Daru'n-Nedve

Dâru’n-Nedve, Peygamber (sas)’in dördüncü kuşaktan dedesi Kusay bin Kilab tarafından, yaklaşık 440 yılında Kâbe’nin kuzeyine, tavafa başlanılan yerin arka tarafına inşa edilmiştir. Bu yapı, Kureyş ileri gelenlerinin icra-yı meşverette bulundukları, müzakere yapmak için toplandıkları bir konaktı. Mekke’nin demokratikleşmesinin önemli adımlarından sayılan bu mekânın inşa edilmesi, şehrin işleri ile ilgili halkın, görüşlerini özgürce ifade edebilmelerine imkân sağlamıştır.[1]

Dâru’n-Nedve, Kureyşlilerin katında çok kutsal bir yere sahipti. Her türlü savaş ve barış kararının alındığı, nikâh merasimi ve ergenlik çağına gelmiş genç kızların gömlek (dır’) giy­me törenlerinin yapıldığı bu meclise Kusayoğulları’ndan başka Mekke’deki Kureyş boylarının kırk yaşını doldurmuş baş­kanları katılabilirdi. İbn İshak’a göre Kusay Dârü’n-Nedve’yi yaptırmadan önce bu toplantılar onun evinde yapılıyordu. Kureyşliler kendisi­ne o kadar bağlıydılar ki nikâh merasi­mi onun evinde yapılır, başlarına gelen herhangi bir olay burada konuşulur, baş­ka kabilelere karşı savaş bayrağı yine burada açılırdı. Kureyş kabilesi, başta ticaret kervanlarının gönderilmesi ol­mak üzere bütün önemli işlerini burada konuşup kararlaştırırlardı.[2]

Kusay’ın vefatından sonra ticaret kervanlarının Dâru’n-Nedve’den hareket etmesi, ticaretten dönen kervanların yükünü burada indirmesi, hayatta iken veya öldükten sonra Kusay’ın emirlerinin, kendisinden başkasıyla amel edilmeyen dini emirler gibi telakki edilip yerine getirilmesi, Dâru’n-Nedve’de yerine getirilen Kâbe hizmetleri için toplanan vergileri Kureyşlilerin isteyerek vermesi gibi durumların devam etmesi Darun-Nedve’nin toplumdaki saygınlığını gösteren örneklerdir.

Dâr-ı meşveret ve dâr-ı hükümet gibi hareket eden Dâru’n-Nedve’yi, mele’ denilen bir grup yönetirdi. Onlar ihtiyar meclisi azalarının bir benzeriydi. Mele’nin içerisinde hürlerin ve esirlerin temsilcileri, ashab-ı rey ve meşveret de vardı. Daru’n-Nedve’de alınan kararlar bağlayıcı, zorlayıcı olmazdı. Rey ve nüfuz sahibi kişiler karara muhalefet edebilirler, görüşleriyle onlardan ayrılabilirlerdi. Herkesin ittifakla kabul ettiği bir görüş üzerine icma hasıl olmaz ise asgari müşterek üzere ittifak sağlanmak suretiyle bir sonuca ulaşırlardı. Mele’nin verdiği kararın infazı; karar verenlerin şahsiyetine, yeterliliğine bağlı idi. Genellikle Mele’ görüşünü hemen açıklamaz, üzerinde müzakere ve araştırma yaptıktan sonra nihai kararı açıklardı. Yine toplantı yaparken, karardan etkilenecek kişilerin kişilikleri, kararın yumuşak ve esnek tarafları dikkate alınırdı. Bu sayede şehrin bölünmesine ve güvenin sarsılmasına sebep olacak ortamın oluşmamasına özen gösterirlerdi.[3]

Cahiliye döneminde Mekke şehir devletinin problemlerinin çözüme kavuşturulduğu bir meclis olarak Daru’n-Nedve, Mekke halkı için hayırlı kararların çıktığı bir karar mercii idi. Fakat Hz. Muhammed’in (sas) risalet vazifesini ifa etmeye başlamasından itibaren Daru’n-Nedve; Müslümanlara dair tuzakların kurulduğu, hain planların yapıldığı bir odak haline gelmiştir. Örneğin Hz. Peygamber’e tebliğ görevinden vazgeçmesi karşılığında amcası Ebû Talip vasıtasıyla makam, mevki, mal, şöhret gibi imkânların teklif edilmesi Daru’n-Nedve’de alınan kararlardandı.  Daha sonra Müslümanların Medine’de günden gü­ne güçlendiklerini gören Mekkeli müş­rikler, Ebû Cehil’in teklifiyle Hz. Peygam­ber’in, her kabilenin birer temsilcisinden oluşacak bir topluluk tarafından öldürülme­sini de burada kararlaştırmışlardı. Medine’ye hicretten sonra Uhud ve Hendek savaş kararlarının Hudeybiye’de alınan barış kararının yine bu meclisten çıktığı da rivayetler arasındadır.

