Allah Rasûlü’nün Kur’ân Talimi ve Dâr’ül-Erkâm

 

Allah Rasûlü’ne (s.a.s) Rabbinden gelen ilk vahiy “ikra’” talimatıyla başlar. Bu emrin mastarı olan “kırâat” kelimesinin yaygın anlamı ‘okumak’ ise de, tek anlamı bu değildir. İletmek, ilan etmek, duyurmak, açıklamak, anlamak/anlatmak, taşımak, toplamak anlamlarını da kapsar. “İkra’” emri; ‘söyleneni tekrarla, anla, belle’, ‘tebliğ et’, ‘davet et’, ‘kâinat kitabını oku’ diye de anlaşılmıştır.[1]

Cenâb-ı Hakk’tan (c.c) bölüm bölüm aldığı ilahi bilgileri kalbine yerleştiren Allah Rasûlü (s.a.s), “kalk ve uyar”(Müddessir 74/2) emri gelir gelmez, onları insanlara okumaya, anlatmaya, açıklamaya başladı. Rasûlullah (s.a.s) sadece Kur’ân’ı insanlara okumakla yükümlü değil, aynı zamanda okuduğu âyetleri tebliğ, tebyin ve talim etmek, muhataplarını Allah’a davet etmek ve davetini kabul edenleri de arındırmakla görevli idi. Kur’ân-ı Kerim, sonra nazil olan bölümlerinde bu hakikati sıkça hatırlatacaktır.

“Nitekim kendi içinizden size âyetlerimizi okuyan, sizi kötülüklerden arındıran, size Kitab’ı ve hikmetitalim edip bilmediklerinizi size öğreten bir Rasûl gönderdik.” (Bakara 2/151; bak: 2/129)

Tebliğ; taşımak, götürmek, ulaştırmak, bil­dirmek ve eriştirmek demektir. Istılahta ise tebliğ; peygamberlerin sıfatlarından biri olup, Allah’tan gelen ilâhî hükümlerin hiçbirini gizleyip eksiltmeden ve herhangi bir ila­vede bulunmadan aynen insanlara bildirmelerine denir. Tebyîn; beyan etmek, açıklamak, açık açık izah etmek, gerçeği ortaya koymak de­mektir. Talim ise öğretmek, belletmektir.

Peygamberimiz (s.a.s) talim, tebliğ ve tebyîn görevini, sözlü ve uygulamalı olarak en iyi şe­kilde yerine getirmiş; Rabbinden parça parça gelen Kur’ân âyetlerini muhataplarına okuyup öğreterek; tebliğ, tebyîn ve tefsîr ederek açık açık izah buyurmuştur. Böylece insanların âyetler üzerinde tefekkür etmelerini, iyiden iyiye düşünüp hakikati bütün boyutları ile kavramalarını sağlamıştır.

Peygamberlerin gönderiliş hikmetlerini hatırlatan diğer âyetlere baktığımızda; onların görevlerinin, sadece insanlara âyetleri okuyup öğretmekten ibaret olmadığını, aynı zamanda bu ilahi öğretiye iman edip teslim olanları arındırmakla da yükümlü olduklarını öğreniyoruz.

 “(O peygamberleri) Apaçık deliller ve kitaplarla (gönderdik). Sana da Zikr’i (Kur’ân’ı) indirdik ki, insanlara kendileri için indirileni açıklayasın ve onlar da tefekkür etsinler.” (Nahl 16/44)

Demek ki; Rasûlullah’ın (s.a.s) görevi, sadece Kur’ân’ı insanlara okuyup duyurmak, tebliğ ve tebyîn etmekten ibaret değildi. O, Kur’ân’ı aynı zamanda talim edip öğretiyor, tefsir edip açıklıyor[2] ve en güzel nümûne-i imtisal olarak da hayatında bizzat uyguluyordu. Vahyî gerçekliğe iman edenleri her türlü kötülükten, kir ve pastan arındırıyor, bu konuda onlara önderlik ve örneklik yapıyordu.

