir kimseyi sevmek veya sevmemek, iyi bir mümin olabilmenin ve gerçekten iman etmiş olmanın göstergelerindendir. Herhangi bir Müslüman’ı değerli görmek, onun kimliğine hürmet gösterip onlara dua ederek iyiliklerini istemek, ayıp ve kusurlarını örtmek,  inananlardan yana tavır almak iman sahiplerinin olmazsa olmazıdır.

İslam bizim en aziz varlığımız, dünya ve ahiretteki en değerli sermayemizdir.  Hayatı algılarken ve tercihlerimizi yaparken onu ve değer sistemini her şeyin önüne yerleştiririz. İnsan, tabiatı gereği; etrafında olup biten hadiselere, kabullendiği değerler penceresinden bakar.  Yüce Rabbimizin bizlere farz kıldığı “din kardeşliği” İslam toplumunun dayanışma ve huzurunu tesis ederek cemiyet hayatını beslemektedir. Bu kardeşlik, toplum fertlerinin daima birlikte ve birbirinden haberdar olmasını gerektirir. Kur’an-ı Kerim ayrılık ve bölünmelerin; toplum gücünün zayıflamasına veya yok olmasına sebep olduğunu vurgular. “Allah’a ve Rasûlü’ne itaat edin, sakın çekişip birbirinize düşmeyin; sonra korkuya kapılıp zaafa düşersiniz, rüzgârınız (kuvvetiniz) gider. Sabırlı olun. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.” [2]

Müslümanlar, hayatlarında sahip oldukları değer yargılarını, ilahi değerler üzerine inşa etmedikleri için süfli arzular ve basit menfaatler uğruna, çok rahatlıkla kardeşlerini terk edebilmektedirler. Siyasi görüş, dini grup veya cemaat farklılıklarına göre dostlar belirlenmekte,  diğerleri ötelenmekte bazen de İslam dışı olanlar bir müminden daha fazla değer bulabilmektedir. Ayetler ve hadisler gereğince her Müslüman, diğer Müslüman’a karşı bakışına dikkat etmeli ve kardeşlik ilkesini temel edinmelidir.[3]

İslam’ı özümsemiş kişiler, her şeye layık olduğu kadri kıymeti verir ve adaleti ikame eder. Müslüman’ın nazarında dünya ve içinde taşıdığı hiçbir değer, din kardeşinden daha kıymetli değildir. Kazanacağı küçük bir menfaat için onu asla diğerlerine tercih etmez. Çünkü Müslümanlar arasındaki kardeşliğin uhrevi boyutu vardır. Bu kardeşliğin ahirette de devam edeceğine inanılır.

“Müslüman, Müslüman’ın kardeşidir. Ona zulüm ve haksızlık yapmaz, yardımı kesmez ve onu hakir görmez. (Peygamberimiz üç defa göğsüne işaret ederek buyurdular ki:) Takva işte buradadır. Müslüman kardeşini hor ve hakir görmesi, bir kimseye şer olarak yeter. Her Müslüman’ın kanı, malı ve ırzı, başka Müslüman’a haramdır.”[4] Şu çarpıcı ifadeyi hiç akıldan çıkarmamak gerekir. “Müslüman kardeşini hor görmesi, kişiye kötülük olarak yeter”[5]

Hz. Peygamber döneminde Müslüman’ın şerefi her şeyin üstünde tutulmuştur. Bir kişi bin kişi için,  bin kişi bir kişi için gerekirse canını feda etmekten kaçınmamıştır.  Beni Kaynuka Yahudilerinin bir Müslüman kadına hakareti ve bir Müslüman’ı şehit etmesi Rasûlullah tarafından kendilerine harp ilanı ve Medine’den sürülmeleriyle sonuçlanmıştır. Hz. Osman’ın şehit edildiği haberi Müslümanlara ulaşınca Beyatü’r-Rıdvan’da Allah Rasûlü 1500 Müslüman’dan, gerekirse savaşmaları için biat almıştır. Üstelik o sırada Müslümanların yanında sadece basit yolcu silahları bulunmaktaydı. İnsan, dışındaki dünyayı nasıl değerlendiriyorsa, ona nasıl bir mana veriyorsa davranışlarını da ona göre ayarlar. İşte bu sebeple Ashâb-ı Kirâm efendilerimiz, şehadeti göze alabilmiştir.

