İlahi İradenin Tarihe Müdahalesi: Kur’an-ı Kerim


İlk insan ve peygamber Hz. Âdem’e eşyanın ve hakikatin bilgisini öğreten (Bakara 2/31, 37) Allah Azze ve Celle, şeytana da, kıyamete kadar Âdem’in çocuklarını hak ve hakikatten saptırma izni ve mühleti verdi (A’râf 7/14-15). İnsanlar, şeytanî ayartmalara kanarak Allah’a karşı kulluk görevlerini ihmal eder ya da tamamen unuturlar. Şeytanın adımları ardınca yürüyen insanlar, bizzat kendi elleriyle yeryüzünde fitne ve fesadı yaygınlaştırırlar (Rum 30/41). İnkârın, şirkin, zulmün, cehaletin, fahşâ ve münkerin doruk noktasına çıktığı ve insanlığın büyük felâketlerin eşiğine geldiği anlar, Vahy-i İlâhî’nin tarihin akışına müdahale demleridir. Vahyî hakikatleri insanlara açıkça duyurmak, vahyî ilkeleri kendi hayatlarında birer örneklik olarak sunmak üzere de Hâlık-ı Zü’l-Celâl, insanlara kendi içlerinden peygamberler gönderir. İlahî irade, tarihe ve hayata böylece, vahiyle müdahale eder. Vahyi işitip anlayarak ve hayatı ona göre tanzim ederek “gerçek kurtuluş”a ermek de, ona sırt çevirip bu dünya ve ahirette “ziyana uğramak” da (Şems 91/9-10) elbette insanın özgür iradesine bırakılmıştır.

Hayata müdahalede bulunan en son ve en mütekâmil Vahy-i İlâhî, Kur’ân’dır: “Şüphe yok ki, bu Kur’ân, en doğru yola iletir.” (İsra 17/9)

Kur’ân, insan ve toplum hayatına a’dan z’ye müdahale eden ve onları Sırat-ı Müstakîm’e ileten bir Kitâb-ı İlâhî olarak gelmiştir ve bu müdahale kıyamete kadar da sürecektir. İnsanın Rabbi ile insanın kendisi ile insanın insan ve toplumla insanın eşya ile ilişkisini belirleyen temel ahlakî kriterleri ve şaşmaz ilkeleri vaz’ eden; yapılması ve yapılmaması gerekenleri tespit eden Furkan’dır O.

O, merhum ‘bilge kral’ Aliya İzzetbegoviç’in tanımlamasıyla “hayatın kitabı”dır: “Kur’ân edebiyat değil hayattır.” Bu yüzden Kur’an’a, bir “düşünce tarzı” olarak değil, bir “yaşama tarzı” olarak yaklaşmak gerekir. [1]Zira O, hayata yön vermek ve insanların hayat tarzını değiştirmek üzere gelmiştir.

İlahi mesaja muhatap olan, onu dikkatle okuyacak veya dinleyecek; okuduklarını ya da dinlediklerini anlamaya çalışacak; anladıkları şeyler üzerinde ciddiyetle düşünüp tefekkür edecek; akledip kavradığı hakikatlerle sorumluluklarının bilincine erecek ve sorumluluğun gereği olarak da ona sımsıkı sarılarak hayatını onun şaşmaz ilkeleri doğrultusunda tanzim edecektir.

Kur’ân’ın Diriltici Rûhu

Miladi 610 yılında, Allah Azze ve Celle tarafından peygamberi Hz. Muhammed’e (s.) Hira mağarasında iken inzal buyrulmaya başlanan ilahi mesaj Kur’an, bir “hayat kitabı” olarak, tarihin akışına doğrudan müdahale etmek ve yürürlükte olan cahilî hayat tarzını tepeden tırnağa değiştirmek amacıyla tüm insanlığa lûtfedilmiştir. Önce örnek ve önder insan olan Hz. Peygamber (s.), hayatını Kur’ân’la şekillendirip “yaşayan Kur’an” haline gelmiş; sonra da onu kendilerine model alan Ashâb-ı Kiram, hayatlarını Kitab-ı Mübin’in öngördüğü emir ve yasaklara, davranış kalıplarına göre tanzim etmişler ve kıyamete kadar tüm insanlığa örneklik teşkil etmişlerdir.

