Aşağıdaki yazı, Umre nasipli bir ziyaretçinin şahit olduğu ibretamiz bir sahnenin tasviridir.
Mescid-i Nebi’de sene Miladi Temmuz 2007 /Hicri Cemaziyelahir 1428.
Mescid- Nebi; Medine’nin kalpgâhı, merkezi. Hz. Muhammed aleyhisselam’ın varışı üzerine bir nur sağanağıyla yıkanan ve Medine-i Münevvere olarak isimlendirilen şehrin aydınlık saçan mübarek mescidi. Allah’ın elçisinin; evi, ibadethanesi, karargâhı, idarehanesi. Doyumsuz sohbetlerin en güzel Kur’an tilavetleriyle bütünleştiği, asr-ı saadet ikliminin doya doya solunduğu mescit. Cibril’in sayısız kere Allah kelâmı olan vahyi iletmek üzere indiği mescit. O kutlu Nebi’nin bir Hadis-i şerifinde yeryüzünde ziyaret edilecek üç mescitten ikincisi olduğunu buyurduğu mescit. Sevgili dostları, büyük sahabe, büyük insanlar Hz. Ebubekir(ra) ve Hz. Ömer’le(ra) bir arada defnedilmiş olduğu mescit. Oraya kavuşmak için nice göz yaşlarının akıtıldığı, kavuştuktan sonra ayrılmanın çok zor olduğu bir hüzün diyarı, bir belde-i tayyibe, Mescid-i saadet, Mescid-i şerif, Ravza-i Mutahhara…
Mekke’deki vazifelerimizi tamamlayıp Medine’ye döneli birkaç gün olmuştu. Tarifi zor letafetteki zaman hızla akarken enva-i çeşit kır çiçekleri toplama iştiyakıyla Ravza-i mutahhara’nın, Mescit’in müdavimleri arasındaydık.
Öğleden sonra saat 15 suları...
İslam memleketlerinin her köşesinden renk renk müminler Tanışasınız diye sizi kabilelere ayırdık ilahi fermanına yakışır şekilde Mescidin dört bir yanında. Hepsi topraktan var edilen babaları Adem’in çocukları, hepsi kardeş. Sınıf, mevki, makam bölge, kavim, kabile, soy gibi dünyevi kıstaslar burada devre dışı. Müslüman kimliği bütün kimlikleri eşitliyor, İslam kardeşliğini Mescit-i Nebi’de gözle görülür şekilde fark ettiriyor, hissettiriyor.
İslam’ın ilk talebelerinin Hz. Peygamber’in muallimliğinde yetiştirildiği Mekteb-i Suffa’nın hemen yan tarafındayız. Arkadaşların kimi Kur’an okuyor, kimi dinleniyor, bazıları aralarında alçak sesle sohbet ediyor. Herkesin kendi âleminde seyr-i sülûku devam ediyor.
Yanı başımızda bir Âdemoğlu, kim bilir nereden! Belki Habeşistan’dan belki Timbuktu’dan… Anlamlandırılamayan durumlar için tahfif niyetiyle değil asla Ağzı Şam’a burnu Halep’e bakıyor derler ya hani o neviden.
‘Allah katında en değerli olanınız O’na itaatsizlikten en fazla sakınanınızdır.’
Siyah tenli bir mümin kardeşimiz. Diyelim ki Adı Abdullah. Mescidin sütunlarından birine sırtını vermiş, hafif yayılarak dizlerini kırıp oturmuş. Bizim gözümüz gayrı ihtiyari onda ama onun gözleriönündekinden başka her şeye karşı perdeli. Başında beyaz bir takke. Dizlerini kapatan beyaz entarisi solmaya yüz tutmuş, yeterince uzun olmayan yeşil pantolonu ise oldukça eskimiş. Suffa ehlinin mahrumiyetleri sanki onu da kuşatmış. Buna mukabil zarafetten uzak değil; parmağında hemen fark edilen yeşil taşlı hoş bir yüzük var.
‘Nice saçı başı dağınık pejmürde ve kapılardan kovulmuş insan vardır ki, eğer bir şey hakkında Allah’a yemin etse, Allah yemininde sâdık çıkarır.’