Davete Karşı İlk Tepkiler ve Dârü’l-Erkâm

Allah Rasûlü (s.a.s) ilk olarak Mekke’de insanları Tevhid inancına davet etti. Müşrik inancın ürettiği ilahlara “Lâ” (Hayır!) diyerek, insanları Allah’ın birliğine çağıran Peygamberimiz (s.a.s), bütün peygamberler gibi büyük bir tepki ile karşılaştı. Peygamberimize ve onun çağrısını kabul eden ilk Müslümanlara şiddetli baskılar ve işkenceler uygulanmaya başlandı…

Peygamberimiz (s.a.s) ilk zamanlar Kâbe’de ve Mina’da namazlar kıldı, bu namazları Ebû Cehil ve avanesince engellendi (Alak 96/9-10). Bunun üzerine namazlar gizlice evlerde, dağlarda-tepelerde kılınır oldu. Mekke’nin bir tepesinde namaz kılan Müslümanları gören müşrikler durumu çok yadırgadılar, Müslümanlarla alay etmeye ve onları azarlamaya başladılar. Münakaşa kavgaya dönüştü ve az kalsın çatışma çıkacaktı. Sa’d b. Ebi Vakkas (r.a), Mekkelilerden birine bir deve kemiği atıp başını yardı. Bu olay fazla büyümeden yatıştırıldı. Bundan hemen sonra Hz. Muhammed (s.a.s) Müslümanların toplanıp ibadet etmeleri için Hz. Erkam’ın (r.a) evini merkez olarak seçti.[3]

 Peygamberimizin çağrısına ilk iman edip teslim olanlardan Erkam b. Ebi’l-Erkam el-Mahzûmî’nin evi; Mescid-i Haram içinde, Safa tepesinin doğusundaki dar bir sokakta, gözden ırak ama gönüllere yakın olan mütevazı bir mekândı. Bu ev yıllarca İslâm davetine karargâhlık yapacak ve İslâm tarihinde Dârü’l-Erkâm ya daDârü’l-İslâm gibi isimlerle anılacaktı. Peygamberimiz (s.a.s), insanlara İslâm’ı orada öğretecek; yeni gelen ayetleri orada ezberletecek; namazı orada cemaatle kıldıracaktı. Evlerinden kovulan, aç kalan, işkenceye uğrayan Müslümanların sığındığı yer yine orası olacaktı.

Dârü’l-Erkâm’da, ilk Müslümanlara Allah Rasûlü tarafından talim edilen âyetler, onların sadece kalplerini ve düşüncelerini değil aynı zamanda kimliklerini, kişiliklerini ve sosyal, siyasî, ekonomik, kültürel düzeydeki tüm ilişkilerini şekillendirecekti.

Hz. Peygamber’in (s.a.s) bu evdeki faaliyetlerinin sonucunda birçok kimse Müslüman olmuş, Hz. Ömer de (r.a) İslâmiyet’i burada kabul etmişti. İslâm’a davet için bu evin seçilmesinde; Kâbe’nin haremine dâhil oluşu, Mekkelilerle ve hac-umre için dışarıdan gelen pek çok kimse ile dikkati çekmeden temas kolaylığı sağlaması, özellikle de Mekke ileri gelenlerinin toplantı yerlerini gözetleme imkânı vermesi gibi hususlar göz önüne alınmıştı. Bu evi üs olarak kullanmanın amacı ise, daha organize, sistemli ve verimli bir davet/tebliğ faaliyeti yürütmekti.