Hz. Âişe validemizin beyan ettiği üzere, Rasûlullah’ın (s.) ahlâkı “Kur’an ahlâkı”ndan ibaret idi.[2]

Peygamberimiz (s.), “Beni Rabbim edeplendirdi ve edebimi güzel kıldı.”[3] buyururken de, Rabbinin kendisine peyderpey vahyettiği Kur’ân-ı Kerim’in edebi ile edeplendiğini vurgulamıştır.

Yüce Rabbimizin lûtfu Kur’ân sayesindedir ki, “kitap nedir, iman nedir bilmeyen” ümmi Nebî (s.) insanlık tarihinin en zirve şahsiyeti, her alanda en güzel örnek (Ahzâb 33/21) ve en büyük, en kapsayıcı ahlakın sahibi (Kalem 68/4) olmuştur.

“Böylece sana da emrimizle Rûh’u (Kur’ân’ı) vahyettik. Sen, kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat biz onu, kullarımızdan dilediğimizi kendisiyle doğru yola eriştirdiğimiz bir nûr kıldık.” (Şûrâ 42/52)

Âyette sözü edilen “rûh” ve “nûr” Kur’ân’ı işaret eder. “Rûh”, bedenin kendisi ile ayakta durduğu ve hayatın kendisi ile var olduğu şey/cevherdir. Her türlü aklî, zihnî, maddî-manevî karanlığın tam zıddı olan “nûr” ise, fizikî anlamda ışık, aydınlık, cisimleri ortaya çıkaran ve onu gözler tarafından görünür kılan şey (ki kaynağı güneş, lamba vs.dir); manevi anlamda da kişinin basiretiyle anladığı (iman-irfan nûru), kalbiyle aklettiği (kalp nûru) şeylerdir ki kaynağı vahiydir, Kur’ân’dır. Allah’ın vahyi olan Kur’ân, bedenlere can veren, dirilten rûh; basiretleri, kalpleri/gönülleri aydınlatan nûr’dur.

Kitap nedir, iman nedir bilmeyen Hz. Muhammed’e inen Nûr, Arap yarımadasından başlayarak zulümât içinde yüzen insanlığın âfâkını aydınlatacak ve o ümmi Nebî’yi dipdiri bir “yürüyen vahiy” haline getiren o Rûh, manen ölmüş bedenleri, ilk başta bir bir, sonraları ise fevc fevc diriltecektir.

“Ey iman edenler! Size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah ve Rasûlü’ne uyun. Ve bilin ki, Allah kişi ile onun kalbi arasına girer ve siz mutlaka O’nun huzurunda toplanacaksınız.” (Enfal 8/24)

O’na ilk iman edip tarihin bir benzerine daha tanıklık etmediği o muhteşem değişime öncülük eden neslin Kur’an’ı hayatlarına aktarma konusundaki refleksleri ise, “işittik ve itaat ettik” oldu:

“Aralarında hüküm versin diye Allah’a ve O’nun Elçisi’ne çağırıldıkları zaman müminlerin tek sözü ‘işittik ve itaat ettik’ demeleridir; felâha/kurtuluşa erenler işte onlardır.” (Nûr 24/51)

Ashabın ve ilk nesillerin dinamizm ve bereketinin temelinde Kur’an’ı bir hayat kitabı olarak algılamaları yatıyordu; onlar Kitab’ı “yaşamak” amacıyla okuyor ve anlamaya gayret ediyorlardı.