Çenesinin ve yanağının kenarlarında yoğunlaşan kıvırcık kısa sakalları yer yer ağarmış. Saçı dökülmüş mü, alın çizgileri belirgin mi suallerine alnını kapatan takkesi mani oluyor. Yaşını tahmin etmek mümkün görünmüyor bu haliyle; belki kırk belki altmış. Lakin çıplak ayakları doksanlık bir ihtiyarın yüzü kadar buruşuk ve de yıpranmış. Evet ayakları… Allah’ım, o ayaklar bizimkilere ne kadar da az benziyor! Toprağa değil halılara bile terliksiz basamayan bizler başka bir insan türüne mi mensubuz yoksa. Bu mübarek ademoğlunun Mescide varmak için çıktığı uzun yolda mı ayakları bu hale geldi? Aşıkların mı ayakları böyle olur? Bizi şaşırtan şu hallerin sahibi Yemen çöllerinden gelen Veysel Karani’nin yol arkadaşı mıdır acaba? Üstü kırmızımsı ayaklarının siyah damarları, kalın bir kablo misali parmaklarına doğru yayılıyor. Topukları doğal bir ayakkabıyı andırır biçimde kat kat nasır bağlamış, bu nasırlar ayak tabanının altı boyunca yayılmış. Ayak tabanı derin yarıklarla parçalanmış, adeta bir nehir deltasına dönüşmüş, gezdiği yerlerin haritasını çizmiş gibi. Ayak parmakları da aynı durumda, onlar da nasırlarla kalın ve sert tırnaklarla bezeli. Çorap bir kenara, belki ömründe hiç ayakkabı dahi giymemiş.
Gözüm ara ara bu mübarek âdeme takılmadan edemiyor. O sütuna yapışmış adeta. Elinde rahle boy bir Kur’ân-ı Kerîm olduğu halde sallana sallana okuyor.
‘Kur’an kalplere şifadır.’
Zaman zaman hareketleri iyice yavaşlıyor. Gözleri kızarmış, göz kapakları ağırlaşmış. Belki yorgunluk, belki uykusuzluk ama en yakın ihtimal okumakta olduğu elindeki Kur’ân. Etrafta olan bitenle hiç alakadar değil. Bilemeyeceğimiz başka bir alemde. Bakışları, gözleri Kur’ân’a sabitlenmiş. Epey zamandır satırları sağdan sola bir bir kat ediyor, sayfaları bir bir çeviriyor.
Bir aralık halinde belirgin bir değişiklik başlıyor. Sallanmaları hızlanıyor. Sessizce başladığı kıraati, iyice cehri hale geliyor, yüksek sesle okuyuşu etraftan rahatça duyulabiliyor. Büyük bir heyecanla okuyor lakin hangi ayeti, hangi sureyi okuduğu seçilemiyor. Bazen el kol hareketlerinin karıştığı sessiz yorumlar yapıyor. Bu yorumları manayı anlayarak mı yapıyor yoksa içine bir şeyler mi doluyor kestirmek güç. Bazı bölümlerde okuduğunu anlamış gibi Kur’ân’a tebessüm ediyor. Bilemeyiz, belki de Kur’ân’ın ona izhar ettiği sevgisini hissediyor. Nasırlı ayaklarına karşın; incelmiş, tül gibi olmuş, yumuşamış ve arınmış bir kalpten yansıyor o tebessümler belki de. ‘Gülümsemek/tebessüm sadakadır’ diye uyarıyor ya Allah’ın Resulü. İşte Kur’ân’la dolu bir gönül onunkisi. Uzuvlarına, cismine değil tebessümüne nazar etmek, sadakayı görmek, sadakayı almak gerekiyor.
Onun o saf, içten ve kendine dönük hali, görenler üzerinde tarifsiz tesirler bırakıyor. Belki de hayatın bedenine yüklediği ağır yük, Mescitteki şu ilticası sayesinde taşınabilir hale geliyor…
İşte Medine ezanı okunmaya başladı; sakin, tatlı, farklı makamda ve tonda. Seyrimiz, hayretimiz, nasibimiz bugünlük bu olsun. Şimdi namaz için kıyam vakti.
Mescidin bu garip yolcusuna orada, aynı noktada birkaç kere daha aynı hal üzereyken komşuluk ettik. O farkında olmasa da oradakilere hafızalara nakş olan eşsiz bir hâl dersi verdi.
İbretler aynasından yansıyan bu dersin üzerimizde bıraktığı bir hak vardır elbet. Umulur ki ki Allah u Tealâ’nın sonsuz rahmeti, şu fakir-i pür taksirin bu husustaki af niyazını geri çevirmeyecek enginliktedir.
Enver ÇAKMAK
Yeni yorum ekle