Müslümanlar burada hem namaz kılıyor, hem de gizli gizli buraya gelip İslâm’ı öğreniyorlardı. Hz. Muhammed (s.a.s) burada ikamet eder, Müslümanlar da gelip kendisiyle çeşitli mevzularda fikir alışverişinde bulunurlardı. Mevdudi’ye göre, üç yıllık gizli tebliğ devri sona erdikten sonra da bu mübarek ev uzun süre Müslümanların toplanma yeri oldu. Ebû Talib mahallesinde Müslümanların mahsur kalmalarına kadar Erkam’ın evi, İslami faaliyet ve tebliğin merkezi olarak kaldı.[4] Hz. Peygamber (s.a.s), peygamberliğin 6. yılının Zilhicce ayında Hz. Ömer’in Müslüman olmasından sonra Dârü’l-Erkam‘dan ayrılmıştır.[5]

Bu ev, uzun yıllar İslâm davasının üssü ve İslâmî eğitimin merkezi olarak kullanıldı. Ancak Dâr-ı Erkam’daki faaliyetler gizli tutuldu. Ammar b. Yasir ile Suheyb b. Sinan’ın, Dârü’l Erkam’da karşılaşmalarıyla ilgili rivayet bunu yansıtır. Dârü’l Erkam’a, Rasûlullah’ın yanına İslâm’ı öğrenmek ve eğer uygun bulursa Müslüman olmak niyetiyle gidenlerden biri Ammâr idi. O, bu olayı şöyle anlatır: “Dârü’l-Erkam’ın kapısında Süheyl’le karşılaştım. Süheyl’e burada ne yaptığını sordum. O da bana aynı şekilde ‘Sen niçin buradasın?’ diye sordu. Rasûlullah’la görüşüp, konuşmak için geldiğimi söyledim. Süheyl ‘Ben de aynı nedenle geldim.’ dedi ve sonra Rasûlullah’ın yanına girdik. O, bize İslâm’ı anlattı ve Müslüman olmaya davet etti. Müslüman olduk ve o gün akşama kadar Rasûlullah’ın yanında kaldık.”[6]

Celaleddin Vatandaş, Dârü’l Erkam’ın seçilmesinde; Rasûlullah’ın (s.a.s) beşeri tasarrufu söz konusu olabileceği gibi, ilâhî talimatın belirleyici olmasının daha muhtemel gözüktüğü üzerinde durur ve bu açıdan bakıldığında, böyle bir uygulamaya temel olacak Kur’ân ayetini bulmakta zorlanılmayacağını belirtir. Hz. Musa ve Harun’un tevhid mücadelesinden bahseden Yunus Sûresi’nde, Hz. Musa ve Harun’a, Firavun’un takibinden kurtulabilmenin yanında, müminlerin bir arada olmaları, bilgilenmeleri ve birlikte ibadet edebilmeleri için bazı evlerde toplanmaları talimatı verilmiştir:

“Biz Musa ile kardeşine şöyle vahyettik: Kavminiz için Mısır’da birtakım evler hazırlayın ve evlerinizi kıbleye karşı yapın ve namazı kılın ve müminlere müjde verin.” (Yunus 10/87)

Âyet üzerinde uzun uzun kafa yorduğunu söyleyen üstat Mevdudi de, bu talimatı şöyle anlar: “Bu evleri cemaatle namazın kılındığı ortak mekânlar ve toplantılarınızın yapıldığı merkezi yerler haline getirin.” Bu ifadenin akabinde “namazı ikame ediniz” emrinin gelmesi ise namazlarını tek tek değil, cemaatle kılmaları yolundaki imaya delalet eder. Çünkü Kur’ân’daki “ikametü’s-salât” ifadesi, namazın topluca kılınması anlamında kullanılmıştır. Âyetteki “müjdele” emrine gelince: “Allah’ın lütfuyla ulaşılacak felahın müjdesini vererek onları umut ve cesaretle donat.”[7]

Korku ve baskı altında olan Hz. Musa (a.s) ümmeti nasıl ilahi talimatlara uyarak Firavun zulmünden kurtulmuşlarsa, Hz. Muhammed (s.a.s) ümmeti de aynı şekilde birlik oldular ve başarıya ulaştılar.