Efendimizin hayatında Müslümanlık hep üstünlük sebebi olmakla birlikte insanlar arasındaki temel prensibi de adalet olmuştur. Sevgilerimizi kontrol edemez ve ölçüsüz seversek; sevgimiz onların hatalarına ve doğrularına karşı bizleri kör ve sağır eder. “Sevdiğini ölçülü sev, belki bir gün düşmanın olabilir. Kızdığına da ölçülü kız, belki bir gün dostun olabilir.”[6]

Müslümanların adaleti konusunda muhatapların zihninde herhangi bir tereddüt oluşmamalıdır. Çünkü hem Rabbimizin bizden isteği hem de Rasûlullah’ın hayatında gösterdiği bu olmuştur. Karakter, düşünüş, duyuş ve davranış şekillerini Kur’an’ın belirlemesi için Müslümanların Kur’an’a ve Hz. Peygamber’e uymaları gerekir. Ölçüsüzleşmek; Hakk’ı ayakta tutmak ve Hak’tan yana olmakla yükümlü bulunan mü’mini, zulmün tarafında olmak durumuyla karşı karşıya bırakır. Gelecekte oluşabilecek hayırların da önünü kesebilir. “Ey iman edenler! Adaleti titizlikle ayakta tutan, kendiniz, ana-babanız ve akrabanız aleyhinde de olsa Allah için şahitlik eden kimseler olun. (Haklarında şahitlik ettikleriniz) zengin olsunlar, fakir olsunlar Allah onlara (sizden) daha yakındır. Hislerinize uyup adaletten sapmayın, (şahitliği) eğer, büker (doğru şahitlik etmez), yahut şahitlik etmekten kaçınırsanız (biliniz ki) Allah yaptıklarınızdan haberdardır.”[7]

Allah Teâlâ’nın aziz elçileri, risalet görevlerini yerine getirirken en büyük mukavemeti, o toplumların önde gelen grup veya kişilerinden görmüşlerdir. Kur’an-ı Kerîm’in “mele’ ” diye tanımladığı bu takım, peygamberlere inanan ancak zengin olmayan ve sade yaşayan insanları küçük görmüşlerdir. Mele’ grubu, peygamberlerden, bu insanları uzaklaştırmalarını, kendileriyle görüşme ön şartı olarak istemişlerdir. Peygamberler de genel bir uygulama olarak inananlardan yana tavır alıp onlara kol-kanat germişler, müminlerle beraber olmayı tercih etmişlerdir. Hz. Nuh’un (as) tavrı çok dikkat çekicidir ve böyle bir talebe şu şekilde cevap vermiştir:

“Ey milletim! Ben onları kovarsam, beni Allah’ın azabından kim korur? Düşünmüyor musunuz? Ben size “Allah’ın hazineleri benim yanımdadır.” demiyorum, gaybı da bilmem. “Ben bir meleğim.” de demiyorum. Sizin gözlerinizin hor gördüğü kimseler için, “Allah onlara asla bir hayır vermeyecektir.” diyemem. Onların kalplerinde olanı, Allah daha iyi bilir. Onları kovduğum takdirde ben gerçekten zalimlerden olurum!”[8]

Rabbimiz(celle celaluhu), Peygamber Efendimize de Müslümanları koruyup gözetmesini emretmiş ve şu ilahi talimat vermiştir:

“Sabah-akşam Rablerine, O’nun hoşnutluğunu dileyerek dua/ibadet edenlerle birlikte ol, bunda sebat et. Dünya hayatının süsünü isteyerek gözlerini onlardan çevirme! Kalbini bizi anmaktan gâfil kıldığımız, kötü arzularına esir olmuş ve işi gücü aşırılık olan kimseye boyun eğme!”[9]

Dinî değerleri günümüze uygun görmeyip bu değerleri hayatın dışına itmek isteyenler, modernlik, çağdaşlık ya da sistemle alakalı kimi ilkeleri gerekçe göstererek dini(İslam) ve dindarları aşağılamaktadırlar. Sanki inananlara yönelik çağlar öncesi tavır çağımıza yansımaktadır. Geçmişte böylesi davranışlar, peygamberlerin inananlara sahip çıkmaları, onlardan yana tavır koymaları ile düzeltilmiştir. Bugün de aynı şekilde, Müslümanların tercih sorumluluklarını inananlardan yana kullanmalarından başka düzelme ve düzeltme yolu yoktur.

Dünyayı asıl gaye gören insan ile ahiretin tarlası olarak değerlendiren insanın tutum ve davranışları arasındaki farkı görüp anlamak zor olmasa gerektir. Kardeşini koruyup kollaması, onu kendi nefsine tercih edebilmesi rızayı Bâri’ye ulaşmasının önemli bir yoludur.



[1]-Buhârî, Salât, 88; Müslim, Birr, 65.

[2]-Enfâl 8/46.

[3]-Hucurât 49/10.

[4]- Müslim, Birr 32; Buhârî, Edeb 57.

[5]- Müslim, Birr 32. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Edeb 35; Tirmizî, Birr 18; İbni Mâce, Zühd 23.

[6]- Tirmizî, Birr ve’s-Sıla, 60.

[7]- Nisa 4/135.

[8]- Hûd 11/ 29-31.

[9]-Kehf 18/28.

Yazar: 

Yeni yorum ekle

Image CAPTCHA
Enter the characters shown in the image.