Şehid üstad Seyyid Kutub, Yoldaki İşaretler isimli eserinde bu hakikati şöyle özetler:

“Onlar, Kur’ân’a kültürlerini geliştirme, bilgi edinme, haz duyup tatmin olma gibi maksatlarla yanaşmazlardı. Onlar Kur’ân’ı Allah’ın emirlerini öğrenmek üzere okurlar ve her emri de, savaş meydanında, aldığı günlük emri hemen uygulayan bir nefer gibi, duyar duymaz yerine getirirlerdi. İşte bu uygulamak üzere öğrenme şuuru idi.”[4]

Yaşamak üzere öğrenme şuurunu ise ashabın Kur’an hocalarından Abdullah b. Mes’ud (r.a) anlatır:

“Biz Kur’ân’ı on ayet, on ayet alırdık ve aldığımız on ayeti anlayıp hayatımıza aktarmadan diğer on ayeti almaktan kaçınırdık. Kur’ân insanlara, onunla amel etsinler diye nazil olmuştur. İlk nesiller, Kur’ân’ı amel etmek için okudular. Sizin herhangi biriniz ise, Kur’ân’ı başından sonuna kadar okur, tek bir harfini dahi bırakmaz; hâlbuki onunla amel etmeyi tamamen terk etmiştir.”[5]

Kur’ân, ancak onu “yaşamak niyetiyle”  okuyan, onu hayata egemen kılma cehdi taşıyan, yol boyu karşılaştığı sorunları onunla çözmeye çalışan, her fırsatta ona başvuran, hatalarını onunla düzeltmeye çalışan, onu rehber edinerek sırat-ı müstakim üzere yürümeye gayret eden insanlara kılavuzluk eder.

“Uğrumuzda cehd edip gayret gösterenleri Bizim yollarımıza yöneltiriz; Allah, kuşkusuz muhsinlerle beraberdir.” (Ankebût 29/69)

Kur’ânî Değişimi Bu Çağa Taşımak

 Dünya tarihinin en vahşi ve en cahil toplumunu 23 yılda tepeden tırnağa değiştirip onları dünya tarihinin en ideal ve en örnek toplumu haline getiren, bu kısa süre içinde adeta iğneyle kuyu kazarcasına yeni bir insan ve yeni bir toplum tipi inşâ eden mucize, şu elimizin altında bulunuyor.

Bugünün dünyasında böylesi “topyekûn bir değişimi” hedefleyen müminler, ancak o kutlu inkılâbın dinamiklerini en doğru şekilde kavrayarak, bir kelimesi dahi değişmeden elimizde bulunan o sapasağlam, o şaşmaz, o ebedi vahyî gerçekliği güncelleyerek tarihe yeniden müdahale edebilirler.

Merhum üstad Mevdûdî, bu dinamik değişimin kodlarını şöyle çözümlemeye çalışır:

“Muhakkak ki Kur’ân-ı Kerîm, mücerret nazariyeleri ve sırf düşünceleri ihtiva eden bir kitap değil ki, bir insan onu koltuğuna tutturup yaslanarak okusun; sonra da onun bütün maksatlarını anlamış olsun. Aynı zamanda o, yalnız ilâhiyâttan (teoloji) bahseden bir kitab da değil ki, onun esrârı ve gizli hazineleri enstitü ve tekkelerde çözümlenmiş olsun. Fakat bu kitap, bir davet ve aksiyon kitabıdır… Bu kitap, gerçekten yirmi üç sene müddetle haşmetli İslâmî hareketi yönetmiştir… Bu kitap, her bir merhalesinde batılın her çeşidini bir bir yıkma ve yerine mutlak hakkı koyma mücadelesinin ve hakla batıl arasında devam eden sürekli savaşlar sırasında atılan her adımın plân ve tespitini yürütmüştür. Öyleyse bu kitabın gizlediği pek çok esrar ve hakikat, sadece harflerinin üzerinden geçmek ve kelimeleriyle mırıldanmakla onun önünde nasıl tecelli edecek? Küfür ile İslâm arasında cereyan eden mücadele alanına inmeden, İslâm ile cahiliyet arasında sürmekte olan mücadelede ayaklarını tozlandırmadan onun vaat ettiği zafere nasıl ulaşacaksın? Bu mücadelenin semtinden geçmek nasip olmadan nasıl hedefe ulaşacaksın?…”[6]