Dârü’l-Erkâm Eğitim Modeli

Dârü’l-Erkam; hayatlarını vahye adayanların planlı, programlı olarak eğitildiği, vahyin tedricen ve tertil üzere okunduğu bir mekteptir. Darü’l Erkam, medeniyetin inşa edildiği bir mekteptir.

Erkam’ın evindeki eğitimin bir şahsiyet eğitimi olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu medresenin ve vahiy potasının muallimi olan Rasûlullah (s.a.s) talebelerini ciddi bir şahsiyet eğitimine tabi tutuyordu.

Dârü’l-Erkâm’ı, “nebevî eğitim modeli” olarak inceleyen Muhammed Emin Yıldırım; Rasûlullah’ın burada verdiği şahsiyet eğitimini, üç aşamada inceler: 1-Sağlam bir akide, 2-Aklî eğitim, 3-Ruhî eğitim.

1-Sağlam bir akide: Allah Rasulü (sas) Erkam’ın evindeki ilk talebelerine önce çok saf ve duru bir tevhid düşüncesini öğretiyordu. İşin başı ve temeli olan tevhid, çekirdek kadroda çok güzel ve derin bir şekilde öğreniliyordu Tevhid, iman esaslarının yeterli miktarda öğrenilmesi ve bu temel mesajlarla şirke dair ne varsa hepsinin izale edilmesi demekti.

2-Aklî eğitim: Darü’l-Erkam’ın eğitim sürecindeki ikinci basamak; tasavvurdan başlayarak akıl ve zihin dünyasının vahiy rehberliğinde yeniden inşa edilmesi idi Özellikle cahiliyenin tüm karanlık, eksik ve yanlış düşünceleri işin temeline inilerek düzeltiliyordu Vahyin temel düşüncelerine ters ne kadar kavram var ise bunların içerisi boşaltılıyor sonra yeniden bu kavramların içerisi ilahi kelamın mesajları ile dolduruluyordu.

3-Ruhî eğitim: Darü’l-Erkam’da Efendimiz (sas), talebelerinin akıllarını eğitirken ruhî eğitimlerini de ihmal etmiyor yine vahyin rehberliğinde bu alanı da en güzel şekilde imar ve inşa ediyordu. Çünkü O (s.a.s) Kur’an’ın mesajlarını çok iyi anlıyor ve o mesajların, “muhataplarının akıllarını ikna ederken, yüreklerini de tatmin ettiğine” bizzat şahit oluyordu. Efendimiz (sav) vahiyden aldığı bu ilham ile talebelerinin zihin dünyalarını nasıl yeniden şekillendirmişse ruh dünyalarını da buna paralel olarak şekillendiriyordu.

Kur’ân Merkezli Değişim

İslam’ın ilk tebliğ döneminde Mekke’deki İslami eğitim ve öğretim Dârü’l-Erkâm’la sınırlı kalmamış daha pek çok evde sahabeler tarafından da yürütülmüştü. Mesela: Habbab b. Eret(r.a), Hz. Ömer’in kız kardeşi Fatıma binti el-Hattab’a ve kocası Said b. Zeyd (r.a)’e Kur’ân öğretmek üzere evlerinde bulunduğu sırada Hz. Ömer (r.a) oraya gelmiş; Kur’ân seslerini duyunca kardeşini dövüp, eniştesini tartaklamış; sonra da Habbab gizlendiği yerden çıkarak Kur’ân’ın önemini ona anlatmıştı. Hz.Ömer’in İslâm’a girmesini sağlayan bu olay, Mekke devrinde eğitim ve öğretimin evlerde sürdürüldüğüne dair açık bir örnektir.