Mekke’nin fethinden sonra ve Hulefâ-yi Râşidîn döneminde ne maksatla kullanıldığı bi­linmeyen Dârü’n-Nedve’yi, Muâviye b. Ebî Süfyân, Kusay’ın oğlu Abdüluzzâ’nın to­runlarından Hakîm’den veya Kusay’ın büyük oğlu Abdüddâr’ın torunu İkrime’den satın almış ve burası hac için Mekke’ye gelen Emevî ve ilk Ab­basî halifelerinin ikametine ayrılmıştır. Bu durum Harun Reşîd’in, “dârü’l-imâre” (hükümet konağı) adı verilen daha ge­niş bir binayı ikametgâh olarak seçme­sine kadar devam etmiştir. Halife Mu’tazıd-Billâh zamanında ise (892-902) sü­tunlar eklenerek bina Mescid-i Haram’a katılmıştır. Bugün Dâru’n-Nedve’nin ye­rinde müezzin mahfili bulunmaktadır.[4]

Bazı müfessirler Kur’an-ı Kerim’de birkaç ayet-i kerimede Daru’n-Nedve’ye atıf yapıldığını belirtmişlerdir. Alak Suresi’nde “O zaman o, taraftarlarını çağırsın, biz de zebanileri çağıracağız.”[5] buyrulmuştur. Söz konusu ayetin nazil olmasına sebep olan olay şöyle anlatılmıştır: “İkrime’nin, İbn Abbas’tan rivayet ettiğine göre: “Ebû Cehil, Hz. Peygamber’in yanından geçerken, Hz. Peygamber, Makâm-ı İbra­him’in yanında namaz kılıyordu. Ebû Cehil: “Ey Muhammed! Bu namazı kılma, demedim mi sana?” dedi. Bunun üzerine Rasûl-i Ekrem’in ona karşı tavrı sert oldu. Ebû Cehil: “Ey Muhammed, beni ne ile tehdit ediyorsun? Allah’a yemin olsun, ben vadi ehlinin, meclis bakımından en çoğuyum.” (Benim meclisim Mekkelilerin hepsinden daha fazladır.) dedi. Bu olayın vukuunun ardından Cenâb-ı Hakk “O, adamla­rını çağırsın, biz de zebanileri çağırırız.” ayetini indirdi.[6] Elmalılı M. Hamdi Yazır, bu ayette geçen “nâdi” kelimesinin Dâru’n-Nedve’yi oluşturan seçkinler topluluğunu işaret ettiğini belirtir.[7]

Diğer bir atıf da Mü’minûn Suresi 67. ayette yer alır:  “Çünkü ayetlerim size okunurdu da siz, buna karşı kibirlenerek arkanızı döner, geceleyin (Kâbe’nin etrafında toplanarak) hezeyanlar savururdunuz.”[8] şeklindeki ayet-i kerimede müşrikler tarafından geceleyin yapılan bu toplantıların Dâru’n-Nedve toplantıları kapsamında yapıldığı da müfessirlerin yorumları arasındadır. Bu toplantılarında Hz. Peygamber ve Kur’an-ı Kerim ile dalga geçerler ve bir çeşit sarhoşluk içinde akıllarınca Hz. Peygamber’i ve müminleri küçük düşürmeye çalışırlardı.

Sonuç olarak Kur’an’ın bu ifadesi Kureyşlilerin Dâru’n-Nedve’yi yani istişare mekânını -tarihî kaynakların da ışık tuttuğu gibi- her zaman toplumsal sorunların çözümünde kullanmadıklarını; Kur’an, Hz. Peygamber(sas) gibi önemli İslamî unsurları alaya alıp, onlar hakkında hezeyanlar savurarak kabadayılık yaptıkları bir mekân olarak kullandıklarını ortaya çıkarmıştır.[9]

 



[1] Tuğrul Tezcan, Kur’an’da Şûrâ Kavramı ve Çağdaş Yorumları, Doktora Tezi, sf. 33, Ankara 2010.

[2] Ethem Ruhi Fığlalı, DİA, “Darünnedve”, İstanbul, 1993, VIII, 556.

[3]  Tuğrul Tezcan, a.g.e, Doktora Tezi, sf. 33, Ankara 2010.

[4] Ethem Ruhi Fığlalı, DİA, “Darünnedve”, İstanbul, 1993, VIII, 556.

[5] Alak 96/17-18.

[6] Seyyid Kutup, Fi-Zilali’l-Kur’an, 16. Cilt, s. 290, İstanbul 1996.

[7] Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, 9. Cilt, s.332.

[8] Mü’minun 23/67.

[9] Tuğrul Tezcan, a.g.e, Doktora Tezi, sf. 34, Ankara 2010.