Esasen; Kur’ân’ı pratik hayatın içinde(n) okumayan, içinde bulunduğu toplumun sorunlarıyla yakından ilgilenmeyen, içinde yaşadığı çağın gelişmelerinden haberdar olmayan, fildişi kulelerine çekilip soyut, ayakları yere basmayan konular ve soru(n)lar etrafında Kitâb’ı anlamaya çalışan insanların vahyî gerçekliği doğru-dürüst kavramaları asla mümkün değildir. Kur’ânî hakikatleri başkalarına tebliğ etmeyen, onun hayata müdahale eden eli, konuşan dili, yaşayan bedeni olmak için gayret sarf etmeyen, onun ilkelerini hayata hâkim kılmak için mücahede etmeyenlerin ilahi mesajı hakkıyla anlayıp kavrayabilmeleri, eşyanın hakikatine ve tevhid mücadelesinin tabiatına terstir.

Allah Rasûlü (s.), aşağıdaki hadis-i şeriflerinde bu dinamik gerçekliği şöyle açıklar:

“Ümmetim altın ve gümüşe değer verdiği zaman onlardan imanın heybeti kalkar; emr-i bil-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker’i terk ettiği zaman da vahyin bereketinden mahrum kalır.”[7]

Kur’ân, ancak onu anla(t)ma ve yaşa(t)ma mücadelesi veren, karşılaştığı sorunları onunla çözmeye çalışan, her fırsatta ona başvuran, doğrularını ondan öğrenen, yanlışlarını onunla düzelten dinamik zihinlerce anlaşılabilir. Kur’ân’ı yaşayıp anlattıkça öğrenir, öğrenip yaşadıkça da anlatırsınız.  Kur’ân’ı okudukça iman eder, iman ettikçe okur, yaşar ve mutmain olursunuz.

Evet, yaşadığımız 21.yüzyıla egemen olan modern ve post-modern cahiliye’nin batağında kıvranan insanlığa Kur’ân’ın zamanlar ve mekânlar üstü mesajını haykırmak; asrın kapkara âfâkını onun göz kamaştırıcı “nûr”u ile aydınlatmak; her biri “yaşayan ölüler” haline gelmiş bedenleri O’nun “hayat verici” ilkeleri ve canlara can bahşeden “rûh”u ile diriltmek; ancak ve ancak bu mesajı tıpkı ashab-ı kiramın yaptığı gibi indiği günkü tazeliği ve diriliği içinde, canlı ve dinamik bir gözle okuyup anlayarak, onun rahmet sağanağında tekrar tekrar yıkanıp arınarak ve emir ve yasaklarını harfi harfine hayata aktararak gerçekleşebilecektir.

Unutmayalım ki; şirkin, küfrün, isyanın, günahın, zulüm ve haksızlığın “altın devrini” yaşadığı şu zaman diliminde insanlık, Kur’ân-ı Mübîn’in huzur bahşeden soluğuna ve esenlik vaz’ eden değiştirici ve dönüştürücü hayat iksirine her zamankinden daha fazla muhtaç bulunuyor.

Bir kez daha hatırlatalım ki, Kur’ân “tarihte” kalmış bir kitap değildir ve Asr-ı Saadet’te gerçekleştirdiği muazzam inkılâbı bugün de, yarın da gerçekleştirebilecek zamanlar üstü ilkeleri ve dinamizmi ile tarihe ve hayata müdahale etmeyi beklemektedir. Bize düşen ise, bu ilahî müdahaleye araçlık ve aracılık edebilecek cehd ü gayreti ortaya koyabilmektir. Vesselam.


[1] Aliya İzzetbegoviç, Doğu-Batı Arasında İslâm, s. 22.

[2] Müslim, Müsafirîn 139.

[3] Süyûtî, Camiü’s-Sağîr, 1/12.

[4]  Seyyid Kutub, Yoldaki İşaretler, s.10.

[5] İmam Gazali, İhyâu Ulûmi’d-Dîn, III/13.

[6] Ebû’l-A‘lâ el-Mevdudi, Kur’ân’ı Anlamak İçin Temel Prensipler, s. 67-70.

[7] Gazali, İhyâ, 1/806.

Yazar: 

Yeni yorum ekle

Image CAPTCHA
Enter the characters shown in the image.