Şüphesiz Kur’ân merkezli eğitimin hocası Allah Rasûlü (s.a.s) idi. O, Allah’ın (c.c) emrettiği şekilde gece gündüz ibadetlerde ve her vesile ile yavaş yavaş, tertîl üzere Kur’ân’ı okuyor ve ashabına da öğretiyordu.“Sizin en hayırlınız Kur’ân’ı öğrenen ve öğreteninizdir.”[8] “İçinde Kur’ân’dan hiçbir şey bulunmayan kişi harap ev gibidir.”[9] buyurarak, Kur’ân’ı okuyup öğrenmeyi ve yaşamayı teşvik ediyordu.

Evlerin Kur’ân mektebi gibi kullanılması, Medine devrinde de sürdü. Hz. Peygamber (s.a.s), hicretten önce, Medineli Müslümanlara dini anlatmak, Kur’ân’ı öğretmek için Mus’ab b. Umeyr’i (r.a) Yesrib’e göndermiş, o da Medineli Müslümanlara evlerinde dersler vermiş ve onları eğitmişti. Ayrıca bazı evlerin “Darü’l-Kurra”olarak tanındığını ve sadece Kur’an eğitimine hasredildiğini öğreniyoruz.

***

Bugün müminler olarak, evlerimizi ve tüm İslami hizmet alanlarımızı birer Darü’l-Erkâm haline getirmeli; Darü’l-Erkam modelini, çağın dili ve idrakini dikkate alarak yeniden yapılandırmalıyız.


 


[1] Mesela; bir başkasına selamını götürmesini isteyen kişi ‘ikra’ selâmî ‘alâ fulân’ (Filan kişiye selamımı oku/ilet/bildir) der. Esasen bu Türkçede de mevcut olan bir anlamdır. Türkiye’de kırsal kesimde, geleneksel bir uygulama olarak, akraba ve tanıdıkları nişan veya düğün törenine davet etmek için görevlendirilen kişiye ‘okuyucu’, yapılacak davete de ‘okuyucu çıkarmak’ denilir. Prof. Dr. Celaleddin Vatandaş, Hz. Muhammed’in Hayatı ve İslâm Daveti, Pınar y., 2007-İstanbul, c.1, s.66; Dr. Yavuz Fırat, ‘Kıraat Tertîl ve Tilâvet Kavramlarının Anlamsal Araştırma ve Karşılaştırması’, Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Sayı: 13, Yıl: 2002, s.257-273 .

[2] Cemâleddîn El-Kâsımî, Tefsir İlminin Temel Meseleleri, s. 19 (İbn Teymiye’ye göre, Nahl 16/44 âyetindeki “tebyîn”, hem lafzı hem de manayı açıklamayı içermektedir).

[3] Ebû’l-A‘lâ el-Mevdûdî, Tarih Boyunca Tevhid Mücadelesi ve Hz. Peygamberin Hayatı, Pınar y., İstanbul-2004, s. 589, 597, 598 (İbn İshak).

[4] İzzet Derveze, Dâru’l-Erkam’daki eğitim ve kadrolaşma çalışmalarının üç yıl devam ettiğini belirtirken, Muhammed Hamidullah ‘birkaç yıl’ ifadesini kullanır. Bkz: İ. Derveze, Hz Muhammed’in Hayatı,2/149; M. Hamidullah, İslâm Peygamberi, 1/107.

[5] Bk. TDV İslam Ansiklopedisi, “Darülerkam” maddesi.

[6] C.Vatandaş, a.g.e., c.1,s. 196 (İbn Sa’d, Tabakât, 3/247; Belazuri, Ensâb, 1/158; İbn Abdilber, el-İstiâb, 2/728).

[7] Ebû’l-A‘lâ el-Mevdudi, Tefhimü’l-Kur’ân, İnsan yay., İstanbul-1996, 2/359.

[8] Buharî, Fedailü’l-Kur’ân 21; Tirmizî, Fedailü’l-Kur’ân 15.

[9] Tirmizî, Fedailü’l-Kur’ân 18.

Yazar: 

Yeni yorum ekle

Image CAPTCHA
Enter the characters shown in the image.